30 Aralık 2010 Perşembe

Ege'nin büyük adamları

İzmir Gaziemir Belediyesi iyi bir iş yapıyor, ama araştırması zayıf.
Tarih, aslında hikâye demektir ve kökeninden getirdiği bu özelliğini günümüze kadar belli ölçüde korumuştur. Bunun karşısında 18. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa'da filizlenen bilimsel tarih disiplini veya tarih bilimi yer almaktadır. Geniş kitleler, bilim olarak 'tarih'in bulgularıyla, hikâye olarak "tarih"in anlatılarını ayırmakta zorlanır ve çoğu zaman da kahramanlık, üstünlük, şanlı geçmiş, atalar tapınısı gibi duyguları okşadığı için hikâye tarihi tercih ederler. Hikâye tarih ile bilimsel tarihin ayrıldığı ilk nokta, tarihin tabanının ne olacağına ilişkindir. Hikâye veya efsane tarih, kendine taban olarak etnik veya dinsel bir cemaati seçerken, bilimsel tarih bunu tümden reddederek araştırma tabanı olarak bir coğrafyayı benimser. Bu uzlaşmaz çelişki, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde resmi tarih tezlerinin etnik veya dinsel (bazen ikisi birden) tabanlı olmasından ötürü, bilimsel tarihçiliği hem marjinalleştirir hem de birçok tarihçinin, hikâye tarihçiliğin tabanını benimsemesine yol açar.

Türkiye'de aynen böyle olmuştur. Cumhuriyet'e kadar kabaca kronik (vakanüvis) geleneği içinde kalan Osmanlı tarihçiliği, gündelik olayları İstanbul ve hanedan çerçevesinde, hiçbir sistematik olmaksızın alt alta sıralayan bir yapılanma içinde olmuştur. Batı tarihçiliğiyle temasa geçilmesiyle, özellikle Türk Tarih Kurumu'nun ve Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin kurulmasıyla bilimsel tarihçilik belli bir mesafe kazandıysa da, resmi tarih tezlerinin vurguyu Türklük ve Müslümanlık üzerine vurmakta ısrarlı olmalarının sonucu özellikle ders kitaplarında "hikâye tarihçilik" yönüne doğru büyük bir eksen kayması yaşanmıştır.

Bunun sonucunda ülkenin tarihi, 1071 Malazgirt Savaşı'yla, Türklerin Anadolu'ya girmesiyle başlatılmış, bu toprakların 10 binlerce yıl geriye giden önceki tarihi, adeta yabancı bir ülkeye ait sayılarak görmezden gelinmiştir. Sonuçta bu topraklardaki 1500 yıllık Eski Yunan varlığı, 1700 yıllık Roma-Bizans varlığı, sayısız yerel siyasal-kültürel oluşum yok sayılmış, gene bu topraklarda başlangıcı neredeyse İsa'ya kadar geri giden Hıristiyanlık adeta hiç yaşanmamış gibi davranılmıştır.

Türkiye tarihi, Türklerin ve Müslümanların tarihine indirgenemeyecek kadar geniş, derin ve boyutludur. En azından ilk yerleşik toplumların ortaya çıktığı Neolitik'ten, yani bundan 10-12 bin yıl öncesinden, Çatalhöyük'ten, Göbeklitepe'den başlatılmalıdır. Ulus olmanın yollarından biri de "ulusal tarih" değil, ulusun ülkesinin tarihini doğru dürüst yazabilmekten geçer.

Bu anlayışın kırılmasına yönelik güzel örneklerden biriniyse İzmir Gaziemir Belediyesi sağladı. Başkan, "tarihe mal olmuş altı bilim ve sanat insanının portrelerinin yer alacağı dev rölyef projesinin sezon sonunda tamamlanacağını" söyledi. Bu kişiler Thales, Homeros, Herodotos, Hippokrates, Galenos ve Meryem Ana. Madem bu kadar iyi bir iş yapılıyor, biraz daha dikkatli olunmalı. Miletoslu Thales filozoftur, matematikçi değil. Homeros diye birinin yaşadığı tartışmalıdır, eserinin birçok kişinin zaman içindeki eklemeleriyle oluştuğu bilinmektedir ve yaşadıysa doğum ve ölüm yeri bilinmemektedir. Hippokrates, Kos yani İstanköy doğumludur, Anadolulu değildir. Meryem Ana, Nazareth (Nasıra) doğumludur. İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra ona ne olduğu tarihsel olarak bilinmemektedir. Nerede öldüğüne dair çok efsane vardır ve biri de 9. yüzyılda ortaya çıkan, Ephesos'ta öldüğüne ilişkin olanıdır. Yani Bakire Meryem Egeli değildir, sanatçı veya filozof da değildir. Dinle ilgili kişilerden biri konmak isteniyorsa, o kadar çok aziz, din adamı vardır ki seçmek olanaksız.

Böyle iyi bir iş yapılıyorsa daha iyi araştırılmalı. Ege bölgesi bu açıdan büyük bir madendir. Birkaç örnekle yetinmek üzere, Eski Dünya'nın 7 Harikası'ndan ikisi Ege bölgesindedir. Bunlardan biri olan Ephesos'taki Artemis Tapınağı'nın mimarı Samoslu Theodoros veya diğer harika olan Bodrum'daki Mausoleion'un mimarı Priene'li (Aydın ili) Pytheos'un kabartması konabilir. Dünyanın ilk ve en ünlü şehir plancısı, bugün de kendi adıyla anılan ızgaralı şehir planı tipini yaratan Miletoslu Hippodamos da atlanmamalıdır. Keza Knidos (Datça) antik kentini kuran, buralı büyük mimar Sostratos gibi.

Uzatmaya gelmeyecek kadar geniş bir alan söz konusudur. Antik Ephesos kentinde doğmuş birkaç kişinin sayılması bile, ne kadar büyük bir okyanusta yüzüldüğünü gösterir. Ephesos'un kurucusu An-
droklos, Yunan şiirinin babası Kalkinos, Eski Çağ'ın büyük filozofu Herakleitos, ilk öykücülerden Ksenophon ve yüzlerce diğeri. Bu arada Ege bölgesinde yaşamış Karia, Lykia vb. yerli kültürlere mensup yüzlerce önemli kişi ve Bizans geçmişi saymakla bitmez. Gaziemir Belediyesi iyi bir iş yapıyor, ama araştırması zayıf. Bu eksiği giderirse Türkiye'ye büyük katkısı olacak.

Bütün yollar Roma'ya çıkmaz

Elveda Batılılaşma, elveda hukuk, elveda demokratik sistem!
Bazı kesimlerin kimliksel aidiyetlerinin tabanını korumak için sağlam gerekçelere dayandırmadan reddetmelerine rağmen, en aşağı 16. yüzyıldan bu yana bütün dünyanın temposunu ve rengini veren, ölçüt olarak alınan ve bütün kıyas ile atıfların yöneldiği uygarlık Batı Avrupa'dadır. Çok uzun bir süreç içinde yoğrulmuş ve halen yoğrulmakta olan oluşumdur.

Batı uygarlığının temelini birey-insan meydana getirir. Doğumdan getirdikleriyle hayatı boyunca kazandığı hakların bir manzumesi olan bu birey, bir çokluğun bir birimi değildir, çünkü diğer bireylerle özdeş değildir, yalnızca haklar küresinde eşittir. Bunun siyasal ve kamusal alandaki karşılığı da, haklarını güvenceye almak için siyasetin öznesi olan birey-yurttaş olmaktadır.

Batı'nın, dünya tarihinde ilk ve son kez 'birey'i ortaya çıkaran uygarlık odağı olmasının kökeninde, kendine özgü tarihsel oluşumu yer almaktadır. Kökü Rönesans'a kadar geri giden, ama asıl vurgusunu 19. yüzyılda kazanan derinleşmiş bir inanca göre, Batı kendi kökenini Eski Yunan'da bulmaktadır. Aslında Eski Yunan 'şehir-devletler'i kamusal ve siyasal alanın ortaya çıktığı yerler oldularsa da ekonomi, siyaset ve toplumsallık küçük bir azınlığın (erkek, özgür, toprak sahibi, yurttaş, yani demos) denetiminde olduğu için gerçek kökeni başka bir yerde aramak gerekmektedir.

Çok sayıda saygın bilim adamının, kanaatler ve inançlarla değil, kanıtlar ve gerçeklerle ilgilenmeleri sonucu bugün artık bildiğimiz üzere, Batı'nın kökeni Roma'dadır. Roma'nın çöküşünün ardından yaşanan feodalite, Rönesans, Aydınlanma süreçleri, bugünkü Batı uygarlığını bu temel üzerinde inşa etmişlerdir. Ve Roma'nın Batı uygarlığı içinde izi hemen, dolaysız ve çok net bir şekilde görülen katkısı, Roma hukuku olmaktadır. Çok açıkça, bugün Batı hukuku tamamen Roma'nın geliştirdiği ölçütler üzerinde yükselmektedir.

Roma da, tıpkı Eski Yunan'da olduğu gibi bir şehir-devlet olarak ortaya çıkmıştır, ancak Eski Yunan'ın tersine genişleyen bir yapılanma içinde tüm Akdeniz dünyasını kapsayan devasa bir siyasal varlık haline gelme süreci içinde, gene Eski Yunan'dan farklı olarak çok sayıda etnisite, dil ve dini birarada yaşatma durumunda kalmıştır. Bunun sonucu olarak Roma hukuku, diğer tüm hukuklardan farklı olarak, kendine destek tabanı olarak din, kutsal hükümdar, değişmez ilkeler değil de 'birey'i almıştır. Bu da insanı (birey olarak) esas alan hukukun, yasa önünde eşitlik, kamusal alan, ifade özgürlüğü, eleştirel akılcılık, özel mülkiyete dayalı serbest ekonomi ilkelerine ulaşmasına yol açmıştır. Roma hukukunun inşa ettiği bu yol, bugünkü Batı uygarlık ve hukukuna doğru uzanacaktır.

Roma hukukunun temel özellikleri, aynı zamanda bugün Batı sisteminin dayanağı olan temel ilkelerin birçoğunu meydana getirmektedir. Bunların başında dinsel (fas), örfi (mos) ve hukuki (ius) alanların birbirinden ayrılması gelmektedir. İnsanlık tarihinde böyle bir ayrıma sahip başka bir hukuk sistemi yoktur. Diğer bütün hukuklar bu üç ögeyi birarada ve din şemsiyesi altında tutarlar. Örneğin İslam hukuku, tamamen kelam'a, yani Kuran'a dayanır ve Kuran'ın lafzı gereği bu üç alan birbirinden ayrılmadan dinsel bir bağlam içinde bütünleşir.

Roma hukukunun tüm Batı sistemini ve dolayısıyla bütün dünyayı derinden etkileyen ikinci özelliği, kamu hukuku (ius publicum) ile özel hukuku (ius privatum) birbirinden ayırmasıdır. Bu temel özellik, birey haklarının, hukuk devletinin, özgürlük ve demokrasinin kavramsal ve fiili düzeyde oluşturulabilmelerinin temelinde yer almaktadır. Bu ayrım ile kamunun (devletin de) hakkı birey hakkının önüne ancak nadiren geçebilmektedir. Oysa İslam hukuku da dahil diğer bütün hukuklarda, bireyin haklarını kamuya, yani devlete veya hükümdara karşı savunmak olanaksızdır.

Üçüncü çok önemli özellik olarak, Roma hukuku fiili durumla hukuku birbirinden ayırmaktadır. Yani bir hakkın fiili bir durum karşısında kaybedilmemesini sağlayan bu özellik, bütün hak ihlâllerini önleyebilme veya giderebilme niteliğiyle, gene dünya hukuk sistemleri içinde tektir. Bütün bunlara bir de, Roma yasalarının ilahi kaynaklı olmayıp bizzat yurttaşlar tarafından yapıldığı, yani değişebilir oldukları eklendiğinde, Roma hukukunun bugünün Batı uygarlığının temel taşlarından biri olduğu hemen ortaya çıkacaktır.

Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), hukuk fakültelerinde Roma hukuku anabilim dalı bulunması zorunluluğunu kaldırdı. Bu alanda artık bilim adamı yetişemeyecek ve yeni hukukçular giderek Roma hukuku bilgisinden mahrum kalacaklar. Elveda Batılılaşma, elveda rasyonel ve pozitif hukuk, elveda haklara dayalı demokratik sistem!

Dünya dinin kurdudur

Nüfus cüzdanlarında din hanesine karşı kararın anlamı.
1108 yılında Fransa tahtına çıkan VI. Louis, çok yakın bir çocukluk arkadaşına sahiptir. Suger, Saint Denis Manastırı'nın başrahibidir, ama Louis'nin yanından hiç ayrılmaz, adeta onun başbakanı gibidir. Hem bir din adamıdır hem de devlet adamı, bu nedenle başrahibi olduğu manastırın kilisesinin yerine ihtişamlı gotik bir kilise inşasına girişir. Fransa krallarının çoğu burada yattığı için, bu hem dinin hem de Fransa'nın yüceliğinin ve gücünün simgesi olacaktır.

Sonunda Orta Çağ'ın en muhteşem yapılarından biri ortaya çıkar. Kilisenin her bir tarafı, Kitabı Mukaddes'ten sahnelerin resmedildiği devasa vitraylarla bezenmiştir. Suger, kral dostunu yeni kilisede gezdirirken, Louis sorar: "Bu vitraylar ne işe yarıyor Suger?" Cevap kesindir: "Onlar, halkın din okuludur Majesteleri."

Sanat, ortaya çıktığı ilk andan 19. yüzyılın ortalarına kadar sadece dinin hizmetinde olmuş, dinin görünürlüğünün en önde gelen aracı olarak iş görmüştür. Din, hangi toplumda ve hangi biçim altında olursa olsun, gene 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu dünyanın içinde mevcut olmayı, bu dünyanın temel ögesi ve başat düzenleyicisi olmayı istemiştir. Görünürlüğün peşinden koşmasının temel nedeni budur. Ama siyaset küresi de dinin bu başat konumunu desteklemiştir; çünkü devletler ve hükümdarlar, egemenliklerini dayandıracak ideolojik çerçeve olarak dinden daha uygun bir yapılanma bulamamışlardır.

Ama esasında öte dünya küresine ilişkin sorunsalın alanı olan din, tarihin bu cilvesi yüzünden gitgide dünyevi hale gelmiş ve esas işlevini terk etmiştir. Açıkçası ne kadar görünür hale geldiyse o kadar dünyevileşmiş ve o kadar maddileşerek özsel ruhaniliğinden ve kutsallığından uzaklaşmıştır. Oysa tarihin kaydettiği bütün büyük dindarların, azizlerin, evliyanın, çilekeşlerin... hayat öykülerinin gösterdiği üzere, gerçek din ve dindarlık, gözükmemeye, hatta bu dünyadan el ayak çekmeye dayalıdır. Terimden korkulmazsa, bu dünya dinin kurdudur. Din, görünürlüğü, somuttaki mevcudiyeti arttığı ölçüde bu süfli dünyanın kirli, karışık ve maddi ilişkilerinin içine girer ve yıpranır.

Bunu ilk önce Protestan hareketi fark etti ve dini dünyadan kurtarmak için elinden geleni yaptı, bireyi kendi kendinin papazı ilân etti. Laiklik, köklerinden birini burada bulmaktadır. Diğer kök, Kilise'yi (dini değil) düpedüz lağveden Fransız Devrimi'nin içindedir. Fakat laikliğin bu iki kanalından da geçmeyen Güney ülkelerinde, din, devletle birlikte ve fazlasıyla görünür kalmaya yakın tarihlere kadar devam etmiştir. Bunun en tipik örneklerinden biri, Hıristiyan İspanya veya İtalya'ya giden, Hıristiyan bir İsveçli, bir Alman veya bir Fransız'ın, bu ülkelerdeki seyirlik dinsellik karşısında duydukları büyük şaşkınlıktır. Adım başında duvar nişlerinde bir aziz veya azize heykeli, her yere dikilmiş mumlar, hemen her gün İsa'yı veya bir azizi anmak için yapılan dinsel geçitler... Dinin ruhaniliğini geri kazandığı Kuzey ülkelerinde bunların hiçbiri yoktur ve karnavala dönmüş, devletle kol kola Güney dinselliği, o bölgeden gelen insanları şoke eder.

Ederdi. Artık Güney ülkeleri de, dinlerine gereken saygıyı göstererek onu bu süfli dünyadan kurtardılar. İnancı toplumsallığından ve kimlikselliğinden kurtararak bireyselleştirmek için hâlâ çaba sarf ediyorlarsa da, çok mesafe aldıkları söylenebilir. Biz, metro koridorlarında, otobüs duraklarında, çarşı ortasında, sokaklarda cuma namazı kılınan, günde 100 bin camiden beş vakit hoparlörle ezan okunan, İslami mezheplerden sadece birini devletin bir kurumu halinde resmi din olarak örgütleyen, devlet adamlarımızın dinsel mensubiyetlerini her an açıkladıkları, insanlara sorulmadan ve daha doğumda kimlik belgelerine "dinleri" yazılan, mahkemelerde hâlâ dinsel yeminler edilmesi zorunlu olan, bazı dinsel bayramların resmi tatil olduğu (bazılarının da olmadığı)... bir ülkeyiz. Bu ülkede, resmi makamlar da dahil, herkes diğerlerinin inancını veya inançsızlığını sorgulama hakkını kendinde görüyor. Ve daha beteri, Sünni-Hanefilik dışındaki inanç ve inançsızlıklara her şeyi söylemek serbest, Sünni-Hanefiliği eleştirmek "dine hakaret!"

Ama Batı deneyi, dinin devletin hiçbir şekilde karışmaması gereken kişisel bir sorun olduğunu gösterdi. Bu açıdan, Alevi bir yurttaşımızın başvurusu üzerine davaya bakan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin nüfus cüzdanlarında din hanesinin boş bırakılabilirliğini yeterli görmeyerek, "nüfus cüzdanlarında bir din hanesinin bulunmasının da insan haklarına aykırı olduğu" hükmünü vermesi son derece yerindedir. Çünkü din, doğumdan getirilen ve hiçbir zaman terk edilmesi mümkün olmayan bir hal değil, tamamen bireysel bir tercihtir. O halde nüfus cüzdanlarımızda "tuttuğu takım", "sevdiği renk" gibi haneler nasıl yoksa "dini" hanesi de olamaz.

Sadaka, iktisat öncesi toplumun işareti

Sadaka, iktisat öncesi toplumun işareti
Doğal yaşamda, neredeyse bütün canlı türleri varlıklarını topluluk halinde sürdürürler. Bir beslenme zincirinin ardışık halkalarını meydana getiren bu canlılar açısından bireysel (birimsel) hayatlar değil, topluluğun tümden sürekliliği esastır. O halde doğal yaşamda her tür açısından hayati ilişki, türdeşlerin ve aynı topluluktan olanların katıksız dayanışmasıdır. Dayanışmanın canlı topluluklar için asli kurucu unsur olmasını bozan, insandır. Doğal yaşamda, neredeyse bütün canlı türleri varlıklarını topluluk halinde sürdürürler. Bir beslenme zincirinin ardışık halkalarını meydana getiren bu canlılar açısından bireysel (birimsel) hayatlar değil, topluluğun tümden sürekliliği esastır. O halde doğal yaşamda her tür açısından hayati ilişki, türdeşlerin ve aynı topluluktan olanların katıksız dayanışmasıdır.

Dayanışmanın canlı topluluklar için asli kurucu unsur olmasını bozan, insandır. Bundan 11-10 bin yıl öncesine giden Neolitik Devrim'le bitkileri ve hayvanları evcilleştiren insan ezeli göçebeliğinin yerine yerleşikliği getirirken, aynı zamanda üretimi yani doğanın verdiğinden daha fazlasını ondan çekip almanın yöntemlerini, yani bir gün gelip iktisadın oluşacağı yolları da kurmuştur.

Doğanın kendi programının dışında yer alan üretim faaliyeti, hem insanı yegâne çalışan canlı haline getirmiş hem de topluluktaki herkesin çalışmasına gerek kalmayacak miktarda yiyecek elde edilmesine olanak vermiştir. İşte bazılarının üretim yapmadan varlıklarını sürdürmelerine olanak veren bu artık-ürün, toplulukların doğal bir refleksi olan dayanışmayı siyasal ve ideolojik boyuta taşıyarak aslından uzaklaştıracaktır.

Örneğin Eski Mezopotamya toplumlarında, üreticiler, tanrılara (veya onların hizmetkârları olan rahiplere) ürünlerinden pay vererek, hem onların korumasını kazanmakta hem de toplumsal dayanışmanın bir ticarete dönüşmesine yol açmaktadırlar.

Tanrılara verilen bu pay, daha sonra hemen hemen bütün dinler tarafından düzenlenecek ve "sadaka" genel adı altında kavramlaştırılacaktır. Budizm'den başlamak üzere, bu dinde sadaka, çoğu Batılı gözlemcinin sandığı gibi bir hayırseverlik eylemi değildir. Bizzat din tarafından emredilen bir inanç eylemidir. Budist rahiplere verilmesi zorunlu olan sadaka, müminin kendini din karşısında önemsiz hissetmesine yol açmaktadır. Böylece Budizm'de sadaka, Budist kişinin hayırseverliğinin değil, inancının göstergesidir.

Hıristiyanlık'ta da, sadakanın varlığı benzer ideolojik örüntülerin sonucudur. İsa'nın fakir öldüğünü ve tekrar dünyaya geleceğini vaaz eden Hıristiyan öğretisi, Mesih'in bu ikinci gelişinde gene fakir olacağını ve herhangi bir Hıristiyan'a konuk olabileceğini de söylemektedir. Öyleyse hiçbir Hıristiyan, kapısına gelen bir fakiri kovmamalıdır, çünkü bu İsa Mesih olabilir.

Hinduizm veya Musevilik'teki mantık da aynıdır. Hinduizm'de sadaka, genelde tapınaklara (yani rahiplere) yönelik zorunlu bir bağıştır. Musevilik'te ise bizzat Tevrat'ın bir emridir. Fakirlere verilmesi zorunlu olan sadakanın miktarı dahi din tarafından belirlenmiştir ve "gönülden kopan" bir hayırseverlik değil, ardında cehennem korkusu olan ideolojik bir dayanışma koridorudur.

Sadaka, bütün dinlerde çok belirgin ortak bir özelliğe sahiptir. Günahlardan arınmanın bedelidir. Kişinin serbest iradesinin, hayırseverliğinin, insan severliğinin, laik ve cumhuriyetçi yurttaş dayanışmasının sonucu olmayıp, dinin esaslı emirlerinden birinin yerine getirilmesine ilişkin bir iman tezahürüdür. Daha açıkçası, sadaka veren bir mümin hem imanının bir gereğini yerine getirmekte hem de kendi kurtuluşunu güvenceye almaktadır. Başka bir ifadeyle, sadaka veren kişinin hayırseverliği kendine yöneliktir, sadaka verdiği kişiye değil.

İslamiyet'te ise tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi sadaka, Allah'ın rızasını kazanmak için verilmektedir. İslam'ın beş şartından biri olan zekât, Kuran'da ve hadislerde çoğu yerde sadaka adı altında geçmekte ve zenginliği yeterli düzeyde olanların ödemekle yükümlü oldukları bir cins oransal servet vergisi biçiminde düzenlenmektedir.
Sonuç olarak, para nasıl mal ve hizmetleri satın alabiliyorsa veya mal ve hizmetlerin değerlerini ölçen araç olabiliyorsa, sadaka da müminliği, dinin emirlerine uyma derecesini ölçen bir araç olmuştur, asla bir hayırseverlik koridoru değil.

