12 Ekim 2010 Salı

Ülkenizi işgal etmek için çok masraf ettik...

Irak hükümetinin petrol rezervlerini açıklaması üzerine, ABD Irak işgali için yaptığı harcamaların bir kısmını Bağdat hükümetine ödetmek istiyor.

Deutsche Welle'nin haberine göre, ABD Irak işgalinde yaptığı harcamaların bir kısmının Irak hükümeti tarafından karşılanmasını istedi.

Irak hükümetinin geçtiğimiz hafta ülke genelindeki petrol rezerv tahminlerini açıklamasına Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'ne (OPEC) yatırım yapan borsacılar ve Irak halkı sevinirken gibi ABD'nin gözünü para bürüdü. Irak hükümeti geçen hafta ülke genelinde bulunan 66 petrol sahasında tahminen 143 milyar varil petrol bulunduğunu açıklamıştı. Bu açıklamaya göre Irak şu anda ürettiği petrolden yüzde 25 daha fazla petrol üretecek ve bu sayede Suudi Arabistan ve Venezuela'dan sonra OPEC'in elit üyeleri arasına katılacak.

ABD ise Irak’ın başına konan bu talih kuşunun getirisini paylaşmak için kolları sıvadı bile. ABD savaş dolayısıyla oluşan maliyeti paylaşmak için Irak hükümetine yaptığı baskıyı arttırmaya başladı. 2003 yılından beri ülkede yürüttüğü savaş, “güvenlik hizmeti” ve yerel polislere verdiği eğitim için Irak hükümetine 2 milyar dolarlık fatura çıkaran ABD, Irak’a yaptığı 18 milyar dolarlık yardımı da geri istiyor.

“Irak’a demokrasi götürmek” için başlattığı savaşa yaklaşık olarak 667 milyar dolar harcayan ABD’de Hazine ve Savunma bakanlıkları Irak’ın da maliyete ortak olması gerektiğini söylüyorlar. Washington, ABD’nin 1.42 trilyon dolarlık bütçe açığı bulunurken Irak hükümetinin geçen sene 52 milyar dolarlık fazla bütçeye sahip olmasını kendisini temize çıkarmak için kullanıyor.

Bağdat yönetimi ise bütçedeki fazlalığın 40 milyar dolarlık kısmının yabancı bankalar tarafından kredi ödemeleri yüzünden bloke edilmiş olduğunu, borç ödemek için kullananılacağını, bir kısmının ise örtülü ödenek için kullanıldığını belirtti.

IMF Irak hükümetine süre verdi
Öte yandan IMF’nin Irak hükümetine verdiği 40 milyar doların nelere harcandığını detaylı olarak öğrenmek için yaptığı baskılara rağmen Irak Maliye Bakanı açıklama yapmadı. Bunun üzerine IMF Maliye Bakanlığı’na 30 Ekim’e kadar 40 milyar doların akıbetinin ne olduğunu açıklama için süre verdi ve bu sürenin kesinlikle uzatılmayacağını söyledi.

Livorno taraftarı işgalcilere saygı duymuyor

Livorno ve Empoli taraftarları Afganistan’da ölen işgalci İtalyan askerler için saygı duruşunda bulunmayınca, İtalya Futbol Federasyonu tarafından kulüplere toplam 20 bin Avro ceza kesildi. Livorno, daha önce de, Nasıriye’de direnişçilerle savaşan İtalyan askerlerine karşı Iraklıların yanında yer almıştı.

Livorno taraftarları yine direnişin safında yer aldı. Afganistan’ da öldürülen İtalyan askerleri için geçtiğimiz hafta tüm spor müsabakalarında 1 dakikalık saygı duruşunda bulunulması kararı alınan İtalya liglerinde, Livorno ve Empoli maçında takımların taraftarları saygı duruşunda bulunmayarak tezahürata devam ettiler. İtalya Futbol Federasyonu taraftarların tavrını cezalandırarak Livorno’ya 15 bin, Empoli’ ye ise 5 bin Avro para cezası kesti.

"On, yüz, bin Nasıriye"
En kitlesel endüstriyel futbol karşıtı ve anti-faşist taraftar topluluğu olan Livorno taraftarları, benzer bir eylemi daha önce de gerçekleştirmişti. Kasım 2003'te Irak'ta Nasıriye kentinde konuşlandırılan İtalyan askerlerine düzenlenen saldırıda 17'si asker 19 İtalyan ölmüştü. Bu olay, 2.Dünya savaşından beri İtalya'nın yaşadığı en büyük askeri kayıp olarak tarihe geçerken, takip eden hafta oynanan lig maçlarında İtalyan askerleri için saygı duruşunda bulunulduğu sırada Livorno'da "on, yüz, bin Nasıriye" tezahüratları yükselmişti. Livorno bu sene Seri B liginde yer alıyor. Geçen sene Serie A’ya yükseldiklerinde taraftarlar, Berlusconi’nin kentteki parti bürosuna molotof kokteyli atmışlardı.

Rusya'da Eğitim?

Bugünlerde Rusya'da yaklaşık 960 bin lise mezunu bizdeki gibi çoktan seçmeli üniversite sınavlarına giriyor. Test sistemi Rusya'da daha önce yoktu, geçen yıldan beri uygulanıyor. Her dersin (matematik, Rusça, tarih, yabancı dil, fizik vb) testi ayrı ayrı ve ayrı günlerde yapılıyor. Kuşkusuz her yerde olduğu gibi burada da yeni başlatılan test sisteminin olumlu ve olumsuz yanları var. Ancak kapitalist Rusya'da eğitimin çok daha ciddi bir sorunu var: Rüşvet. Bugünkü kapitalist Rusya'da anaokulundan üniversiteye değin her okula girmek rüşvete tabi ve neredeyse her sınavı geçmenin de bir tarifesi var. Rusya'da herkesin bildiği bu basit gerçeği sonunda resmi sıfatlı birileri de itiraf etti. Duma milletvekili ve Duma eğitim komitesi başkan yardımcısı Oleg Smolin'e göre geçen yıl Moskova'da herhangi bir dersin testinden 100 üzerinden 90 almanın yani rüşvetle geçmenin tarifesi 60 bin ruble (3 bin liradan fazla) imiş. Bu tarife taşrada yarı yarıya düşüyormuş ancak Kafkasya hariç, orada tarifeler Moskova'ya eşit imiş. Bu yıl “fiyatların” artması bekleniyormuş. Oysa bu test sistemi güya üniversitelere girişte yolsuzluğu ve rüşveti önleyecekti. Ancak test değerlendirmesi tek bir merkezde değil, bütün sınav merkezlerinde yapılıyor. Smolin'e göre bu merkezlerdeki öğretmenler yukarıdan emir gelmesi halinde veya kendileri rüşvet almaları halinde sınav sonuçlarını değiştirebiliyorlar. Böylece yüksek bürokratların ve oligarkların çocukları istedikleri üniversitenin istedikleri bölümüne girebiliyorlar. Smolin test sistemine geçişle birlikte rüşvetin azalmadığını arttığını söylüyor. INDEM vakfı sosyoloji bölümü yöneticisi Vladimir Rimskiy de test sisteminin yolsuzluk sorununu çözmediğini tersine derinleştirdiğini söylüyor. INDEM'in raporuna göre Rusya'da her yıl yaklaşık 500 bin adet sahte üniversite diploması satılıyor. Yani hiç üniversiteye gitmeden (tıp vb belli bölümler hariç) istediğiniz üniversite ve fakültenin diplomasını satın alabilirsiniz. Rimskiy toplumun eğitimde rüşveti artık normal karşıladığını söylüyor.