19. yüzyıla gelininceye kadar dünya nimetlerini Tanrı'nın verdiğine inanılmıştır, bunun İslamiyet'teki karşılığı rızk kavramıdır. En belirgin ifadesini fizyokratik düşüncede bulan bu görüşe göre doğa (Tanrı) cömerttir, ama bazılarına fazla, bazılarına az verir. Tanrı, sadakayı bu nedenden ötürü ve kullarını denemek için zorunlu kılmıştır. Zaten Kalvinizm de tam buraya oturmaktadır. Tanrının bazı kullarını seçtiğine inanan Kalvinistler, başarının bunun simgesi olacağını düşündükleri için var güçleriyle çalışmaktadırlar, ama bunu doğayı cimri olarak algıladıklarından değil, Tanrı'nın kendi kaderlerini nasıl belirlediğini görebilmek için yapmaktadırlar.

Fakat klasik iktisat teorisi bu paradigmayı alt üst etmiş ve doğanın aslında cimri olduğunu, ondan bir şey alabilmek için emek (ve sermaye) sarfetmek gerektiğini ortaya koymuştur. Düşünce âlemindeki bu büyük dönüşüm, uyruğu yok ederek vatandaşı öne çıkaran ve cumhuriyeti bir yurttaşlar şirketi olarak inşa eden siyasal teori ve pratikle birleştiğinde, sadaka gereksiz ve arkaik bir uygulama haline gelmeye başlamıştır. Bunun karşısında devletin tüm yurttaşlara eşit uzaklıkta olma zorunluluğu paralelinde güçsüzlerin kamusal himayesi uygulaması yol almaya başlamıştır. Bu sürecin beraberinde, hayırseverlik dinin zorunlu sadaka kavrayışının dışında profan (dinle ilgisi olmayan) bir koridorda, tamamen insani nedenlerle ve Tanrı'nın rızasını kazanma gibi bir amacı olmadan, laikleşerek kurumsallaşmıştır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Sadaka, kültürümüzde meşrudur" derken, aslında hâlâ doğanın cömert olduğu varsayımına dayalı fatalist rızk kavramsallaştırmasının içinde yer aldığını ve sadaka kültürü aşılmadıkça gerçek yurttaşa ve gerçek hayırseverliğe ulaşılamayacağını ifade etmiş oluyor. O halde İngiliz klasik iktisatçılarını ve en başta da David Ricardo'yu okumak gerekiyor.

Üniversitede bu kez sermayeye yumurta!

Üniversitede yumurtanın hedefi bu kez patronlardı. Akdeniz Üniversitesi'nde konferans veren Yaşar Holding Yönetim Kurulu Başkanı İdil Yiğitbaşı'na bir öğrenci tarafından yumurta atıldı.

Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği'nin düzenlediği Girişimcilik Haftası, Akdeniz Üniversitesi Konferans Salonu'nda düzenlenen törenle başladı. Açılış töreninin ardından Yaşar Holding Yönetim Kurulu Başkanı İdil Yiğitbaşı konferans vermek üzere kürsüye çıktı. Salonda bulunan bir öğrenci, üniversitenin sermayeye açılmasını protesto ederek, Yiğitbaşı kürsüye çıktığı anda bir yumurta fırlattı ve “Üniversitemizde bilim istiyoruz. Sermaye gruplarını istemiyoruz” diye bağırdı.

Yumurta kürsüye isabet ederken üniversitenin güvenlik görevlileri yumurta atan öğrencinin ağzını kapattı ve öğrenciyi yaka paça salondan çıkardı.

Ülkücüler seti bastı



Eşi, çocukları ve sevgilisi arasında kalan Ali Kaptan'ın 1967 yılında başlayıp günümüze kadar uzanacak olan hikayesini anlatan dizinin geçen haftaki bölümünde yaşananlar bir grup ülkücü genci kızdırdı.

Dizideki ülkücü gençlerin sol görüşlü bir genci kıstırıp "Bakalım seni kim kurtaracak" dedikler sahneye tepki gösteren ülkücüler dizinin Fatih Cibali'deki setinde protesto gösterisi yaptı.

Ellerinde "Öyle Büyük Bir Yalan ki", "Ülkücülük Güneştir" pankartları taşıyan grup sete bir de siyah çelenk bıraktı.

Ulema 'Bekaret bozulur' dedi!

Suudi Arabistan Kralı Abdullah'ın kızı beden dersi istedi, ulema, ‘Bekaret bozulur’ dedi

Suudi Arabistan’da şişman kız sayısı artınca Kral Abdullah’ın kızı Prenses Adile, “Kız çocuklara beden eğitimi dersi” çağrısı yaptı. Radikal din adamlarının bu
çağrıya yanıtı ağır oldu.

Suudi Arabistan’da erkek okullarında verilen beden eğitimi dersinin kız öğrenciler için de uygulanması talebi ülkede büyük bir tartışma başlattı. Kral Abdullah’ın kızı Adile’nin, “genç kızlar asında obezite oranı yüzde 51’e, kemik erimesi oranı da yüzde 67’ye çıktı. Çocuklarımız spor yapmıyor. Kız okullarına beden eğitimi dersi şart” demesi üzerine Eğitim Bakanlığı’nda kızların eğitiminden sorumlu bakan yardımcısı Nur el Fayez çalışma başlattı. Kraliyet ailesinin etkin isimlerinden Mekke Valisi Prens Halid el Faysal da bir okul ziyareti sırasında 8 yaşındaki bir kızın yanına gelip, “Ben de erkek kardeşlerim gibi okulda spor yapmak istiyorum” sözleri üzerine “Bu isteğin yerine gelecek” diyerek müjdeyi verdi.

‘Ahlaksız kadın spor yapar’

Başını etkili din adamı Şeyh Abdul Kerim el Kudeyr’in çektiği radikal imamlar, “Sadece ahlak seviyesi düşük olan kadınlar spor yapar. Bakire kızlar spor sırasında yapılan hareketlerle bekaretlerini kaybedebilir, o zaman bu durumu gelecekteki kocalarına nasıl açıklayacaklar. En iyisi kızların evde oturması” diyerek kızlara beden eğitimi dersi verilmesine karşı çıktı. Sonunda radikal imamlar baskın çıktı ve Eğitim Bakanlığı “Kız okullarında beden eğitimi dersi verilmesi kesin olarak yasaklanmıştır” ifadelerini içeren genelge yayınladı.

emine demir'e 138 yıl hapis cezası


Azadiye Welat Gazetesi eski yazı işleri müdürü Emine Demir, gazetede yayımlanan haberlerde terör örgütü PKK'nın propagandasını yaptığı ve örgüt adına suç işlendiği iddiasıyla yargılandığı davada toplam 138 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya tutuksuz yargılanan Azadiye Welat Gazetesi eski yazı işleri müdürü Emine Demir katılmazken, Avukatı Servet Özen hazır bulundu.

Özen, savunmasında müvekkilinin örgütün çağrıları doğrultusunda hareket etmediğini, davaya konu yazı ve haberlerin düşünce ve fikir özgürülüğü kapsamında değerlendirilmesini talep etti.

Verdiği kısa aranın ardından kararını açıklayan mahkeme, Demir'i 2008-2009 yıllarında yayımlanan gazetenin 84 nüshasındaki haberlerde terör örgütü PKK'nın propagandasının yapıldığı ve örgüt adına suç işlendiği gerekçesiyle TCK'nın 314. maddesi uyarınca ''Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek'' ve Terörle Mücadele Kanunu'nun 7-2 maddesi uyarınca ''Terör örgütünün propagandasını yapmak'' suçlarından 84 kez 1 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırdı.

Mahkeme ayrıca sanık hakkında yakalama kararı çıkardı.

18 Aralık 2010 Cumartesi

J.V. Stalin – Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma (1946)

İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır.


J.V. Stalin

Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma (1946)


Stalin: Benimle neyi konuşmak istiyordunuz yoldaş Fadeyev?

Fadeyev (Aleksandr Aleksandroviç Fadeyev. 1946–1954 arası Yazarlar Birliği Genel Sekreteri): Yoldaş Stalin, size danışmak için geldik. Birçokları edebiyatımızın ve sanatımızın bir çıkmaza girdiğini düşünüyor ve biz böyle düşünenleri hangi yola yönlendireceğimizi bilmiyoruz. Bugün bir sinemaya gidiyorsunuz, ateş ediliyor,bir başka sinemaya gidiyorsunuz, yine ateş ediliyor: sinema salonlarımızda, kahramanın dur durak bilmeden düşmanla savaştığı ve ırmaklardan insan kanının aktığı filmler oynuyor. Her yerde yokluklar ve zorluklar gösteriliyor. İnsanlar savaş ve kan görmekten bıktı.

Eserlerimizde başka bir hayatı nasıl göstereceğimize ilişkin tavsiyenizi almak istiyoruz: kanın ve şiddetin olmadığı, ülkemizin karşılaştığı sayısız zorlukların olmadığı geleceğin hayatını. Başka bir deyişle, mutlu ve bulutsuz bir geleceği resmetmenin zorunluluğu kendini hissettiriyor.

Stalin: Konuşmanızda, hayatın, edebiyat işçilerinin, sanatçıların önüne koyduğu temel görev, Marksist-Leninist çözümleme yapma görevi eksik Fadayev yoldaş.

Bir zamanlar I. Petro, Avrupa’ya kapıları açmıştı. Ama 1917’den sonra emperyalistler, sosyalizmin ülkelerine yayılmasından korkarak o kapıyı uzunca bir süreliğine sıkıca kapattılar. İkinci Dünya Savaşından önce radyolar,filmler,gazeteler ve dergiler aracılığıyla bizler dünyaya dişleri arasına kanlı bıçaklar sıkıştırmış kuzeyli barbarlar gibi tanıtıldık. Proletarya diktatörlüğünü böyle resmettiler. Halkımız ayağında hasır terlikler, eski püskü giysiler içinde, semaverden votka içen insanlar olarak gösterildi. Birden bire, bu “hasır terlikli” Rusya, bu mağara adamları, dünya burjuvazisinin alt insanlar olarak tasvir ettiği bu insanlar, karşılarında tüm dünyanın korkuyla titrediği iki büyük gücü – Almanya’daki faşistleri ve Japonya’daki emperyalistleri ezip geçti.

Bugün dünya, böylesi bir kahramanlığı kimin başardığını ve insanlığı kimin kurtardığını bilmek istiyor.

İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır. Yalnızca savaşın ilk altı ayında cephede en az beş yüz bin ve toplamda üç milyondan fazla komünist hayatını kaybetti. Onlar aramızdaki en iyilerdi; onurlu, tertemiz, özverili, sosyalizm için, halkın mutluluğu için mücadele eden fedakar savaşçılardı. Şimdi onları özlüyoruz. Eğer hayatta olsalardı, birçok güncel sorunumuz artık geride kalmış olurdu. Bugün, yaratıcı Sovyet aydınlarımızın asıl görevi, eserlerinde bu sade, muhteşem Sovyet insanını tüm yönleriyle yansıtmak ve bu karakterin en iyi özelliklerini bulup gözler önüne sermektir. Bugün edebiyatın ve sanatın gelişimindeki genel ilke budur.

Nikolay Ostrovski’nin “Ve Çeliğe Su Verildi” romanındaki kahraman Pavel Korçagin bizim için neden değerlidir?

Bunun sebebi her şeyden önce, o kahramanın kendini devrime, halka, sosyalizme sınırsızca adamasıdır, fedakarlığıdır.

Zamanımızın büyük pilotu Valeri Chkalova’nın sinemadaki sanatsal imgesi, Büyük Anavatan Savaşında ölümsüz bir şan kazanan, binlerce korkusuz Sovyet şahin-pilotun eğitimini kolaylaştırmıştır. ‘Kentimizden Çıkan Genç Adam’ filmindeki tankçı Albay Sergey Lukonim, yüz bin kahraman tankçının karakteristik kahramanıdır.

Bu gelenekle devam etmek gerekir. Sovyet halkının kendini kıyaslayacağı ve örnek alacağı komünizm savaşçılarından böyle edebi kahramanlar yaratın.

Elimde, bana yaratıcı Sovyet aydınlarını ilgilendirdiği söylenen soruların bir listesi var. Bir itirazı olan yoksa bu soruları yanıtlayacağım.

Salondan yükselen sesler: Çok soru var Stalin yoldaş! Lütfen yanıtlayın!

Soru: Size göre, çağdaş Sovyet nesir ve oyun yazarları ile film yapımcılarının eserlerindeki başlıca eksiklikler nelerdir?

Stalin: Ne yazık ki son derece önemli eksiklikler var. Son zamanlarda, pek çok edebiyat eserinde, çürümekte olan batının zararlı etkileri altında gelişen bir eğilim açıkça görülüyor ve bu eğilim, yabancı istihbaratlar yoluyla hayatın içine giriyor. Sovyet edebiyat dergilerinin sayfalarında, sıklıkla, Sovyet halkının, komünizmin kurucularının, zavallı ve karakatürize edilmiş bir biçimde tasvir edildiği eserler görülüyor. Olumlu kahramanla alay ediliyor, yabancı olana dalkavukluk savunuluyor, toplumun politik artıklarına özgü kosmopolitizm övülüyor.

Tiyatro repertuarlarında yabancı burjuva yazarların utanç verici oyunları Sovyet oyunlarını geri planda bırakıyor.

Filmlerde önemsiz temalar ağır basıyor ve cesur Rus halkının kahramanca tarihi çarpıtılıyor.

Soru: Müzikteki avangart (yenilikçi) eğilimler ile resim ve heykel sanatındaki soyut ekol ideolojik olarak ne kadar tehlikelidir?

Stalin: Bugün, yenilik kisvesi altında Sovyet müziğinde biçimcilik akımını, resim sanatında da soyut resmi hakim kılmaya çalışıyorlar. Zaman zaman şu soruyu duymak mümkün: ‘Bolşevikler ve Leninistler gibi büyük adamların böylesi önemsiz ayrıntılarla uğraşmaları; soyut resim ve biçimciliği eleştirerek zaman harcamaları gerekli midir? Bunlarla psikiyatristler uğraşsın.’

Bu türden sorular, ülkemize ve özellikle de gençliğimize karşı gerçekleştirilen ideolojik sabotajın rolünün anlaşılmadığını açığa vuruyor. Bu sabotaj sayesinde, edebiyat ve sanattaki sosyalist gerçekçilik ilkelerine karşı eyleme geçmeye çalışıyorlar. Bu ilkelere karşı açıktan açığa konuşamayacakları için, bunu sığınakların ardına gizlenerek yapıyorlar. Halklarının mutluluğu için, komünizm için ve ilerlemek istedikleri yol için savaşan o örnek alınacak insanların imgesi soyut denilen bu resimlere yansımaz. Bu betimlemenin yerini kapitalizme karşı sosyalizmin sınıf savaşını bulanıklaştıran soyut gizemcilik alır. Savaş zamanında kaç insan Kızıl Meydandaki muhteşem Minin ve Pojarski anıtına gelip ilham aldı! Peki ya bükülmüş demirden yapılma, “yenilik” sembolü bir büst, bir sanat eseri olarak bize nasıl ilham verebilir? Soyut bir resim nasıl ilham verebilir?

Tam da bu nedenledir ki, günümüzün Amerikan finans kodamanları modernizm propagandası yapar, bu türden eserlere, gerçekçi akımın büyük ustalarının rüyalarında göremeyeceği, olağanüstü miktarda para verirler.

Sözüm ona popüler batı müziğinin ve biçimci denilen eğilimlerin sınıfsal arka planı vardır. Bu müzik, tabii buna müzik denilebilirse, ritmlerini “shakers” tarikatından almıştır; bu müzik eşliğinde edilen “dans” insanların kendinden geçmesine neden olur, onları şirazesinden çıkmış, her türlü vahşiliği yapabilecek hayvanlara dönüştürür. Bu tür ritmler insanların beynini ve ruh halini etkilemek için psikiyatrların yardımıyla yaratılmaktadır. Bu, bir tür müziksel uyuşturucu bağımlılığıdır ve bunun etkisi altına giren kişi parlak fikirler üretemez, bir hayvana dönüşür, bu insanı devrime, komünizmi kurmaya çağırmak faydasızdır. Gördüğünüz gibi, müzik de savaşır.

1944 yılında, Britanya istihbaratından bir görevlinin kaleme aldığı, ‘düşman ordusunu çökertmede biçimci müziğin kullanımı’ başlıklı bir yönergeyi okuma fırsatım oldu.

Soru: Yabancı istihbarat ajanlarının sanat ve edebiyat alanlarındaki yıkıcı faaliyetleri somut olarak nelerdir?

Stalin: Sovyet sanatının gelecekteki gelişiminden söz ederken bu gelişimin, emperyalist çevrelerin ülkemize karşı geliştirdikleri, sanat ve edebiyat alanlarını da kapsayacak biçimde açılan tarihte eşi görülmemiş ölçekteki gizli savaş koşullarını gözden kaçırmamak gerekir. Yabancı ajanların ülkemizdeki görevi, kültürden sorumlu Sovyet kurumlarına sızmak, büyük gazete ve dergilerin editörlüğünü ele geçirmek, tiyatro ve sinemanın repertuarlarını ve edebi eserlerin yayınlarını mutlaka etkilemektir. Yurtseverliği canlandıran ve komünizmi yaratmada Sovyet halkına öncülük eden devrimci eserlerin gün ışığına çıkmasını her yolu deneyerek durdurmak, komünist inşanın zaferine inançsızlığı yayan, kapitalist üretim tarzını ve burjuva yaşam biçimini yücelten eserlerin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Aynı zamanda yabancı ajanlardan karamsarlık, çöküş ve ahlaki yozlaşma duygularının sanat ve edebiyat alanlarında yaymaları talep ediliyor.

Coşkulu bir Amerikan senatörü “Bolşevik Rusya’yı korku filmlerimizde gösterebiliyor olsaydık, komünist inşayı mutlaka söküp atardık” diyordu. Lev Tolstoy sanat ve edebiyat beyin yıkamanın en güçlü biçimidir diye boşuna dememiştir. Bugün sanat ve edebiyatın yardımıyla kimin ve neyin beynimizi yıkadığı üstünde ciddiyetle düşünmeli, bu alandaki ideolojik sapmaya bir son vermeliyiz. Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik öğesi olduğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir.

Sanat için sanat yoktur. Toplumdan bağımsız, bu toplumun üstünde duran “özgür” sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları, yönetmenler ve gazeteciler yoktur, olamaz. Kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Böyle insanlar var olamazlar.

Eski karşı devrimci burjuvazi geleneklerinin kalıntıları Sovyet halkına hizmet etmek istemiyorlarsa ya da kendini Sovyet halkına hizmet etmeye adamış işçi sınıfı iktidarının karşısında duruyorlarsa, ülkeyi terk etmeleri ve dışarıda yaşamaları için onlara izin veriyoruz. Bırakalım her şeyin alınıp satılabildiği, yaratıcı aydınların yaratma eylemlerinde finansal çekim merkezlerine tamamen bağımlı olduğu, kötü ünlü burjuva toplumundaki “özgür yaratıcılık” kavramı onları ikna etsin.

Ne yazık ki, zamanımızın azlığı dolayısıyla tartışmamızı sonlandırmamız gerekiyor. Sorularınızın tamamını cevaplamış olmayı umuyorum. Sanırım, Sovyet edebiyatının daha ileri gelişimi sorununa SBKP (B) MK’sının ve Sovyet hükümetinin yaklaşımı herkes için açıktır.

Erkek Egemenliği, Kapitalizm ve Doğurganlığın Kontrolü

Kadınlar, Orta Çağ boyunca, "kadın bilgisi" olagelmiş ve onlara kendi bedenleri üzerinde neredeyse mutlak tasarruf yeteneği sağlamış olan doğurganlığa ilişkin bilgi alanından tamamen dışlanmış; doğurmaya mahkum kılındıkları çocuklarla beraber eve kapatılmıştır.

Sosyal bir olgu olarak doğum

Kürtaja ilişkin tartışmaları, 'yaşam- yanlısı/seçim-yanlısı' ikiliğinin bir adım ötesine çekmek, kadınların bedenlerine doğurganlıkları üzerinden nasıl el konulduğunu ortaya koymak; erkek egemenliğine ve kapitalizme ilişkin daha bütünlüklü bir eleştiri yapabilmek için elzem.

Ben de bu yazıda, feminist teorisyenlerin çalışmaları doğrultusunda, erkek egemenliği-kapitalizm-nüfus-doğurganlık konuları arasındaki bağlantıları kurmaya çalışacağım.

Belki öncelikle belirtmem gereken nokta, yapmaya çalışacağım tahlilin, genel olarak "doğum"dan bahsetmediği.

Bu yazı, doğum olgusunun, belirli bir tarihsellik içerisinde, nasıl sosyal olarak kurulduğunu ve bunun da iktidarın belirli bir biçimde tesis edilişiyle olan ilişkisini ortaya koymayı hedefliyor. Nitekim kürtaj, doğum olgusunun nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığıyla doğrudan bağlantılı.

Marx'a yöneltilen 'cinsiyet körü' olduğu yönündeki feminist eleştiri; cinsiyetin, üretim ve yeniden-üretim süreçlerindeki başat rolünü görmemiş olmasına dayanır. Doğumsa elbette, bu yeniden-üretim süreçleri içerisinde merkezi bir yere sahiptir.

Marx'ın nüfus konusunu ele alışı, doğumu nasıl "tamamen doğal" bir olgu olarak kabul ettiğini, dahası, kadınlarla erkeklerin bu olgudan nasıl farklı biçimde etkilendiklerini görmediğini ortaya koyar:

Kullandığı 'artık nüfus', 'doğal artış' gibi kavramlar, nüfusu ekonomik süreçlere mekanik biçimde cevap veren, emek-sermaye çelişkisi dışında bir çelişki barındırmayan bir konu olarak resmeder.

Oysa patriyarka ve kapitalizm ilişkisini inceleyen kimi feminist çalışmalar, kapitalizmin nasıl her zaman erkek egemenliğinden beslenerek kurulduğunu ortaya koyar.

Erkek egemenliği, kapitalizmin tanımına dâhil olmasa da, yani artık değer üretiminin mantığına içkin olmasa da, tarihsel olarak kapitalizm her zaman erkek egemen olmuştur; çünkü kadınların (doğallaştırılmış) ev içi karşılıksız/görünmeyen emeği, sermaye birikimi açısından gerekli bir koşuldur:

"...Karşılıksız emek üzerinde yükselen yeniden üretim alanı, 'özgür' emekçilerin yeniden üretildiği alan olarak kapitalist üretim ilişkilerinin gizli zeminini oluşturur." (1)

Kadın bedeninin bilgisi
İtalyan feminist Sylvia Federici, Avrupa'da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini incelediği çalışmasında (2), bu bağlantıya vurgu yapar. Federici'ye göre, kadınların sömürülmesinin ve bedenlerine el konulmasının bu süreçte aldığı biçim, kapitalizmin daha sonraki ;evreleri açısından da belirleyici olmuştur.