Smolin'in sözlerini iç işleri bakanlığı ekonomik güvenlik departmanı 3. şube müdürü Aleksandr Blankov da doğruluyor. Blankov'a göre yolsuzluk ve rüşvet miktarı iki kat artmış durumda. Rusya tüketici hakları derneğine göre de Rusya'da eğitim sektöründeki rüşvetin yıllık cirosu yaklaşık 5.5 milyar dolar imiş. Dernekten Viktor Panin'e göre bu cironun 520 milyon ile 1.5 milyar dolar arasındaki bir kısmı sadece üniversiteye girişlerde dönüyor. Geçenlerde Moskova Devlet Üniversitesi kamu yönetimi fakültesi dekanının kızı ve aynı fakültede hoca olan Polina Surina Moskova'nın merkezindeki Divan restoranında bir iş adamının kızının fakülteye girmesi için 35 bin Avro rüşvet alırken suç üstü yakalandı. Doğrusu polis buna nasıl cesaret etti belli değil. Surina aynı zamanda iktidar partisi Birleşik Rusya'nın Duma milletvekili ve yolsuzlukla mücadele komisyonu başkanı İvan Lobanov'un yardımcısı! Bu arada gazeteler bu rüşvet miktarının rekor olduğunu çünkü üniversiteye girmek için ortalama rüşvetin 20 bin ruble (yaklaşık 1000 lira) olduğunu yazdılar. Bu arada Surina'nın dosyasına Moskova savcılığı el koydu ve Surina'nın rüşvet almakla değil, dolandırıcılıkla suçlanması gerektiğine hükmetti. Rüşvetin cezası 12 yıla kadar hapis iken dolandırıcılıktan alacağı hafif ceza ertelenebilir nitelikte.

Bizdeki gibi kapitalist Rusya'da da ilköğretim sözde parasız ama pratikte tıpkı bizde olduğu gibi her adımda velilerden para isteniyor. Üstelik idareden başka bir de birçok öğretmen doğrudan rüşvet istiyor. 1990'larda nüfus hızla azalıp doğumlar dramatik bir şekilde düşünce ana okullarından çoğu boş kalmış ve zaten bahane bekleyen yamyam oligarklarca özelleştirilmişti. Şehirlerin en güzel yerlerindeki çok değerli bina ve arsalar yağmalanmıştı. Şimdilerde ise anaokulunda çocuğunuza yer bulmak çok zor ve onun da bir tarifesi var. Moskova'da çocuğunu anaokuluna vermek isteyen veliler belli birtakım vakıflara “bağış” yapıyorlar. Bu vakıfların kamu yararına çalışan vakıf belgeleri de var. “Bağış” miktarı 500 ile 1000 dolar arasında. Bağış yapmak istemeyen yıllarca sırada bekliyor ve kendisine “yer yok” deniyor.

Bizim sözde solcu Radikal'in özde liberal yazıcısı, yıllardır Moskova'da yaşayan Putinsever, Medvedevemeyleder Suat Taşpınar'ın bunlardan haberi yok mudur dersiniz? Hiç kuşkusuz vardır. Zaten habersiz olmak için orada ot gibi yaşamak lazım. Peki bunları yazabilir mi? İşte orada durun bakalım. Böyle bozucu, yıkıcı, komünist laflara ne gerek var! Rusya Putin-Medvedev öncülüğünde nurlu ufuklara doğru yol alırken bozgunculuk yapmayalım değil mi! Hem şurda top çevirip işi idare etmek varken iktidarla kötü olmanın alemi var mı?

Kapitalist Rusya'da Kızıl Ordu diye bir şey var mı?
Geçenlerde bir TV programında adını unuttuğum kelli felli birisi ciddi ciddi Rusya'da ordunun resmi adının hala Kızıl Ordu olduğunu iddia etmişti. Doğrusu şu internet çağında basit bir araştırma ile dahi bulunabilecek gerçekleri araştırmayıp kafadan sallayanlara acıyorum. Kızıl Ordu'ymuş! Kızıl Ordu mu kaldı be adam? Oligarkların Rusya'sının ordusunun adı Kızıl Ordu olabilir mi? Gir bak Rusya savunma bakanlığının resmi internet sitesine, İngilizcesi de var. Ordunun resmi adı Rusya Federasyonu Silahlı Kuvvetleri. O kadar. Fakat eski Kızıl Ordu'nun gölgesi bile olamayan bu ordunun korosu yurt dışındaki turistik konserlerinde salt müşteri çekmek için yüzsüzce Kızıl Ordu korosu adını kullanıyor. Tamamen işi ticarete dökmüş ruhsuz bir güruhun Kızıl Ordu adını kullanmaya ne hakkı var? Bence solcuların bu konserlere gitmemesi gerekir.

Bugünkü Rusya'da fıkralardan biri de şöyle: Gençsiniz ve paranız yok mu? Üzülmeyin, askere alma şubesi sizi bekliyor! Oligarkların, iş adamlarının, yüksek bürokratların ve üst orta sınıfın çocukları askerlik yapmıyorlar. O işi yoksulların çocuklarına havale etmiş durumdalar. Hiç kuşkusuz rüşvet burada da işliyor. Fakat sorun şu ki yoksulların çocuklarının da neredeyse üçte biri fiziksel olarak sağlam değil, çürük. İşte Rusya'da ordunun küçülmesinin bir nedeni de bu. Öte yandan Rusya'da 27 yaşına kadar askerliği erteleyebilen zaten askere gitmiyor çünkü 27 yaşından sonra alınmıyor. Genelkurmay ise şimdi bu yaş sınırını 30'a yükselmek istiyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Hayalini anlattı

Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, Financial Times'a hayalini anlattı

Dinçer: Güvenle, bir sonraki tepenin üzerinden bakma yetisiyle iyi bankacı olunur.

Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, Financial Times’daki “20 soru” bölümünde işini ve kendisini anlattı, “İşinizi 10 kelimede tanımlayın” sorusuna, “Türkiye’nin en iyi perakende bankasını daha da iyi yapan ekibin liderliğini yapmak” yanıtını verdi.

TÜRK bankacıların son küresel ekonomik krizde çok popüler olduğuna dikkat çeken Suzan Sabancı Dinçer’in “İyi bankacı nasıl olunur” sorusuna verdiği cevap ise “Güvenle, ayaklarınızın üzerine basmakla ve bir sonraki tepenin üzerinden bakma yetisiyle” oldu.

Akbank Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Üyesi Suzan Sabancı Dinçer, saygın İngiliz gazetesi Financial Times’ın (FT) Ekim 2010 tarihli sayısına konuk oldu.

Financial Times’ta deneyimli gazeteci Emma Jacobs’un hazırlayıp her hafta dünyanın önde gelen şirket yöneticilerini ve ekonomi uzmanlarını konuk ettiği 20 questions (20 soru) adlı köşesinde, 8 Ekim’de Suzan Sabancı Dinçer yer aldı.

Türkiye’den ilk isim

Türkiye’den ilk defa Suzan Sabancı Dinçer’in yer aldığı köşede; dünyanın en ünlü işletme gurusu olarak bilinen Tom Peters, İngiltere’nin en saygın işadamlarından ve Waterstone imparatorluğunun kurucusu Tim Waterstone, Viacom CEO’su Philippe Dauman, İtalyan Sanayicileri Konfederasyonu Başkanı Emma Marcegaglia ve Areva CEO’su Anne Lauvergeon, son dönemde Emma Jacobs’un sorularını yanıtlayan bazı isimler...

Jacobs’un her hafta konuk ettiği ünlü isimlere yönelttiği kısa ve genelde kişisel sorularını yanıtlayan Suzan Sabancı Dinçer, “En iyi üç özelliğiniz nedir?” sorusuna “Disiplin, dinlemeyi bilmek ve ne zaman gülümseyeceğini bilmek” şeklinde cevap verirken, “Ya en kötüleri?” sorusunu “Sonuç almak konusunda sabırsızım. İşini iyi yapmayan insanlara karşı tahammülüm az. Sabırsız olduğumu söylemiş miydim?” diye yanıtladı. Emma Jacobs’un yönelttiği ve Suzan Sabancı Dinçer’in yanıtladığı diğer sorulardan bazıları da şöyle sıralanıyor:

İşinizi bir cümleyle tanımlayın...

Ekibe liderlik ederek, Türkiye’nin en iyi bankası Akbank’ı çok daha iyi yerlere getirmek.

Bugün bulunduğunuz noktaya geleceğinizi biliyor muydunuz?

İş hayatında iyi bir yerde olacağımı biliyordum ancak bunun kolay olmayacağının da farkındaydım. Yönetim Kurulu Başkanı olabileceğimi anladığımda bunun için mücadele etmem gerektiğini biliyordum.

İyi bir bankacının özellikleri nelerdir?

Kendine güvenmek, ileri görüşlü olmak ve hızlı düşünüp anında tepki vermek. İyi bir bankacı birçok işi aynı anda yapabilir.

Başka yerlerdeki gibi, ‘kötü adam’, Türk bankacılar mı?

Hayır, oldukça popüleriz. Türk bankaları son krizde güçlü durdular. Bizim için mali yardım söz konusu olmadı. Sektör 2001’de dersini aldı ve bugün büyümeye yönelik stratejilerimize geri döndük.

Eşiniz sizi nasıl tarif eder?

Titiz. Ancak onun işi de aynı şekilde dikkat gerektiriyor. Birbirimizi anlıyoruz ve bana fazlasıyla destek oluyor.

İyi hatırlanmak isterim

Türk iş dünyasında cinsiyet ayrımı var mı?

Bu konuda kötü bir şöhretimiz var. Ancak cinsiyet ayrımı tüm sektörlerde mevcut değil ve finans sektöründe kesinlikle yok. Akbank’ta kadın çalışan sayısı erkek çalışan sayısından daha fazladır. Bir Türk bankasının yönetiminde bir kadın görmek yurtdışından gelen kişileri bazen şaşırtıyor. Doğrusu bu şaşkınlık bazen de işime yarıyor.

Şu anda ne okuyorsunuz?

İpek Çalışlar’ın yeni kitabı Halide Edip’in biyografisi... Öncü bir kadın romancı ve benzersiz bir isyankârın inanılmaz hikayesi.

BlackBerry’nizi ne zaman kapatırsınız?

Kapatmak mı? Yedek bir BlackBerry’im var.

Altın Kuralınız nedir?

Bir şeyi bulduğundan daha iyi bir durumda bırakmalısın.

Nasıl hatırlanmak istersiniz?

Akbank’ın desteğiyle işini büyüten, kendi evine sahip olan ya da çocuklarını okutan insanlar tarafından iyi hatırlanmak isterim.

Kalçaya elleyene 7 yıl hapis!

Yargıtay mahkemenin verdiği iki kararı bozdu ve bu iki eylemin “cinsel saldırı” olarak değerlendirdi.
Mahkemenin verdiği iki kararı bozan Yargıtay, otobüs durağında tanımadığı bir kadının omzuna başını koyan ve asansörde bir kadının kalçasını elleyen kişilere 7 yıla kadar hapis cezası verilmesi gerektiğine hükmetti. YARGITAY, mahkemelerin “cinsel taciz” olarak görüp cezalandırdığı iki olayda, sanıkların davranışlarının “cinsel saldırı” olabileceği gerekçesiyle, yerel mahkeme kararlarını bozdu. Yargıtay 5. Ceza Dairesi, otobüs durağında başını, tanımadığı kadının omzuna koyan sanığın eyleminin 3 ay-2 yıl arası hapis verilen taciz değil, 2-7 yıl arası hapis verilen cinsel saldırı olduğuna hükmetti. Dairenin ikinci kararında da asansörde mağduru öpmeye çalışan ve kalçasını elleyen sanığa verilen taciz kararı bozuldu. Daire bu olayda da “taciz suçundan verilen cezanın az olduğunu, cinsel saldırı suçundan ceza verilmesi gerektiğine” hükmetti.Beden teması oluncaYargıtay 5. Ceza Dairesi’nin kararına konu olan olaylar şöyle gelişti: Ankara’da İ.P isimli bir kişi, otobüs durağında bekleyen bir kadının yanına oturarak başını omzuna koydu. Kadının, bağırması üzerine sanıkla aralarında kavga çıktı ve adam kadına bir tokat vurdu. Bunun üzerine Olay polise intikal etti. Sanık hakkında Ankara 11. Sulh Ceza Mahkemesi’nde “cinsel taciz ve basit yaralama” suçlarından dava açıldı. Yargılama sonunda sanığı cinsel taciz ve yaralama suçlarından mahkum etti. Kararın temyiz edilmesi üzerine dosyaya bakan 5. Ceza Dairesi, sanığın, mağdurun yanına oturup başını omzuna koymasının “bedensel temas” içerdiğine dikkat çekerek sanığın suçunun Türk Ceza Kanunu’nun 102/1. maddesinde tanımlanan cinsel saldırı suçunu oluşturabileceğine karar verdi. Asansörde cinsel saldırıDairenin cinsel saldırı olarak gördüğü ikinci olay, İstanbul’da yaşandı. U.P isimli bir kişi girdiği bir apartmanın asansöründe mağdur kadına sarılmaya ve öpmeye çalışarak, kalçasını elledi. İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesi bu sanığı da “cinsel taciz” suçundan mahkum etti. Bu dosyayı da inceleyen Yargıtay 5. Ceza Dairesi, eylemin cinsel saldırı suçu oluşturduğuna dikkat çekerek, kararı bozdu. Daire, yargılamanın istenen cezanın artması nedeniyle asliye ceza mahkemesinde devam etmesi gerektiğine hükmetti.Türk Ceza Kanunu’nun 105. maddesinde cinsel taciz suçuna 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilmesi düzenleniyor. Maddede cinsel tacizin tanımı yapılmıyor ve “Bir kimseyi cinsel amaçlı olarak taciz eden kişi” ifadesi yer alıyor. Cinsel saldırı suçunun düzenlendiği 102/1. maddesinde ise, “Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığını ihlal eden kişi, mağdurun şikayeti üzerine, 2 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmü yer alıyor. Yargıtay’ın bir davranışın taciz mi cinsel saldırı mı olacağı konusundaki kararları bu yüzden önem taşıyor.

7 Ekim 2010 Perşembe

Fransa’da şirketlere kadın yönetici kotası


Norveç ve İspanya'dan sonra Fransa'da da şirketlerin yönetim kurullarında en az yüzde 40 kadın bulundurulması zorunluğu getirilmesini öngören yasa tasarısı komisyonda kabul edildi.

Fransa’da büyük şirketlerin yönetim kurullarındaki pozisyonların en az yüzde 40’ının kadınlara ayrılmasını öngören yasa tasarısı önceki gün parlamentonun alt kanadından geçti.
İktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik (UMP) partisi tarafından hazırlanan yasa tasarısının gelecek aylarda Senato’dan da onay alarak yasalaşması bekleniyor.
Tasarıda, büyük şirketlere yönetim kurullarındaki kadın oranını yüzde 20’ye çıkarmak için 3 yıl, yüzde 40’a çıkarmak için de 6 yıl süre veriliyor. Fransa’da halen en büyük 500 şirketin yönetim kurullarının yalnızca yüzde 8’i kadınlardan oluşuyor.
Tasarının kabul edilmesi halinde, Fransa, şirketlere kadın yönetici kotası koyan en büyük ülke olacak. Norveç ve İspanya’da da şirketlere kadın yönetici kotası getirilmişti. Benzer bir tasarının yakında Belçika parlamentosunda da görüşülmesi bekleniyor.

Ulusal marşı yanlış söyleyene 2 yıl hapis!



Filipinler'de milli marşı usulüne uygun okumayanlara iki yıla kadar hapis cezası öngörülüyor
Filipin Temsilciler Meclisinde onaylanan ve Senato'dan da geçmesi halinde yasalaşacak olan yasa tasarısı, marşın resmi söyleniş şeklinden sapanların iki yıl hapis veya 2 bin dolar para cezası almasını öngörüyor. Yasa tasarısı, bayrağın uygunsuz kullanımı veya gösterimine de ceza getiriyor.
Filipinler'de bazları milli marşı çok yavaş veya yanlış vurgularla söylemek, bazıları da kendi yorumunu katmakla suçlanıyor.
Yasa tasarı ise marşın nasıl söylenmesi gerektiğine açıklık getiriyor: Yürüyüş temposuyla ve dakikada 100 ila 120 vuruş aralığıyla okunmalı. Kamuya açık alanlar ve sinemalarda çalındığında tüm vatandaşlar ayağa kalkmalı. (Radikal)

Almanya'nın 'tecavüz makinası'!