'Ev içi' alanın oluşumu, bilhassa doğum ve doğurganlığa ilişkin meseleler, bu yeni sömürü ve el koyma biçiminin merkezini oluşturur.

16. yüzyıl sonu-17. yüzyıl başında, Amerika Kıtası'ndaki İspanya ve Portekiz sömürgelerinde yerlilerin adeta soykırıma uğratılması, Avrupa'daysa çiçek ve benzeri salgın hastalıklar sonucu bir "yoksul kırımı"nın yaşanmasıyla, nüfusta daha önce görülmemiş bir düşüş yaşanır ve yeni oluşmakta olan kapitalizm, ilk küresel nüfus krizini doğurur.

Bu kriz, devletlerin duruma el koyması ve "nüfus çokluğunun, bir ulusun zenginliğinin temelini oluşturduğu" fikrinin nüfusu artırmaya yönelik politikalara tercüme edilmesiyle aşılır. Bu politikaların yürürlüğe konmasıysa, kadınlar açısından çok başka bir çağın başlaması anlamına gelir.

Bu "başka"lık, özellikle "aile"nin kazandığı yeni konumda kendini ortaya koyar: Aile, kapitalist üretim tarzı içinde mülkiyetin aktarılmasını ve emek gücünün yeniden üretilmesini düzenleyen birincil kurum olmanın yanı sıra, cinselliğin ve doğurganlığın devlet kontrolüne alınmasını sağlaması açısından da kilit bir öneme sahiptir.

Öte yandan, devletin bu kontrolü, kadınların emek ve bedenleri üzerinde baba/koca sıfatıyla denetim kuran erkeklerin işbirliğine dayanır ve bu iki denetim biçimi birbirini yeniden üretir.

Fakat Federici'ye göre ; bu yeni çağın karakterini asıl ortaya koyan, içerdiği inanılmaz boyuttaki şiddetle, 'cadı avları'dır.
Gerçekten de, bahsi geçen nüfusu artırmaya yönelik politikaların en önemli ayaklarından biri de gebelik önleyicilere, çocuk düşür(t)meye ve bebek ölümlerine getirilen sert cezalardır.

Doğum kontrolü sağlayan bu tekniklere ilişkin bilgiye sahip olan ve bunu uygulayan kadınlarsa, 'cadı' olarak suçlanır ve öldürülür.
Böylece kadınlar, Orta Çağ boyunca 'kadın bilgisi' olagelmiş ve onlara kendi bedenleri üzerinde neredeyse mutlak tasarruf yeteneği sağlamış olan bu alandan tamamen dışlanmış; doğurmaya mahkum kılındıkları çocuklarla (ki bunlar geleceğin ücretli emek ve ev içi emek havuzunu oluşturacaklardır) beraber eve kapatılmıştır.

Kadınların artık kendilerine ait olmayan rahimleri, sömürgeleştirilebilecek bir 'doğal kaynak' haline gelmiştir: Bu sürecin içerdiği şiddeti göz önünde bulundurarak, Federici bunun "ilkel sermaye birikimi"nin başat bir parçası olduğunu iddia eder.

Öte yandan, tam da aynı dönemde, yeni oluşmakta olan ücretli emek piyasasından dışlanan kadınların emeği, 'ev işleri' olarak kodlanarak değersizleştirilmiştir. Bu cinsiyete dayalı iş bölümü, kapitalizmin bir dünya-sistemi olarak yerleşmesinde en azından uluslararası iş bölümü kadar etkili olmuştur.

Federici'nin bu argümanına belki şunu ekleyebiliriz: Kadınların bedene ilişkin bilgilerin (sağaltıcılık, ebelik, gebelik önleme, çocuk düşürtme gibi) alanından dışlanmasına koşut bir diğer gelişme, biyoloji ve tıp bilimlerinin -tamamen erkeklere ait bilme biçimleri olarak- bu alanı tümden içine almasıyla yaşandı:

18. yüzyıldan itibaren hegemonyasını ilan eden modern biyoloji ve tıp, kadınlığı ve erkekliği yeniden tanımlamakla kalmıyor; bedene ilişkin tek yetkin bilgiyi üretiyor olma iddiasını taşıyor, böylece kadın bedeninin, cinselliğinin ve doğurganlığının kontrolü kadınların elinden tamamen erkeklerin eline geçmiş oluyordu.

Nüfusun kontrolü ve kadınlar

Foucault, 18. yüzyıldan itibaren nüfusun, siyasetin nesnesi haline geldiğini söyler.

Nüfusu kontrol etmeye yönelik bu ihtiyacı kapitalizm çerçevesinde düşündüğümüzde diyebiliriz ki, elbette sermaye, kendinden menkul, kör bir güç olarak üzerimizde hüküm sürmüyor.

Fakat devletlerin -ve 20. yüzyıldan itibaren, giderek (Dünya Bankası, IMF gibi) ulus-üstü kuruluşların- müdahalesi, nüfus hareketlerinin ve aslında insanların hayatlarının, sermayenin çıkarlarına uygun biçimde düzenlenmesinin yolunu açıyor.

Bu süreç, tek belirleyenli olmaktan da hayli uzak: Yukarıdan dayatmanın yanı sıra aşağıdan da destekleyici mekanizmaların, başta erkek egemenliğinin ve yanı sıra çeşitli söylemlerin; öte yandan direnişlerin de oyuna dahil olduğu, oldukça karmaşık bir resim bu.

Bu karmaşık resmin içindeki değişmeyen şey, her halükarda, kadın cinselliğini, bedenini ve doğurganlığını kontrol etmenin bu sürecin çok önemli bir parçası olduğu.

Kürtajın bir 'mesele' haline geldiği durumlarda, kontrole yönelik bu iradenin billurlaştığını görebiliriz; ister kürtaj karşıtlığının yükselişinde, ister kürtajın ve zorunlu kısırlaştırmanın dayatılmasında.

Her iki durumda da erkeklerin doğum konusundaki sorumluluğu yok sayılarak, iktidar doğrudan kadın bedeni üzerinde uygulanır.

Sermayenin çıkarlarının, siyasete yansımasının mekanik bir şekilde gerçekleşmediğini söylemiştik. Fakat genele baktığımızda, kapitalizmin belirli eğilimleri desteklediğini, ayrıca bunu yaparken esas olarak erkek egemenliğinden beslendiğini görebiliriz:

Örneğin, 'nüfus/aile planlaması' adı altında gebelik önleyicilerin, kürtajın ve zorunlu kısırlaştırmanın dayatılması, genellikle 'sürdürülebilir yoksulluk' sınırının aşıldığı, yani yoksul nüfusun 'korkutucu' biçimde arttığı hallerde yaşanır.

Nüfusun bir bölümü (duruma göre bu yalnızca 'yoksullar' da olabilir, 'köylüler' de; 'Kürtler' ya da 'zenciler' de...) tehlikeli bir biçimde 'fazla üremek'le suçlanır; bu da bu toplulukların 'cahilliğine' verilir. (3)

Böylece devletlere ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarına müdahale alanı açılır; kadınlar, doğum kontrol haplarının kontrolsüzce dağıtılmasından, onay almaksızın kısırlaştırmaya uzanan bir yelpaze içinde, çeşitli şiddet biçimlerine maruz bırakılır. (4)

Kürtaj karşıtlığının (ve genel olarak doğum yanlılığının) artmasıysa, emek gücüne ihtiyacın artmasına paraleldir. Fakat burada da hedeflenenin, nüfusu kontrolsüzce artırmak olmadığını söyleyebiliriz:

Öncelikle, nüfusun hangi bölümünün çoğalmasının istendiği bellidir ki bu, egemen ulusun orta ya da alt-orta sınıflarıdır. İkincisi, uzun vadeli bu 'kazanım' uğruna, kısa vadede iş gücünün bir kısmının pazardan çekilip evlere geri yollanması uygun bulunur: Kadınların!

Böylece istihdamın daha yüksek olduğu algısı yaratıldığı gibi (Devlet Bakanı Mehmet Şimşek'in Mart 2009'da yaptığı "İşsizlik rakamlarının yüksek olmasının nedeni, kriz döneminde kadınların iş aramasıdır" minvalindeki açıklamayı hatırlayın) kadınlara daha fazla ev içi emek harcamaları da dayatılır.

Kadınların (kendi) bedenleri ve doğurganlıkları üzerinde kurulmaya çalışılan bu tahakküm, fiziksel zor kullanımı, hukuki yaptırım (kürtaja ilişkin yasaklar ya da aile planlamasına ilişkin katı kısıtlamalar), söylem (milliyetçilik, militarizm, din...) ve temsil ('fazla üreyen cahil kadın' ya da 'çocuk bakamayacak kadar keyfine düşkün, cinsel olarak aşırı aktif, bencil kötü kadın') üzerinden işliyor.

Erkeklerle, sermayeyle ve devletin baskısıyla 'kendimize ait bir rahim' için mücadele ederken, bu mevzilerin her birini göz önünde bulundurmamız şart! (AT/BB)

(1) Acar Savran, Gülnur, "İkinci Basıma Önsöz", sf. 15. Kadının Görünmeyen Emeği içinde, (İstanbul: Yordam Kitap, 2008).

(2) Federici, Sylvia. Caliban and the Witch (Brooklyn: Aotonomedia, 2004).

(3)Oysa çok sayıda çocuk doğurmak, yoksullar açısından bir hayatta kalma stratejisidir: Yoksulluk, dünyanın her yerinde ve her zaman yüksek bebek ve çocuk ölümü oranı anlamına geldiğinden, birkaçının hayatta kalması için çok çocuk doğurmak bir ihtiyaçtır. Öte yandan, hayatta kalan çocuklar erken yaşlardan itibaren hane ekonomisine katkıda bulunmaya başlar.

Ekim Devrimi Kadınları Kurtarabilir miydi?

Yaşanan sosyalizm deneylerine bakıldığında, tek başına sosyalizmin kadınların kurtuluşu için yeterli olamayacağı düşüncesinin kuramsal tartışmalarda gelinen noktanın ötesinde somut örneklerin değerlendirilmesiyle ortaya çıktığı aşikâr.

Karakteristik özellikleriyle tüm dünyadaki sosyalizm paradigmalarını belirleyen kimi sosyalizm pratiklerini incelediğimizde "neden feminizm" sorusuna tarihten gelen cevaplar da bulmak mümkün.

Ekim Devriminin ardından iktidarı ele geçiren Bolşevikler, kadınlara yönelik düzenlemelerle düşüncelerini hayata geçirmeye başladılar.

Devrimden dört gün sonra sekiz saatlik iş gününü getiren bir kararname yürürlüğe kondu ve kadınların uzun çalışması yasaklandı. Kadınların ve çocukların ağır ve sağlıksız koşullarda, yeraltı ve gece işlerinde çalışması da yine aynı kararnameyle yasaklandı.

Devrimden sonraki ilk yılda kadınlarla ilintili olarak çıkarılan kararnameler onlara tam oy hakkı tanır (sadece Norveç ve Danimarka'da vardı), aile reislerinin otoritesine son verir, miras hakkını kaldırır, evliliği gönüllü bir ilişkiye dönüştüren boşanma ve sivil yasaları oturtur, meşru ve gayri meşru çocuklar arasındaki ayrıma son verip, eşit ücret, eşit çalışma hakkı ve ücretli doğum izni verir. Zina ve eşcinsellik ceza yasasından çıkarılır (Rosenberg, 1990: 101).

Evlilikle mutfağın ayrılması

Tüm eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedefleyen Bolşevikler de, kadınların kurtuluşunun tek başına yasal düzenlemelerle gerçekleşmeyeceğinin bilincindeydi.

Kadınlara yönelik düzenlemeler anne evleri, kreşler, çocuk bahçeleri, okullar, ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler ve bakım merkezleri gibi komünal kurumların açılmasını içeren bir dizi yasa ve tüzükle sürdürüldü.