Evli iki çocuk babası adam, 22 yıl da tuvalet bahanesiyle evlerine girdiği bin kadına tecavüz ettıini itiraf etti
Almanya’da başlayan dava Avrupa’nın en büyük tecavüz vakasını da ortaya çıkardı.
Alman yasalarına göre soyadı açıklanmayan Joerg P. adlı adam, 22 yıllık süre içerisinde binden fazla tecavüz ve taciz olayına karıştığını itiraf ederek herkesi şoke etti.
46 yaşındaki suçlu uyguladığı yöntemi de açıkladı. Kolunun kırıldığı numarası ile evlerin kapısını çalarak tuvaleti kullanıp kullanamayacağını soran tecavüzcü içeri davet edildiğinde gerçek niyetini ortaya koyuyordu.
Dusseldorf’da süren duruşmada özellikle “zeki kadınlar”dan nefret ettiğini söyleyen ve onları aşağılayıcı duruma sokmaktan zevk aldığını söyleyen Joerg P. su ana kadar Hollanda, Almanya, Belçika ve Lüksemburg’taki 20 tecavüz olayını kabul ederken bine yakın olayın da baş zanlısı durumunda.
Evli ve iki çocuk babası olan suçlu gözüne kestirdiği kadınları takip ederek evde yalnız kaldıkları sırada iğrenç planını devreye sokuyordu.
Gelecek ay cezası açıklanacak suçlunun 15 yıl hapis cezası alması bekleniyor.

Fransa'da burka yasağına ilginç tepki


Fransa'da kamusal alanda burka ve peçeli çarşafın yasaklanmasına karşı çıkan biri müslüman iki genç kız peçe ve şortlu eylem yaptı.

Burka ve peçeli çarşafın kamusal alanda yasaklanmasına karşı çıkan biri Müslüman iki genç kadın, farklı bir şekilde eylem yaptı.
Paris sokaklarında peçe ve şortla gezerek tepkilerini belli eden kadınlar amaçlarının siyasileri sorgulamak ve yasağı dramatize etmek olduğunu söylediler.
Fransa Parlamentosu geçen ay burka ve peçeli çarşafı kamusal alanda yasaklayan tasarıyı kabul etmişti.
Yasaya göre yasağa uymayan kadınlar 150 Euro, kadınları bu kıyafetleri giymeye zorlayanlarsa 1 yıl hapis ve 30 bin Euro para cezasına çarptırılacak.
Yasanın yürürlüğe girmesinin ise ilkbaharı bulması bekleniyor.(

Ramazan ayında yemek satan iki kadına kırbaç



Endonezya’da Ramazan ayında, oruç tutulan saatlerde yemek sattığı gerekçesi ile iki kadın kırbaç cezasına çarptırıldı
Şeriatla yönetilen Endonezya'da 27 yaşındaki Murni Amris ile 22 yaşındaki Rukiah Abdullah, Ramazan ayında, oruç tutulan saatlerde pirinç sattıkları gerekçesiye kırbaç cezasına çarptırıldı.
İki kadına genç kadına şeriat kurallarına aykırı davrandıkları gerekçesiyle verilen ceza geçtiğimiz günlerde yerine getirildi.
Cezanın infazını izlemek için yüzlerce kişi camide toplandı ve kadınların sırtlarına inen kırbaçları adeta "huşu" içinde izledi

Örtünen kadın sayısı artıyor


Son 8 yılda yapılan 3 araştırmanın çarpıcı sonucu: 2003’te başını örten kadınların sayısı 14,6 milyondan, 17,9 milyona çıktı
Radikal yazarı Tarhan Erdem, son 3 yılda yapılan türban araştırmasının sonuçlarını bugün köşesine taşıdı.
İşte o yazı; İkinci konu: Üniversitede mahalle baskısı nasıl önlenecek Demokrasinin düşünülmediği zamanlarda bile, eşitlik ve güvenliği temsil eden bazı meslek sahiplerinin, inançlarının simgelerini taşımalarından kaçınılmıştır.
Hakimlerin peruk takması, polis ve askerin üniforma giymeleri bu nedenledir. Üniversite öğrencilerinin ileride mesleklerini icrasında “inançlarının gereğini”, sınır ve ölçü tanımadan, uygulamalarının sakıncası ortadadır.
Önce bunu konuşmalı ve çözümlemeliyiz. İkinci konumuz, üniversitede “mahalle baskısının” nasıl önleneceğidir.
Yüksek öğretim kurumları yöneticilerinin düşünmeleri gereken budur. Bugün, kadınlarının yüzde yetmişi örtünen bir toplumun kızlarına, okula örtünmeden gelmelerini yasa kurallarını ileri sürerek söylemişiz.
Bu serbest bırakıldığında mahalle baskısının sonucu ne olacaktır? Çevre baskısıyla bütün yüksek öğretim gençliğinin başını örtmesi durumunda, demokrasiyi yaşatıp yaşatamayacağımızda tereddütler vardır. Elimde son sekiz yılda yaptığımız üç araştırma sonucu var.
Ülkemizde başını örten insan sayısı artmaktadır. 2003’te başını örten kadınların sayısı 14,6 milyondan, 17,9 milyona çıkmıştır. Bu artış nüfus artış hızından az da olsa fazladır.

Aydınlı 'Fatmagül'ün Suçu Ne?'


'Fatmagül’ün Suçu Ne' dizisindeki dramın bir benzeri yaşandı.

Evliliğe hazırlanan 16 yaşındaki zihinsel engelli kızı kaçırıp, ağzını koli bandıyla kapattıktan sonra tecavüz eden üç genç tutuklandı.

Aydın’da, 19, 21 ve 23 yaşındaki üç erkek, evliliğe hazırlanan 16 yaşındaki zihinsel engelli kızı kaçırdı. Ağzını koli bandıyla kapattıkları talihsiz kızı dövüp, defalarca tecavüz eden saldırganlar yakalandı.
Aydın’da, “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisindeki dramın bir benzeri yaşandı. Çine İlçesi’ne bağlı Akçaova Beldesi’nde annesi S.C. (34) ve babası M.C. (45) arasında çıkan kavgayı 300 metre uzaklıktaki Akçaova Jandarma Karakolu’na bildirmek üzere geçen çarşamba yola çıkan zihinsel engelli S.C.’yi (16) aynı mahallede oturan işsiz Fatih Baysal (19) ve celep Ahmet Demir (21) durdurdu.
S.C.’yi jandarmaya 100 metre uzaklıktaki Akçaova İlköğretim Okulu’na götüren 2 kişi, marangoz arkadaşları Mehmet Çamlı’yı (23) da yanlarına çağırdı. 3 kişi, ağzını koli bandıyla kapadıkları kızı okulun arka tarafındaki konferans salonuna soktu.
Burada defalarca tecavüze uğradığı bildirilen kız, daha sonra üç saldırgan tarafından otomobille ormanlık alana götürüldü.
"AİLESİNE SÖYLEMESİN" DİYE DÖVDÜLER
Gece ilerleyen saatlere kadar dövülüp defalarca tecavüz edilen S.C., olanları kimseye anlatmaması için tehdit edildikten sonra belde yakınlarına bırakıldı.
Ailesinin her yerde aradığı zihinsel engelli genç kız S.C., gece yarısı eve gelip sessizce odasına çekildi. Kimseyle konuşmak istemediğini söyledi, fakat ertesi sabah başından geçenleri kuzeni A.C.’ye anlattı.
Bunun üzerine ailesi soluğu jandarmada aldı. Baysal, Demir ve Çamlı gözaltına alındı. S.C.’nin yapılan sağlık kontrolünde defalarca tecavüze uğradığı saptandı.
HALK TECAVÜZCÜLERİ LİNÇ ETMEK İSTEDİ
3 şüpheli mahkemece tutuklanırken, adliye önünde toplanan 100 kişilik grup şüphelileri linç etmeye kalkıştı. Zihinsel engelli S.C. vücudundaki ve kolundaki morlukları göstererek, “Nişanlıyım, evlilik hazırlığı yapıyordum. Bu hayvanlar hayatımı kararttı. Assınlar bu adamları, en ağır cezayı versinler” diye ağladı. (milliyet)

Sakine için karar: İdam!


İran'da zina ve cinayetten suçlu bulunan Sakine Aştiyani hakkındaki recm cezası asılarak idama çevrildi.