Yapılan yasal değişiklikler için Kollontay "evlilikle mutfağın ayrılması kadının tarihinde Kilise ve Devletin ayrılmasından daha önemsiz bir reform değildir" diyordu.

Bolşevik Partisi kadın seksiyonu

1918 Kasım'ında Lenin'in de önerisiyle düzenlenen Birinci Kadın İşçiler Kongresi aralarında Krupskaya, Inessa Armand ve Kollontay'ın bulunduğu kadınlar tarafından örgütlenir. Partiye bağlı kadın örgütlenmesinin ilk adımının atıldığı bu kongreden sonra yapılan çalışmaların devamında,1919'da Jenotdel (Zhenotdel) adını alan Bolşevik Partisi'nin kadın seksiyonu oluşturuldu.

Neredeyse tüm reel sosyalizm yılları boyunca, hatta hala, sosyalist örgütlerin kadın örgütlenmesi konusunda model aldığı bu örgüt, Bolşeviklerin kadınların kurtuluşuna ilişkin yaklaşımlarının da bir sonucudur. Lenin'in sözleri ise bu yaklaşımın en etkili düzeydeki yansımasıydı.

Elbette ayrı kadın örgütleri kurulması düşünülemez, ama parti için kadın nüfusunun bilinçlilik düzeyini yükseltme sorumluluğunu üstlenecek uygun bir organ geliştirilebilir. Böylelikle, kadınlara Sovyet devletinin kurulması, yani daha iyi bir geleceğin oluşturulması yolunda haklarını nasıl kullanabilecekleri öğretilebilir. (Kollontay, 1986:73)

Patriyarka da kapitalizm gibi bir egemenlik ilişkisidir

Bolşeviklerin kadın ezilmişliğini tümüyle kapitalist sömürüye ve onun ideolojisine bağlıyor olması, erkek egemenliğinin kapitalizmin ve onun ideolojisinin ortadan kalkmasıyla yok olacağını düşünmeleri, bağımsız bir kadın örgütlenmesi fikrini dışlamalarına ve burjuva feminizmi diye damgalamalarına neden olur.

Oysa patriyarka, aynen kapitalizm gibi toplumsal koşulları belirleyen kurucu bir egemenlik ilişkisidir. Kapitalizm sermayenin işçi sınıfının emeğinin sömürüsü üzerinden üretim ilişkileriyle kurulurken patriyarka da yeniden üretim sürecinin ortay çıkardığı egemenlik sistemidir.

Bu nedenle tek başına kadınların ücretli emek gücüne katılıyor olmaları ev içinden başlayarak tüm toplumsal yaşamı denetim altına alan erkek egemenliğinden kurtulmalarını mümkün kılmayacaktı.

Eşit işe eşit ücret hayal olarak kaldı

1919'da kadınların özgürlüğü için yürüttüğü kampanyalarla işe başlayan Jenotdel 1930'lara gelindiğinde hükümetin/partinin önceliklerini tümüyle benimseyerek "Yüzde 100 Kolektifleştirme" kampanyası düzenlemekteydi.

Bağımsız bir örgüt olarak kurulmamış olması sebebiyle, Parti kararlarına karşı kadınları savunma gücü yoktu. Yine de 1932'de feshedildi. Kadınlara yeraltında çalışma yasağı 1933'te kalktı. Aynı yıllarda vasıfsız işlerde kadın emeği yoğunlaşırken eşit işe eşit ücret de bir hayal olmaktan öteye gidemedi.

Kazanımlar geri alındı, kürtaj ve eşcinsellik yasaklandı

Sonrasında eşcinsellik yasaklandı ve ceza kapsamına alındı. 1936 yılında çıkarılan "Anne ve Çocuğun Savunulması" kararnamesiyle kadınların devrim ertesinde aile hukukunda elde ettikleri bütün kazanımlar geri alınırken kürtaj yasaklandı. "Zina" ve "gayri meşru çocuklar" gibi kavramlar yeniden kullanılmaya başlandı.

Boşanma neredeyse imkansız denecek kadar zorlaştırılırken dönemin politik ruhunu en iyi özetleyen ise Stalin'in şu sözleriydi: "İnsana gereksinmemiz var. Yaşamı yok eden kürtaj bizim ülkemizde kabul edilemez".

Kadınların "makus talihi" ve bağımsız feminist hareket

Sonuçta yirmi yıldan az bir süre içinde Rusya'daki kadınlar neredeyse bütün yasal kazanımlarını kaybettiler. Parti hiyerarşisine, sosyalizmi kurma hedefine, dolayısıyla erkek yoldaşlarına bağladıkları umutları, bir direniş gösteremeden yenilmelerine yol açarken, 20. yüzyıl boyunca tüm sosyalizm deneylerinde ve sosyalist örgütlerde, kadınların makus talihinin de temelini oluşturuyordu.

Geniş kadın kesimleri nezdinde, uygulamadaki ve kadın örgütlenmesindeki eksikliğin Marksist teorinin yeniden ele alınmasıyla bilince çıkışı ancak 1960'larla birlikte "bağımsız" feminist hareketin yükselişe geçmesiyle mümkün oldu.

gorbaçov odtü 'de

"Düzen Partisi'nin kan cümbüşlerinde, kurbanlarına karşı bir iftira teranesi kopartmaktan hiçbir zaman geri kalmaması günümüz burjuvasının kendini eski baronların meşru varisi gördüğünü ispatlamaktadır. O baronlar ki, plebe karşı ellerindeki her türlü silahı meşru görürler, plebin elindeki herhangi bir silahı ise suç unsuru sayarlardı"
K. Marks
a) Gorbaçov karşıdevrimci bir bürokrattır
1917 Ekim Devrimi, Rus işçi sınıfının, kendisinin ve insanlığın kurtuluşu yolunda attığı ve bugüne dek bir benzeri gerçekleşmemiş olan devasa bir adımdı. Burjuvazi Rusya'da politik ve ekonomik olarak mülksüzleştirildi; o güne dek aşağılanan, hor görülen, her türlü insani haktan, insanca yaşam olanağından yoksun bırakılan "baldırıçıplaklar" ise, kendilerini soyanları alaşağı edip kendi kaderlerini kendi ellerine alarak, yeni bir çağın, insanın insan tarafından sömürülmediği, sınıfsız ve sınırsız bir dünyanın ilk habercileri oldular. Ekim Devrimi, o güne dek ezilen yığınların, kendi kendilerinin efendisi olabileceğini kanıtladı; ve onlar için, "en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyon kez daha demokratik bir cumhuriyet"in kapılarını açtı.
Ne yazık ki, Ekim Devrimi'nin çaktığı kıvılcım, Avrupa'da devrimin yenilgiye uğramasıyla yalnız kaldı ve zaten çok geri ve işçi sınıfı çok cılız olan Rusya, bir süre sonra, en kararlı komünistlerin iç savaşta yaşamını yitirmesinden, yine birinci dünya savaşı ve iç savaş yüzünden sanayinin ve üretimin iyice daralmasından ve en nihayet Lenin'in ölümünden güç alan bürokratların adım adım denetimi altına girdi. Ekim Devrimi, bürokratik bir karşıdevrimle yenilgiye uğratıldı. Bürokratik karşıdevrim, iktidarı işçilerin elinden aldı; onların iktidar kurumları olan sovyetleri içi boş bir kabuk haline getirdi; bürokrasinin çıkarlarını işçi sınıfının çıkarlarının yerine ikame etti; işçi demokrasisini tamamen ortadan kaldırarak, bürokrasinin tartışılmaz, kadir-i mutlak egemenliğini yerleştirdi. 1927'de, bürokratikleşmeye karşı amansız bir mücadele veren Troçki'nin sürgüne gönderilmesinden İkinci Dünya Savaşı'na kadar geçen dönemde, bürokrasinin egemenliğine direnen onbinlerce Bolşevik katledildi. Yine bu dönemde, Sovyet bürokrasisinin çıkarlarını tehlikeye atmamak adına birçok devrimci gelişmeye ihanet edildi; İspanya'daki iç savaşta dövüşen komünistler kendi kaderlerine terk edildiler ve korkunç kayıplar vererek yenildiler. Nihayet, bürokrasi 1943'te, Hitler'e karşı ABD ve Britanya emperyalistleriyle ittifak masasına oturabilmek için, dünya devriminin temel mevzisi, vazgeçilmez koşulu olan Enternasyonal'i feda etti. Ve 1980'li yıllara gelindiğinde, bürokratik mekanizmalar sarsılmaz bir biçimde yerleşmiş, komünizmle bürokrasinin o iğrenç yüzü kitleler nezdinde özdeşleşmiş, Ekim Devrimi'nden geriye ise, sadece burjuvazinin ekonomik olarak mülksüzleştirilmesi ve onun sonuçları olan kazanımlar (işsizliğin bulunmayışı, ücretsiz sağlık, eğitim gibi hizmetler, vb.) kalmıştı. Bu kazanımları ancak bir kapitalist restorasyon ortadan kaldırabilirdi...

Elbette bürokrasi, kendi ayrıcalıklarını korumak için, sendika ağaları nasıl işçileri kandırmak üzere hamasi nutuklar atıyorlarsa, tam da aynı tarzda uzun yıllar sosyalizm nutukları atmaya devam etti. 1989'a kadar! Yani, uzun yıllardır kapitalist dünya ile girilen ticari ilişkilerin, kapitalizmin dünya ölçeğindeki krizini Sovyetler Birliği'ne taşımasına kadar. İşte o andan itibaren, eski "kararlı komünist" pozlarını bir yana bırakan asalak bürokratlar, patron olmak için birbirleriyle yarışmaya başladılar. Bu, aynı zamanda, kapitalist restorasyon, ve bunun bir sonucu olarak işçi sınıfının geri kalan tüm kazanımlarının da ortadan kaldırılması süreci anlamına geliyordu. Bu sürecin sorumluları, Stalin'den başlayarak, işçilerin çıkarlarının yerine kendi ayrıcalıklarının pekiştirilmesi ve geliştirilmesini geçiren tüm bir Sovyet bürokrasisidir. İşte Gorbaçov, bu asalak bürokrasinin en aşağılık temsilcilerinden biridir!

b) "Piyasa Sosyalizmi"nin muhabbet tellalı: Gorbaçov
Gorbaçov, kendisine para verildiğinde sağa-sola gidip, "piyasanın erdemleri"ni anlatan, üstelik bunu yaparken de piyasa ile sosyalizmi birbirine uyumlu gibi göstermeye çalışan zavallı bir sirk maymununa dönmüştür. Dünya emperyalist egemenliği için, "sosyalizmin öldüğü" yolundaki ideolojik bombardıman açısından bulunmaz bir fırsattır; sık sık kullanılmakta, ve son durumda görüldüğü üzere "turne"lere bile çıkartılmaktadır. TC'nin finans alanında önemli bir kuruluşu da parayı bastırınca dayanamamış, gelip Türkiye'yi de bu konuda "aydınlatmıştır".