Başsavcı, zina suçlamasıyla ölüme mahkum edilen Sakine Aştiyani'nin cinayetten de suçlu bulunduğunu, bu nedenle asılarak idam edileceğini açıkladı.
Recm cezasına büyük tepki gösteren uluslararası toplum Tahran'a cezadan vazgeçmesi için yoğun baskı yapıyordu.
İran Başsavcısı Hüseyin Muhsinecehi basın toplantısında, Aştiyani’nin hem cinayetten hem de zinadan suçlu bulunduğunu söyledi ve “Cinayet suçu zinanın önüne geçer” dedi. İran’da cinayetten suçlu bulunanlar asılarak idam edilirken, zina yapanlar taşlanarak öldürülüyor. Muhsinecehi, mahkemenin Aştiyani hakkında karara vardığını belirtti. İran yönetimi Aştiyani’ye verilen ceza ile ilgili sık sık çelişkili açıklamalar yapıyor. Nitekim İran Dışişleri Bakanlığı da dün Aştiyani ile ilgili kesin bir kararın alınmadığını bildirdi.

Hadım edilmek için gönüllü oldu!

Tecavüzün önüne geçmek için üzerinde çalışılan cezayla ilgili, bir mahkum "üzerimde deneyebilirsiniz" dedi.
Çocuk istismarı ve tecavüzün önüne geçmek için AK Parti milletvekilleri Aşkın Asan ve Alev Dedegil’in üzerinde çalıştığı suçlululara “kimyasal kastrasyon” cezasıyla ilgili bir mahkûmdan ilginç bir teklif geldi: “Bu yöntemi bende deneyebilirsiniz, gönüllüyüm.”Hürriyet'in haberine göre, Türkiye, ceza kanunlarında yapılacak değişiklikle “Elektronik pranga ve ev hapsini” tartışırken, çocuk istismarı ve tecavüz suçlularına Avrupa ülkelerinin bir kısmında uygulanan kimyasal kastrasyon (ilaç yoluyla cinsel isteğin azaltılması) cezası verilmesi için çalışma başlatıldı. Ak Parti milletvekilleri Aşkın Asan ve Alev Dedegil’in hazırladığı yasa teklifinde yer alan bu yöntemin tasarıya monte edilmesi için kulis yapılıyor."BU KONUDA GÖNÜLLÜYÜM"Tartışmalar sürerken, cezaevinde tecavüz suçlusu olan bir mahkûm, milletvekilleri Asan ve Dedegil’e mektup gönderdi. Kendisini “kader kurbanı, haksızlığa uğramış biri olarak” tanımlayan mahkûm, mektubunda, “Cinsel gücü ortadan kaldıracağı söylenen yöntemi ilk olarak benim üzerinde deneyebilirsiniz. Bu konuda gönüllü olmaya razıyım” diye yazdı.İKİ DESTEK, BİR İTİRAZYasa teklifinde kimyasal kastrasyonun yanı sıra kadınlara ve çocuklara tecavüz edenlere verilen hapis cezalarının artırılması, ensestin bağımsız bir suç olarak tanımlanması, tecavüz edene mağdurun bulunduğu kente giriş yasağı getirilmesi, okullarda iyi ve kötü dokunma dersi verilmesi gibi öneriler de bulunuyor. Teklife Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı destek verirken, Adalet Bakanlığı insan hakları ve yasama tekniği açısından bazı maddelerine itiraz etti.ELEKTRONİK PRANGA YIL İÇİNDE KURUL'DAElektronik prangayla ilgili açıklamalarda bulunan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “Elektronik sistem hem tutuklu hem de hükümlüler için uygulanabilir. Ancak kararı parlamento verecek. Tutukluluk hallerinde en fazla 10 yıl, adli kontrol çerçevesinde, hâkim tak-diriyle elektronik pranga uygulaması yapılabilir. Bu yıl içinde tasarıyı önce Bakanlar Kurulu’na, ardından Meclis’e gönder-meyi düşünüyoruz” dedi.

Tecavüzcüleri 'hadım etme' yasa teklifi!


AKP'li 2 kadın vekil tasarıya son şeklini veriyor. Fakat kimyasal ilacın erkekleri kadına benzetmesi iddiası da ortada!
AKP'li iki kadın vekilin yasa teklifindeki en dikkat çeken öneride tecavüz suçunu birden fazla işleyenlere verilecek hormonla cinsel istek ve şiddeti körükleyen testosteron hormonu üretimi azaltılıyor
Çocuklara cinsel taciz ve tecavüzde bulunanların "kimyasal ilaçla hadım edilmesi" AK Parti'nin gündeminde. AKP ve ilgili bakanlıklar, Alev Dedegil ve Aşkın Asan'ın gündeme getirdiği öneriyle ilgili çalışma başlattı. Tasarının önümüzdeki aylarda Meclis'e sunulması bekleniyor. AK Partili Alev Dedegil, çok sayıda Avrupa ülkesinde bu yöntemin uygulandığını, bu örnekleri inceleyerek bir hazırlık yaptıklarını söyledi. TBMM Adalet Komisyonu Başkanvekili Hakkı Köylü, bu cezanın denetimli serbestlik kapsamında uygulanabileceğini de söyledi. Buna göre, cezasının bir bölümünü çeken hükümlülere, kimyasal hadım şartı ile ceza indirimi uygulanacak ve tahliye sağlanacak. ÜNİVERSİTE VE SİVİL TOPLUMLA AK Parti İstanbul Milletvekili Alev Dedegil ve Ankara Milletvekili Aşkın Asan, çocuk ve kadınlara cinsel taciz ve tecavüzlerin önlenmesi için kapsamlı bir çalışma yaptı. İki vekil, Batı'daki bazı uygulamalardan yola çıkarak hazırladıkları yasa teklifini AK Parti grubuna ve hükümete verdi. Teklifte, kadınlara ve çocuklara tecavüz edenlere verilen hapis cezalarının belli oranlarda arttırılmasının yanında ensestin bağımsız bir suç olarak Türk Ceza Kanunu'na girmesi de yer aldı. Üniversiteler ve birçok sivil toplum örgütüyle birlikte çalışılıp hazırlanan teklifte, taciz ya da tecavüz edene mağdurun bulunduğu kente giriş yasağı getirilmesi; profesörlük, mimarlık ya da mühendislik gibi ünvanların geri alınması, suçlunun mallarına el konulması, okullarda cinsel istismar, iyi ya da kötü dokunma dersi verilmesi, tacize uğrayan çocuklar için özel merkezler kurulması gibi önlemler de sıralandı. Önerilerden biri de taciz ve tecavüze uğrayan çocuklara ilk müdahalenin polis ya da jandarma yerine psikologlar tarafından yapılması oldu. AK PARTİ İNCELİYOR Teklifteki en dikkat çeken öneri ise çocuklara yönelik cinsel taciz ya da tecavüz suçunu birden fazla işleyenlerin kimyasal kastrasyona (vücuda kimyasal madde enjekte edilerek, kişinin kendi başına cinsel ilişki başlatma imkanının ortadan kaldırılması) yani kimyasal hadıma tabi tutulmasıydı. Öneriler, AK Parti ve hükümet tarafından da tartışılmaya başlandı. AK Parti genel merkezi, parti grubu, kadın ve aileden sorumlu bakanlık, adalet ve sağlık bakanlıkları da çalışma başlattı. Kimyasal hadım da dahil olmak üzere teklifteki tüm öneriler tek tek masaya yatırıldı. Kimyasal hadım cezasına yönelik olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, insan hakları ile ilgili Türkiye'nin de taraf olduğu sözleşmeler de dikkate alınarak bir karar verilecek. Şu aşamada cinsel taciz ve tecavüze uğrayan çocuklara yönelik merkezler oluşturulması ve ilk müdahalenin psikologlar tarafından yapılması önerisine sıcak bakılıyor. Hükümet, içinde kimyasal hadım olmasa bile cinsel taciz ve tecavüz suçlarının önlenmeye yönelik tasarıyı Meclis'e gönderecek. KİMYASAL HADIM Kimyasal hadım; Kanada, Hollanda, İsveç, Danimarka, Polonya gibi ülkelerde gönüllülük esasına göre uygulanıyor. ABD'nin bazı eyaletleri, Çek Cumhuriyeti, Filipinler'de ise hadım ceza olarak veriliyor. İtalya, Fransa ve Avustralya kimyasal hadım cezasını tartışıyor. Uygulama kapsamında suçlulara ilaçla ya da enjeksiyon yapılarak hormon veriliyor. Bu hormon erkeklerde cinsel istek ve şiddeti körükleyen testosteron hormonunun üretimini azaltıyor. Kimyasal hadım kişilerde kalıcı bir sonuç yaratmıyor. İlaç verilmesi kesildikten sonra kişilerde cinsel isteklilik yeniden başlayabiliyor. Ancak ilaçların insanlara zarar verdiği ve erkekleri giderek kadına benzettiği yönünde eleştiriler de var.