Elbette Gorbaçov, ODTÜ'yü, buraya konferans vermeye gelinceye kadar hiç tanımazdı; bu nedenle, konferans teklifini oldukça rahat kabul etti. Açıkçası, ne yönetimin, ne de "güvenlik"ten sorumlu diğer bazı kuruluşların Gorbaçov'u ODTÜ'ye getirmeyi göze alacaklarını hiç ummuyordum; bu yöndeki söylentileri de pek ciddiye almıyordum. Oysa, duvarlara ilanlar yapıştırılmıştı bile; "ekselansları" ODTÜ'ye geliyordu. Emekçilerin sırtına yapışmış sülükler topluluğu bürokrasinin bir temsilcisi olan bu şarlatana birilerinin haddini bildirmesi gerekiyordu ve konferansın olacağı gün, ODTÜ'lülerin oluşturduğu kalabalık kitle kızıl bayraklarla, pankartlarla, dövizlerle binanın önüne yığıldı. Ama elbette içeri alınmadı. Üniversite yönetimi, salona ODTÜ'lüleri almak yerine, hocaları ve ODTÜ'nün açtığı özel lise öğrencilerini almayı tercih etti. Geri kalan yerler ise boş kalabilirdi. Öte yandan, ODTÜ'lülerin konferans salonuna girişini engellemek üzere, kampüsümüzün daimi "konuk"ları olan komandoların yanı sıra, özel muhafızlar, çevik kuvvet polis ekipleri, ve özel tim hazır bulunuyordu. Açıkçası, konferans salonunun bileşimi değil ama, dışarının bileşimi, yani her türden "güvenlik" kuvveti ve onların karşısındaki öğrenciler gerçek ODTÜ'yü yansıtıyordu. Burjuvazinin muhabbet tellalı Gorbaçov konuşmasına gerçek ODTÜ'den gelen slogan sesleri arasında başladı.

c) Olaylar ve tepkiler.
Bundan sonrası bilinen hikaye. Gorbaçov, atılan sloganlardan dolayı konuşmasını sürdüremiyor, müşteri bulamadığını görünce kısa kesip tezgahı topluyor, salondan çıkıyor ve ODTÜ'lülerin attığı yumurtalardan nasibini alarak yeni maceralara doğru koşuyor. Akşam televizyonda olanları izlerken de Marx'ın, Engels'in, Lenin ve Troçki'nin fotoğraflarını taşıyan yüzlerce genç insan görüyor; şaşırıyor; daha sonra görüşme yaptığı Cindoruk'a ise "biz Sovyetleri yıktık, ama siz yıkamamışsınız" diyor. Aslında yanılıyor; çünkü kendilerinin de bunu başaramadığını Rus işçi sınıfının giderek artan eylemliliği gösteriyor.

Şaşıran Gorbaçov değil sadece; onun yerli meslektaşları, dönek medya borazanları da çok şaşırıyorlar; asabileşiyorlar... Ertuğrul Özkök, ODTÜ'yü "20. Yüzyıl'ın ilk ve son Disneyland'ı" olarak tanımlayıp küfürnamelerine yenilerini ekliyor. Diğerleri de boş durmuyor; hepsi günlük yorumlarında bu konuya hassasiyetle eğiliyor. Daha sonra Fatih Çekirge, hepsinin yüreğine su serpiyor; ODTÜ İİBF'den bir grup öğrenci bilmem hangi üniversite ile söz düellosuna girmiş ve piyasanın "erdem"lerini savunmuş ve düelloyu kazanmış; aslında ODTÜ'lülerin çoğu piyasayı savunurmuş...

ODTÜ'lüler, Gorbaçov'un okula gelişiyle başlayan olaylarda kesin yanıtı vermiştir! Yüzlerce ODTÜ'lü, devletin zorba kurumlarını taşa tutmuştur! Aynı gece yurtlar bölgesi öğrenciler tarafından işgal edilmiş, barikatlar kurulmuş, bütün denetim öğrencilerin eline geçmiştir. Bu sırada, daha sonra bize disiplin soruşturması gönderen okul yönetiminden hiç iz yoktur. Ve tüm bu olaylar, sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada karşıdevrimcilerin, döneklerin kulağına küpe olmuştur. Yeni bir yükselişin ilk ayak sesleridir bunlar; tarihin akışına gem vurulamaz!
Bu nedenle, söylenecek daha fazla bir söz de yoktur!
Gorbaçov olaylarının, Vietnam kasabı Commer'in arabasının yakılması kadar önemli, ODTÜ tarihinin onurla taşıyacağı bir olay olduğunu düşünüyorum. Bütünüyle siyasidir. Ve bu olayların bütün siyasi sorumluluğunu kabul ediyorum; bundan onur duyuyorum.

d) Yeni disiplin soruşturmaları ve bunların mantığı
Üniversiteden atıldım. Hem de iki kez atıldım. Ama ODTÜ yönetimi bana hala disiplin soruşturmaları açıyor; durmadan yeni cezalar gönderiyor. En son gelen disiplin soruşturmasında da, uzaklaştırma cezası almama rağmen, ODTÜ kampüsünden çıkarken jandarmalar tarafından yakalanmam gerekçe gösteriliyor. Kampüse girmemin yasaklanmış olmasına dayanıyor. Birincisi, kampüse girmemin yasak olduğuna dair hiçbir bilgi tarafıma iletilmemişti; ikincisi, sürekli yeni disiplin soruşturmaları açılıyor, bunlar bölümümüzün panolarında ilan ediliyor ve "soruşturmacı" hocalar görüşmek üzere beni çağırıyorlardı; üçüncüsü, yurtlardaki bazı arkadaşlarımda bana ait kitaplar vardı ve almam gerekiyordu... Şimdi, beni çağıran bir "soruşturmacı" hocayla kampüse girmeden nasıl buluşabilirim? Kızılay'da bir pastahanede mi? Adı geçen tarihte, yine soruşturmalarla ilgili olarak okula girmiş ve "soruşturmacı" Nurhan Süral'ı aramış, bulamamıştım ve okuldan ayrılıyordum. Bugün de savunma vermek üzere okuldayım. Başka türlü olabilir miydi? Bu soruşturmaların altında yatan esas mesele, yargıya başvurmam halinde yargı sürecini güçleştirme isteğidir.

Fakat anlaşılamaz bir nokta daha var; şu anda okulla ilişiğim kesilmiş vaziyette; fakat, disiplin soruşturmaları açılmaya devam ediyor. Şu an bir ODTÜ öğrencisi değilim; bizim mahalle bakkalından farkım yok; mahalle bakkalımız ODTÜ'ye girdiğinde ona da disiplin soruşturması açılacak mı?

Son söz olarak, ODTÜ'den mezun olmadan atılmama rağmen, gerekli eğitimi aldığımı düşünüyorum. Bir Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi öğrencisi olarak, nasıl yönetilmeyeceğini; örneğin, bir üniversitenin mevcut ODTÜ yönetiminin yaptığı gibi yönetilmeyeceğini; bir memleketin de başta ABD vatandaşı Tansu Çiller olmak üzere burjuva politikacılarının yönettiği gibi yönetilmeyeceğini çok iyi öğrendim. ODTÜ'de devrimciliği öğrendim. Bunu son derece yeterli görüyorum...

28 Temmuz 1995

15 Aralık 2010 Çarşamba

'Üstad', genç Tayyipleri böyle yetiştirdi!

“Öğrencileri hocalar gazlıyor” cümlesi son bir hafta içerisinde AKP’lilerden sık işittiklerimizden. 'Onlar', ilericiliğin üniversitelerde mevzi sahibi olmasına hiç katlanamadılar. Genç Tayyipler ve genç Abdullahlar böyle yetiştirildi!

Pazartesi günü, son 60 yıllık Türkiye tarihinde sağcı iktidarların sağcı gençleri nasıl kullandıklarına soL’da yer vermiştik. 1945 yılındaki Tan Matbaası baskınından, 1977-1980 arasındaki büyük katliamlara kadar, birçok “provokasyon”da sağcı gençlerin nasıl kullanıldığını anlatmaya çalışmıştık. Bugün AKP’lilerin kendilerini protesto eden üniversitelilere karşı dillerinden düşmeyen “Darbeye ortam hazırlamak”, “provokasyon”, “gençlerin kullanılması” gibi karalamaların çok açık bir biçimde aslında Türk sağının geleneği olduğunu göstermeye çalışmıştık. (İşte 'onlar'ın gençlik hikayeleri...)

Bu “kullanma” ve “kullanılma” tarihi içerisinde sağcı gençlerin ‘Üstad’ belledikleri Necip Fazıl Kısakürek’in de yeri olduğunu kısaca belirtmiştik.
AKP’lilerin son bir hafta içerisinde özellikle Mülkiye’ye karşı giriştiği saldırganlığın içeriği, ‘Üstad’ın sağcı gençleri “kullanmak” dışında “iyi yetiştirmiş” olduğunu da gösteriyor.

Üniversite düşmanlığını ‘Üstad’dan öğrendiler!
1934 yılında Nakşibendi tarikatına girmesi ve 36 yılında Celal Bayar’ın desteği ile çıkardığı Ağaç isimli dergi ile beraber Türk sağı içindeki kariyeri de başlayan ‘şair ve fikir adamı’ Necip Fazıl Kısakürek, 1945 yılındaki Tan Matbaası baskınından, 1952 yılında Hüseyin Üzmez’in (evet, küçük bir çocuğa tecavüz ettiği için şu an hapishanede olan Vakit yazarı Hüseyin Üzmez) gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı vurmasına, Kanlı Pazar’dan, 70’li yıllarda Türk sağının giriştiği kanlı katliamlara kadar birçok olayda sağcı gençlerin fikir babası Necip Fazıl Kısakürek olmuştu.

1943 yılında çıkarmaya başladığı Büyük Doğu isimli dergi ve 1949 yılında kurduğu Büyük Doğu Cemiyeti ile sağcı gençleri “kullanmaya” ve “yetiştirmeye” başlayan Necip Fazıl Kısakürek, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a kadar birçok AKP’li bakan ve milletvekilinin de ‘Üstad’ı oldu.

Bugün kendisinden bahsedildiğinde, AKP'lilerin gözlerinden yaşlar getirtecek kadar sevilen Kısakürek’ın, Büyük Doğu dergisinde dile getirdiği fikirler, AKP’lilerin amansız ilericilik düşmanlığının da nereden kaynaklandığını gösteriyor.

“Üniversite muhtariyetinin kaldırılması…”
Bugün AKP’lilerin Mülkiye’ye saldırışlarında Necip Fazıl Kısakürek’in üniversitelerle (üniversite ismi yerine külliye kelimesinin kullanılmasını istiyor) ilgili yazdıkları şu satırlardan ilham aldıkları belli oluyor:

“Büyük Doğu âleminin Üniversitesine ait ana prensiplerin başında, Üniversite muhtariyetinin kaldırılması vardır. Bizim Üniversitelerimiz, hürriyet için hürriyeti anlamaz; gerçek hürriyeti hak ve hakikate tâbîlik olarak tanır ve devletin bağlı olduğu hak ve hakikat kutbu adına, bu kutbun tedrisî riyasetini temsil eden Maarif cihazına teslimiyeti ve onun emirleri çerçevesinde hareketi esas bilir. Böylece muhtariyeti, bir kere muhtar olduktan sonra, sekamet ve delâlette de muhtariyet felâketinden kurtarmakta, Büyük Doğu âleminin Üniversiteleri örnektir.

… Bağlı bulunduğumuz mutlak hakikat kutbunun mutlak bir ölçüsüne uygun olarak tedrisat usulümüzde kız ve erkek karışık öğretime imkân olmadığı için, Üniversitelerimiz de, kız ve erkek Külliyeleri halinde ayrı olacaktır. Vatanın her köşesinde Üniversiteleri üretmek gayesine doğru gidilirken, kızların daha fazla ev kadını olarak yetişmelerini ve sadece ilim ve muallimliği tercih edenlerden bir zümrenin yetişmesini temin için, bellibaşlı bir merkezde bir-iki kız Üniversiteleri kurmak kâfidir.

… Büyük Doğu Külliyesi, bir zamanlar kılıçla genişleyen ve fikir kılıcı kullanmaktan kendisini müstağni sayan İslâmın, tam günü gelmiş ve çığırı açılmış olarak, ruh ve ilim kılıcının bilendiği bir tezgâh olacak, bu tezgâhta ilim ve fen her çeşidiyle ve en cazibeli (ambalaj)lar içinde vitrinlerde ve raflarda istiflenecek; ve oraya sırf dış ilimleri kapmak için gelen İslâm dışı bir talebe, müslüman olmaksızın diplomasını kabul etmekten utanacaktır.” (İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları)

Alıntılar çoğaltılabilir ancak sadece bu üç paragraf AKP’lilerin üniversitelerdeki ileri birikime, ilerici üniversitelilere ve ilerici akademisyenlere karşı nasıl “yetiştirildiklerini” özetliyor.