KİMYASAL YOLLA HADIM yasası


Polonya hükümeti, sübyancılar ve ensest ilişkiye giren kimselerin "kimyasal yoldan hadım edilmesi" için yasa tasarısı hazırladı.
Hükümet tarafından yapılan açıklamaya göre, yakında meclise sunulacak yasa tasarısında, reşit olmayan birine veya aile yakınlarından birine tecavüz eden kişi, cezaevinde cezasını çektikten sonra ilaç tedavisine tabi tutulacak. Mütecavizin hadım edilmesine yönelik mecburi tedavi şeklini; psikiyatrlar, seksologlar ve psikologları dinledikten sonra mahkeme belirleyecek. Tecavüze verilen hapis cezaları da artırılıyor. Sanıklar, 15 yıla kadar hapisle cezalandırılabilecek. Eylül başında tutuklanan ve kendi kızına 6 yıl boyunca tecavüz ettiği anlaşılan bir adam Polonya'da infial uyandırınca Başbakan Donald Tusk, bu konuya özellikle eğileceklerini açıklamıştı.

Fizik Nobeli’ni maalesef Sovyetler Birliği kazandı


Bu yıl grafen adı verilen bir karbon bileşiğinin oluşturulmasında sağladıkları başarıdan dolayı iki bilim insanının aldığı Fizik Nobel ödülünün arkasından Sovyetler Birliği’nin çözülüşü çıktı.
2010 yılı Fizik dalında Nobel ödülü, grafen ismi verilen iki boyutlu bir karbon bileşiğinin labaratuar ortamında üretilmesinde ve özelliklerinin incelenmesinde gösterdikleri çabalardan ötürü Manchester Üniversitesi’nden iki profesöre, Andre Geim ve Konstantin Novoselov’a, verildi.
İkilinin üzerinde çalıştıkları grafen, atom kalınlığında olduğu için iki boyutlu olarak tanımlanan, karbon atomlarının altıgen bağlantılarla bir düzlemde yan yana geldiği bileşik olarak tanımlanıyor. Fiziksel açıdan bilinen en sağlam madde olarak tanımlanan grafen, bu özelliğine elektrik iletkenliğinin yüksek olması da eklendiğinde, önümüzdeki yıllarda süper iletkenler başta olmak üzere birçok başlıkta bilim ve teknoloji dünyasını etkileyecek bir buluş olarak kabul ediliyor. Nitekim kendisine ve meslektaşına Nobel Ödülünü kazandıran grafen hakkında Andre Geim, “Plastik hayatımızda ne değiştirdiyse grafen de aynı potansiyele sahip” açıklamasını yapıyor.
Rusya’da doğmuşlarGeim ve Novoselov’un Nobel Fizik ödülünü kazanmalarıyla ilgili basında çıkan birçok haber ikilinin Rusya doğumlu olmalarına vurgu yaptı. İki bilim insanının yaşları düşünüldüğünde ilk akla gelmesi gereken Sovyetler Birliği ise hiçbir haberde yer almadı.
Konuyla ilgili görüşleri sorulan Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medyedev, Interfax haber ajansına yaptığı açıklamada “Yetenekli insanlarımızın yurt dışına gitmemeleri için çaba göstermemiz gerekiyor” diyerek “üzüntülerini” dile getirirken sorunun temelinde “bilim insanları için çekici ortamın oluşturulmaması” yattığını öne sürdü.
Oysa sırasıyla 51 ve 36 yaşlarında olan Geim ve Novoselov’un neden bugünkü Rusya’da değil de bir Avrupa ülkesinde bu ödülü aldıkları sorusunun arka planında, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası bilimi, piyasanın insafına terk ederek iç ve dış “beyin göçü”nü destekleyen ve özendiren bilim politikaları yer alıyor. Bilineceği üzere, bugünkü Rusya’nın eğitim kurumlarından mezun bir çok bilim insanı yurt dışına gitmedikleri durumda bilimle uğraşmak yerine ülke içindeki kapitalist şirketlerin kuruculuğunda yer alıyorlar.
Bilimin çözülüşüÖnümüzdeki yıllarda adlarından çokça bahsedilecek olan Manchester Üniversitesi mensubu iki profesör de, temel üniversite öğrenimlerini aynı okuldan, Moskova Fizik ve Teknoloji Enstitüsü’nden (MIPT) almışlar. MIPT, bugün belli oranda azalsa da Sovyetler Birliği zamanında hem eğitimi hem de mezunlarıyla “efsane” olarak anılan bir enstitü olarak tanınıyor.
Nitekim, 1990’ların başında Rusya’dan ayrılan Geim, Nobel’i kazanmalarıyla ilgili olarak bir televizyon kanalına yaptığı açıklamada Sovyetler döneminde aldıklar eğitimden “Böyle bir eğitimi hiçbir yerde alamazsınız, ne Harvard’da ne de Cambridge’de” diye bahsederek altyapılarının oluşmasında içinde yer aldıkları eğitim sürecini öne çıkardı. Geim’in eğitim gördüğü MIPT’ın Fizik Fakültesi Dekanı Mikhail Trunin de yaptığı açıklamada ikilinin üniversitede gördükleri eğitimin ve Çernogolovka’da yaptıkları araştırmanın aldıkları ödülde önemli bir rol oynadığını belirtirken verdikleri eğitimi “(burada) düşünmeyi öğrendiler” diye özetliyor.
Teorik ve uygulamalı fizik başta olmak üzere kimya, matematik ve diğer temel bilimlerde Sovyetler Birliği’nin en prestijli üniversitesi olan MIPT özellikle uyguladığı özgün eğitim sistemi ile biliniyor.
MIPT, ABD’nin II. Dünya Savaşı’nın sonunda Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı nükleer bombalarla başlattığı döneme cevap verebilmek, ülke içindeki bilim çalışmaları için öncü görev üstlenmek ve alanında önde gelen bilim insanlarını biraraya getirmek için 1951 yılında kuruluyor. Kar amacı güdülmeden ülke güvenliği ve çıkarları doğrultusunda oluşturulan müfredatı, kısa zamanda birçok Sovyet genci için üniversiteyi ilgi merkezi haline getiriyor. Bilinen dört yıllık üniversite eğitimi sonrası iki yıl yüksek lisans ve dört yıl doktora eğitimi ile süren eğitim modeli yerine MIPT’te altı yıllık tek bir program uygulanıyor. İlk üç yılında teorik eğitime yoğunlaşan ve her öğrencinin ilgi alanına göre ülkenin önde gelen bilimcileriyle beraber kendisine ait bir ders programına sahip olduğu okulda, sonraki üç yıl ise ülkenin en önemli labaratuarlarında uygulamalı araştırma başlıklarıyla geçiyor. Öğrenciler burada yaptıkları araştırmalar sırasında MIPT programıyla bağlantılı olarak araştırma yaptıkları kurumdan da ders almaya devam ediyorlar.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü önceleyen dönemde MIPT ve benzeri üniversitelerin mezunları, sahip oldukları eğitim ve uygulama altyapısı ile devlet içerisinde saygın projelerde ya da üniversitelerde araştırma faaliyetlerinde yer alabiliyorlardı. Çözülüş öncesi ve sonrasında ilgili üniversitelerin müfredatlarında ve eğitim sistemlerinde önemli oranda değişiklikler meydana gelmese de, bilim kurumlarına ve teknoloji araştırma merkezlerine devlet bütçesinden ayrılan payın giderek azalması, hem çalışma koşullarını önemli ölçüde kötüleştirdi hem de ilk defa işsiz bilim insanı ordusu ortaya çıktı.
Sovyetler Birliği zamanında yetişmiş insan gücünün farkında olan ve çoğu durumda alanında ün yapmış kişileri ülkeden kaçırma yolunu tercih eden başta ABD ve Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, bu dönemde kendi göçmen yasalarında yaptıkları değişikliklerle bugün Andre Geim ve Konstantin Novoselov’un Nobel ödülü almasına yol açan süreci hazırladılar.
Örneğin ABD, çözülüşün hemen sonrasında 1992’de çıkardığı ve açıkça Sovyet Bilimcileri Göçmenlik Yasası adını verdiği kanunla, iş teklifi olmadan 750 bilim insanı ve mühendisin kendi ülkesine göç etmesine olanak tanıdı. Takip eden yıllarda güncellenen bu yasa, en son 2005’te 950 kişilik bir vize olanağına imkan tanıyacak şekilde güncellendi.

5 Ekim 2010 Salı

Demokratikleşmenin tek yolu

Din ve ordunun oluşturduğu iki koltuk değnekli sistem yürümez.
İngiltere'nin dünyanın ilk demokrasisi olmasının, sanayi devrimini ilk başaran ülke olmasının nedenleri, sosyal bilim araştırmalarının başlıca konularındandır. Hele demokrasiye, özgür düşünceye, insan haklarına ilişkin entelektüel birikim ve üretimin Hollanda, Fransa, Almanya gibi ülkelerde İngiltere'dekilere nazaran çok daha büyük olmasına rağmen; dahası Fransa ve Almanya'da bilimsel ve teknolojik çalışmalarla buluşların İngiltere'ye fark atmasına rağmen, Britanya Adası üzerindeki bu küçük ülkenin demokrasi ve sanayileşmedeki öncülüğü yakalaması gibi bir "mucize", çokça mürekkep akıtılmasına neden olmuştur. İngiliz demokrasisi ve sanayi devriminin oluşumu gibi devasa ve bir o kadar da dünyanın kaderini değiştirmiş olan süreçleri bir, iki nedene bağlayarak sade ruhları tatmin edecek cevaplar oluşturmak mümkün. Ama bir ada ülkesinin öne geçmesinin arka planında gerçekte bütün dünya tarihinin taşıdığı suların belli bir yatağa dökülmesi yer alır. Kısaca ve yalnızca birkaçını işaret etmek üzere, kapitalizmin oluşumu, coğrafi keşifler, ulusal pazarın ortaya çıkması, sömürgecilik, İngiltere'nin adasallığı ve Avrupa savaşlarının dışında kalması gibi yüzlerce başat faktör, bu ülkenin havuzuna su taşıyacaktır ve sonuçta İngiltere'yi demokrasinin ve sanayinin beşiği haline getirecek iki çok önemli olgu, ilk önce bu ülkede meydana gelecektir: Askerliğin (ordunun) ve dinin (Kilisenin) öneminin azalması. İngiltere'nin, Katolik Kilisesi'nin ekümenizminden koparak kendi ulusal kilisesini kurmasıyla başlayan süreç içinde, Lucien Febvre'in harika saptamasıyla "dünya düzenine ilişkin yeni bir temel keşfetmenin şart olması" bağlamında, bilimsel değerler önce dinsel değerlerle eşitlenmiş, sonra da onları geride bırakmıştır. Böylece Max Weber'in "dünyanın büyüsünü kaybetmesi" olarak adlandırdığı bu geniş çaplı hareket içinde, dinsel alan yok olmamış, ama kamusallıktan giderek uzaklaşıp, özel bireysel yaşamların gündeliğinin bir parçası haline gelmiştir. Gene İngiltere'de, soylu toprak sahiplerinin (aynı zamanda orduyu oluştururlar) feodalitenin tasfiyesi süreci içinde önce toprak rantiyesi, sonra da ticari ve sınai müteşebbis haline gelmesi esnasında, askerlik giderek yönetim yetkisinden kopmuştur. Ordu, yönetimin bizatihi kendisi olmaktan çıkarak sivil yönetimin alt organlarından biri haline gelmiştir. Bu süreçler diğer Avrupa ülkelerinde de yaşanacaktır. Fransa'nın, ordunun ve Kilise'nin denetimsizliğini kırması ancak 1789'da mümkün olacak, ama bu iki güç kendini zaman zaman göstermeye devam edecektir. Ordunun siyasal belirleyicilik konumunu tamamen kaybetmesi ve bir hizmet organı halinde konsolide olması için 1958 Cezayir olaylarının yaşanması gerekmiştir. Türkiye, bu sürece daha yeni girdi. İktisadi bağlamı içinde sınıfların oluşmadığı bu ülkede, ordu her zaman başat kurucu irade olarak varlığını sürdürdü. Keza, ulusal bir pazar halinde oluşan bir ülke (devlet) bağlamında, etnik, dinsel ve dilsel bağlantıların önceliğinden azade bir ulus da oluşamadığı için, Osmanlı'nın 16. yüzyıldan beri uyguladığı Sünniliğin üst kimlik olarak dayatılması politikası, din kurumunu (Sünni İslam) en büyük ikinci siyasal aktör haline getirdi. Öte yandan, gerçek veya üretilmiş bir uluslararası tehdit algılaması içinde, ordu, kuruculuğunun yanında kazandığı bir de kollayıcılık işleviyle siyasal alanın çerçevesini belirleyen baş aktör olmayı sürdürdü. Resmi din kurumu da, kitleleri sakin ve uysal tutma işlevini başarıyla yerine getirmesinin karşılığında diğer baş oyuncu oldu. Ama bugün dış tehdit algılaması giderek sıfıra yaklaşıyor. İç tehdit (iç düşman) denen hareketlerin de demokratik talepler olduğu artık yavaş da olsa görülüyor. Bu durumda ordunun koruma ve kollama işlevi epey "işlevsiz" kalıyor. Bu sayede yönetimin bir "alt başlığı" haline getirilmesi kolaylaşıyor. Ama din kesiminde bunların hiçbiri yaşanmıyor. Aksine, bu kesim kendini giderek tek aktör olarak görmeye ve buradan da siyasetin tek belirleyicisi olma noktasına doğru tırmanma egzersizleri yapmaya yöneliyor. İki koltuk değnekli antik sistem dönüşürken, değneklerden birinin devre dışı kalması, buna karşılık diğerinin yerinde durması, toplumu tamamen felç etme tehlikesini taşımaktadır. Çünkü hareket için iki değnek veya iki bacak gerekir. O halde, başta İngiltere'nin sonra da diğer Avrupa ülkelerinin deneyimlerinden yararlanarak, koltuk değneklerinin ikisini de atmak ve kendi bacaklarımızın üzerinde durma alıştırmalarına başlamamız gerekiyor. Bacaklardan biri sivil toplum, diğeri de siyasal toplum. İkisi de birey-yurttaşlar tarafından ve onlardan müteşekkil bir şekilde oluşturulmayı bekliyor. Demokratikleşmenin başka yolu yok.

1 Ekim 2010 Cuma

Evrim karşıtı okul: Üsküdar Lisesi

Üsküdar Lisesi internet sitesinde yer alan 'okudukça' bölümünde 'Evrim Çıkmaz Sokağı Mutasyon', 'Evrim İnancındaki Boşluklar Ara Fosil Çıkmazları' ve 'Kas kasılmasındaki mucize' gibi bilim karşıtı yazılar bilimsel makale olarak öğrencilere okutuluyor.
Üsküdar Lisesi'nin resmi internet sitesinde yer alan “okudukça” bölümünde evrim karşıtı yazılar öğrencilerin okuması için yayınlanıyor.
“Evrim çıkmaz sokağı mutasyon” makalesinde mutasyonun evrim açısından çok önemli değişimlere yol açmadığı belirtilirken, tersi durumda yani büyük değişimlerde ise canlının bir “felaketle” ya da “yıkımla” karşılaşabileceği yazıyor. Aynı makalede mutasyonun iki canlı türü arasındaki farklılıklar nedeniyle imkansız olduğu ve bunun olabilmesi için canlı türleri arasında kimi benzerliklerin mutlaka olması gerektiği belirtiliyor.
Balığın solungacı, kurbağa akciğerine veya bir kertenkelenin bacağı, kuş kanadına ve karada yürüyen bir memelinin ayakları, yüzgece dönüşebilir gibi evrimcilerin iddialarının bilimsel olarak herhangi bir doğruluğunun olmadığını aktaran yazı, bu canlı türlerinin mutasyon geçirmeleri halinde mükemmelliklerini ve canlı yaşam için gerekli olan fonksiyonlarını da kaybedeceklerini bilimsel bir veri olarak sunmaya çalışıyor.
Evrim kuramını savunan bilim adamlarına göre ise mutasyonun evrim açısından hem önemli hem de önemsiz kimi değişimlere yol açabileceği söylenirken, mutasyonun canlı varlıklar için ölümcül veya canlı fonksiyonlarının kaybolması gibi ciddi zararlara yol açmadığı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Bunun yanında mutasyonun sadece iki farklı tür arasındaki geçiş aşaması olarak ele alınması makalenin veya yazarının mutasyon hakkındaki bilgisinin eksik olduğunu gösteriyor; çünkü mutasyonun sadece iki farklı tür arasındaki geçiş ya da evrim aşaması olmadığı aynı zamanda mutasyonun aynı canlı türleri arasındaki geçişi de sağlayan bir aşama olduğu bilimsel bulgularla desteklenen kanıtlara sahip.
Fosiller“Evrim inancındaki boşluklar ara fosil çıkmazları-2” makalesinde ise türler arasındaki geçişlerin ya da nesli tükenen canlıların evrim geçirmediklerine dair en iyi örneklerin fosil kalıntılarının bulunmaması olarak gösteren yazar, ayrıca iki tür arasındaki bedensel farklar yani kol, bacak, göz arasındaki farklar nedeniyle hem geçişin ve bu arada evrimin olamayacağını dolaysıyla bunlara ait fosillerin bulunmamasının bir kanıt olarak gösterilebileceğini belirtiyor. İddialarını daha ileri götüren yazar doğada şimdiye kadar evrime kanıt olarak sunulabilecek bir fosil örneğinin olmadığını yazıyor.
Oysa yazarın aksine doğada binlerce yıl öncesine ait canlı fosili bulunurken, evrimin halen devam ettiğini gösteren fosillere rastlamak mümkün. Bu konuda oluşturulmuş bir fosil kitabı da bulunmakta.
Evrim karşıtı yazarBölümde yazıları yayınlanan makale yazarı Prof. Dr. Arif Sarsılmaz. “Evrim çıkmaz sokağı mutasyon” yazarı olan Prof. Dr. Arif Sarsılmaz hakkında araştırma yapıldığında yazarın başka sitelerde de benzer yazılarının olduğu görülüyor. Özellikle evrim karşıtı sitelerde başka makalelerini de okumak mümkün… Ortaöğretim kurumlarında bilim karşıtı bir kişinin yazılarının öğrencilere tavsiye edilmesinin yanı sıra okulun web sitesine de konulması eğitim kurumlarının ne hale geldiğini gösteriyor.

Okulu çay bahçesine çevirdiler

Avcılar Anadolu Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi’nde okul yönetimi ‘okulun ihtiyaçlarını karşılamak için’ okulun bahçesini çay bahçesi yaptı.
Milli Eğitim Müdürlüklerinden maddi kaynak alamayan okul yönetimleri bu gerekçeyle okullarda ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Okulun bahçesini okul saatleri dışında otoparka çevirmek, öğrencilerin diplomalarını satmak, kayıtlar sırasında zorla bağış almak, yazlık bölgelerdeki kimi okulları yazın otele çevirmek, her sene okul kıyafetini değiştirip öğrencilere kıyafet satmak gibi yöntemler sıkça karşılaştığımız para kazanma yollarının bazıları.
Bu örneğimizde ise ilçenin en işlek bölgesinde, Avcılar Metrobüs İstasyonu yanında bulunan Avcılar Anadolu Teknik Ve Endüstri Meslek Lisesi’nde okul yönetimi ‘çareyi’ okul bahçesinin içine okul dışındaki insanlara hizmet veren bir çay bahçesi kurmakta bulmuş.
Daha ne gibi yöntemlerle karşılaşırız, bilmiyoruz; ama okul yönetimlerinin yaratıcılıklarıyla yarışmak değilse de derdimiz birkaç öneride bulunmak isteriz: İnternet laboratuvarı varsa “internet kafeye” veya “play station kafeye” dönüştürebilirsiniz. Sınıfları ofis olarak kiralamak da gelir getirecek bir fikir olabilir. Okulu otele dönüştürebildiğiniz gibi bahçeye yarı olimpik yüzme havuzu da yaptırabilirsiniz. Kazan dairesi varsa hamuru ve kıymayı getirene lahmacun pişirebilirsiniz.
“Yok, daha neler” demeyin! Yakında Liselilerin Köşesi’nde yaşanmış bu tür örneklerle karşılaşabilirsiniz. Piyasacılık eğitimi bitirir; ama yaratıcılığı geliştirir!

AKP'nin ders kitapları Sovyetlere karşı

"Cami yakma" ders kitaplarına girdi... Ortaöğretim 12. sınıflarda okutulan Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi kitabında Rusya'nın Bolşevik Devrimi'nden sonra Türki Cumhuriyetler üzerinde asimile politikası uyguladığı yazıyor. Türkiye'nin NATO'ya girişi SSCB yayılmacılığını engellemek ve Türkiye'nin güvenliği için olumlu bir gelişme olarak anlatılıyor.
MEB tarafından basılan ve 12. sınıflara okutulan Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi kitabında “Sovyetler Birliği’nin asimile siyaseti” başlığı altında Bolşevik devriminden sonra SSCB’nin Türk topraklarında asimile (Ruslaştırma) siyaseti uyguladığını ve Kırgız, Kazak, Özbek ve Türkmenler arasında Ruslaştırma siyaseti nedeniyle birliğin bozulduğu ve milliyetçiliğin güçlendiği anlatılıyor.
Aynı bölümde Sovyetlerin devletleştirme siyaseti kapsamında camileri ve mescitleri yaktığı ve tahrip ettiği, mal varlıklarına da el koyduğu iddia ediliyor.
Türkiye'de alfabenin değişimi de ilginç bir şekilde anlatılmış. Rusların Türkiye ile Türkmenistan arasındaki bağları kopartmak için Arapça yerine Latin alfabesine geçiş yaptığı, Türkiye’nin de bu alfabeye geçmesiyle “Rus Kiril” harfleriyle karışık bir Latin harf sistemine geçildiği ifade ediliyor.
Kitapta anlatılan olaylarda Bolşevik Devrimi döneminde gerçekleştiğine dair tarih vermemesi dikkat çekiyor. Döneme ait bilgiler 1917’den sonra Türki cumhuriyetler başta olmak üzere diğer bölgelerde bulunan ülkelerin kendi rızalarıyla önce Sovyetler Birliği’ne daha sonra ise ulusların kendi kaderini tayin hakkı siyaseti kapsamında ayrı devlet kurduklarını göstermektedir. Yine devrimden sonra camilerin yakılması ve mallarına el konulması iddialarının ise araştırma yapıldığında ve döneme ait kaynaklara bakıldığında tamamen asılsız olduğu ortaya çıkacaktır. Bu bölgelerdeki ibadet yerleri açık tutulmuş insanların inanç merkezlerine dokunulmamış, dini vakıf ve derneklerin bağış toplaması, insanların inançlarının siyasi malzeme haline getirilmesi engellendiği görülecektir.
Türkiye'nin NATO'ya girişiKitabın “Türkiye’nin NATO’ya Girişi” bölümünde Sovyetlerin Avrupa’ya saldırması halinde yakın yerde üs kurmak isteyeceği ve bunun için Türkiye’yi tercih edeceği belirtilmiş. Türkiye’nin buna karşı NATO’ya girişinin önemli bir hamle olacağının altı çiziliyor. Aynı bölüme ait başka bir sayfada ise Kore Savaşı'na katılan Türk askerlerinin dünya basınında kahramanlar gibi karşılandığı söylenirken buna ait fotoğraflar da bölümde yer alıyor.
Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya savaşında 20 milyon vatandaşını kaybettiği ve ülkesinin yerle bir olduğu bir dönemde savaş çıkaramayacağı ve böyle bir imkanın olmadığı biliniyor. Aynı dönem ve diğer dönemlere bakıldığında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de üs kurmak ve benzeri gibi isteklerinin olmadığı ortaya çıkmaktadır. Kitapta ABD’nin Türkiye’de Jüpiter tipi füzeler bulundurduğu ve ABD’ye ait üslerin varlığı konusu ise hiç işlenmiyor.