'Üstad'ın da ‘Gençliğe Hitabe’si var: Halka değil Hakka inanan bir gençlik…
1975 yılında MTTB’nin düzenlediği ‘Milli Gençlik Gecesi’nde Necip Fazıl Kısakürek, ‘Gençliğe Hitabe’sini okur. Gecede, ‘üstad’ı dinleyenler arasında genç Abdullahlar ve genç Tayyipler vardır (bazı kaynaklarda, bu gece 'üstad'ı kürsüye Tayyip Erdoğan'ın çağırdığı iddia ediliyor):

“… Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…

Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında «Hakimiyet Hakkındır» düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik…

Emekçiye “Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!” ; Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek… Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik…" (Hitabeler, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları)

Abdullah Gül’ün ‘üstad’a telgrafından…
1969 yılında Abdullah Gül, MTTB İcra Kurulu Başkanı iken, Büyük Doğu dergisi ve Büyük Doğu Cemiyeti ile kendilerini “yetiştiren” Necip Fazıl Kısakürek’e aşağıdaki telgrafı çeker:

“İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.”

Necip Fazıl'dan gençlere armağan: Vahidüddin
Son olarak, 'üstad'ın bir kitabını hatırlatalım. Bu kitap, Kısakürek'in, öğrencilerine sadece güncel meseleleri anlatmadığını, onlara 'tarih bilinci' de aşıladığını gösteriyor.

Kitabın ismi: Vahidüddin. Alt başlığı: Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu. Basım Tarihi: 1968. Yani, 6. Filo'nun Dolmabahçe'ye demirlediği, buna karşı gençliğin büyük anti-emperyalist yürüyüşler düzenlediği tarih.

Bu protestolar olurken, Necip Fazıl Kısakürek, Anadolu toprağını işgalcilere sunan Padişah Vahdettin'in hain olmadığını anlatıyor. Sadece bu kitap bile 'üstad'ın genç Tayyipleri nasıl "yetiştirdiğini" özetliyor.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Şimşek: Emekli maaşları çok yüksek, bu çılgınlık!

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “çılgınca” bir açıklama yaptı: “Bazı emekliler son maaşlarının yüzde 106’sına kadar maaş alıyor. Bir çılgınlıktır.”

Türkiye’yi ziyaret eden bir grup yabancı gazeteciyle görüşen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Bazı emekliler son maaşlarının yüzde 106’sına kadar maaş alıyor. Bir çılgınlıktır. Türkiye’de bu yıl, çalışanlar, 50 yaşında emekli olabiliyor. Bu ülkenin yaptığı büyük hatalardan biridir” dedi.

Türk ekonomisinin temel göstergelerinin sağlam olduğunu, tek “dikenli” konunun ise cari açık olduğunu söyleyen Şimşek, “Sosyal güvenlik, genel sağlık sigortası olmayan Çin gibi değiliz. Bazı Türk emeklileri son maaşlarının yüzde 106’sına kadar maaş alıyor. Bir çılgınlıktır. Ortalama yaşı 44 olan 9.5 milyon emeklimiz var. Türkiye’de bu yıl, çalışanlar, 50 yaşında emekli olabiliyor. Bundan hiç gurur duymuyorum. Bu ülkenin yaptığı büyük hatalardan biridir” değerlendirmesinde bulundu.

Şimşek, “Büyümeye devam edeceğiz ancak şimdiye kadar gibi değil çünkü her yıl yüzde 8 büyüme lüksümüz yok. Yapabilirdik çünkü bunun için gerekli iştahımız, irademiz, dinamik ve genç bir nüfusumuz var ancak yeterli tasarruflarımız yok. Ne zaman hızla büyürsek dış finansmanın elinde oluyoruz” diye konuştu.

İşte 'onlar'ın gençlik hikayeleri...

Öğrencilerin protestoları karşısında AKP’liler ve yandaş medya hep bir ağızdan “Bu olaylar provokasyon”, “arkalarında Ergenekon var”, “Şiddet kullanan vandallar”, “darbeye zemin hazırlıyorlar” nakaratını tekrarlıyor. Oysa, bu nakarat kendi hayat hikayelerini anlatıyor.

Son 60 yıllık Türkiye tarihi, sağcı iktidarların sağcı gençleri "kullanarak" "provokasyon" düzenlemesinin de tarihi. Bugün AKP'yi protesto edenlere dönük karalamaların ve hakaretlerin sahipleri, Başbakan Erdoğan'dan yandaş medya yazarlarına kadar, "kullanılmayı" çok iyi bildikleri için sürekli bu suçlamayı yöneltiyorlar. Yani, en iyi bildikleri suç ile "suçluyorlar"...

Tan Matbaası Baskını: Genç Turgutlar, Demireller, Erbakanlar...
Ülkemizdeki ilk büyük ‘öğrenci eylemi’ olarak da anılan 4 Aralık 1945 tarihli Tan Matbaası Baskını, devletin antikomünist “provokasyonlarına” ve sağcı gençliğin “kullanılmasına” dair en açıklayıcı örneklerden biri.

Bu matbaa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, devletin tüm baskılarına karşı, antifaşist cepheyi destekleyen Zekeriya-Sabiha Sertel çiftine aitti. Matbaada basılan Tan gazetesinde Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar gibi isimlerin yazıları yayımlanmaktaydı. Savaş yılları boyunca devletin ve tüm kanatlarıyla sağcı basının Nazilere yakın durduğu biliniyordu ve Sertellere dönük oldukça fazla “tepki” birikmişti. Savaşın ardından müttefik olarak ABD’nin seçilmesi ve buna uygun olarak Sovyetlere karşı düşmanca tavır alınması sol üzerindeki baskıları da beraberinde getirdi. Devletin ve sağcı basının açık kışkırtması ile 4 Aralık günü Beyazıt Meydanı’nda toplanan sağcı-turancı gençler Cağaloğlu’na doğru yürüyüşe geçtiler. Ellerinde balta, balyoz ve sopa olan sağcı gençler, matbaadaki makinaları parçaladılar, camları kırdılar, gazete ve dergileri yırttılar. Yanlarında getirdikleri kızıl renkte mürekkeple Sertelleri boyayarak İstanbul sokaklarında gezdirmek isteyen sağcı gençler, Sertelleri bulamayınca Beyoğlu’na doğru yürüyüşe geçtiler. Yol üstündeki solcu eğilimli kitabevleri basıldıktan sonra, Beyoğlu’nda, Sabahattin Ali tarafından çıkartılan La Turquie isimli gazetenin basıldığı matbaa yağmalandı. Beyoğlu’nda ne kadar sol eğilimli gazete varsa, sağcı gençler tarafından parçalandı.

Polis, olayları izlemekle yetindi. Olay nedeniyle hiçbir sağcı genç yargılanmadı. Olayla ilgili yargılanan sadece 2 kişi oldu: Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel. İkisi de 3 ay tutuklu kaldı. (Nâzım Hikmet, Düşman isimli şiirini Tan Matbaası baskınının ardından yazar ve hapisteki Sertellere gönderir. Aziz Nesin de "Ey Türk Faşisti" başlıklı yazısını yine bu olay üzerine yazar.)

Peki bu sağcı gençlerin arasında kimler vardı; Turgut Özal, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan…

‘Üstat’ Necip Fazıl Kısakürek, baskının hemen öncesinde, Vakit gazetesinin penceresinden, gençleri selamladı.

Süleyman Demirel yıllar sonra bu baskınla ilgili “Komünizm karşıtlığı çok revaçtaydı; o havadan etkilenmemek mümkün değildi” açıklamasını yaptı.

6-7 Eylül olayları: Sağcı DP sağcı gençleri kullanırken…
6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul ve İzmir’de gayrimüslim azınlıklara karşı gerçekleştirilen linç ve yağma olayları, yine sağcı gençlerin “kullanılması”na ve sağ iktidarın “kullanmasına” verilebilecek önemli örneklerden biri.

Artık, Demokrat Parti’nin isteği üzerine MİT tarafından organize edildiği belgelerle ve itiraflarla kanıtlanmış olan olayların iki amacı vardı; Gayrimüslim sermayenin Türk-müslüman ellere geçmesi ve Kıbrıs konusunda milliyetçi ‘duyarlılık’ yaratılması.

Dönemin DP’li Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, o günlerde, İngiltere’nin Türkiye’den Kıbrıs ile “ilgilenmesini” talep etmesi üzerine, Londra Konferansı’na katıldı. İngiltere’nin hakemliğinde Yunanistan ile yarışan Türkiye’de, o güne dek pek gündem olmayan Kıbrıs konusunun, gündem olması gerekiyordu. MİT’in Mustafa Kemal’in Selanik’te doğduğu evi kundaklaması “provokasyonu” ile olaylar başladı.

Özellikle Kıbrıs Türktür Derneği’nin öncülüğünü yaptığı olaylarda çok sayıda ev ve işyeri yağmalandı. Bu sağcı-faşist derneğin üyelerinin çoğunluğunu ise sağcı üniversite öğrencileri oluşturuyordu.

Bu olayda da “kullanılan” sağcı gençler olurken, yargılanan ise Aziz Nesin gibi solcu aydınlar oldu.

Necip Fazıl: Ah, Menderes gençleri tam kullanamadı!
DP iktidarının diktatörlüğe varan politikalarına karşı gerçekleştirilen 27-28 Nisan 1960 tarihli öğrenci eylemleri ile ilgili ‘Üstat’ Necip Fazıl Kısakürek’in Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’e dönük en büyük eleştirisi sağcı gençleri “kullanmaması”!

Üstat şöyle diyor: "Partine bağlı milliyetçi ve mukaddesatçı gençliği kendi elinle boğmak yerine, ne yapıp yapıp, dere, tepe, bunları dörtlü ümit yaprağı ararcasına bulmak ve demetlemek icap ettiğini bilemedin ve ona göre davranamadın!…" (Benim Gözümde Menderes, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, 2. Baskı / s. 518-520)

Kanlı Pazar: “Kullanılan” sağcı gençler arasında Abdullah Gül de vardı...
16 Şubat 1969 tarihinde, Dolmabahçe’de demirlemiş bulunan Amerikan 6. Filosu’na karşı işçiler ve öğrenciler tarafından organize edilen “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”ne yapılan kanlı saldırı da sağcı gençlerin “kullanılmasına” dair önemli örneklerden biri.

Bu olay, birçok AKP’li bakan ve milletvekilinin ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gençliklerinde nasıl “kullanıldığının" da örneklerinden.

1967 yılından itibaren belirli aralıklarla Dolmabahçe açıklarına demirleyen 6. Filo, 10 Şubat 1969 tarihinde bir kez daha geldi. Filoya karşı antiemperyalist gençlik yürüyüşleri düzenlendi. 16 Şubat’ta ise büyük bir yürüyüş düzenlenecektir. Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de “provokasyon” hazırlıklarına başlar. Bu yürüyüşe karşı, 14 Şubat’ta gerici ve faşist gençlerin yoğunlukla katıldığı ‘Bayrağa saygı mitingi’ düzenlenir. Dönemin Komünizmle Mücadele Dernekleri Başkanı İlhan Darendelioğlu, MTTB’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde sağcı gençlere şöyle seslendi:: “… Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin…”

Aynı Darendelioğlu, 1969'da Adalet Partisi'nden milletvekili oldu. Denizlerin idamı Meclis'te oylanırken yaptığı konuşmada "Bugün burada karara bağlayacağımız konu, elini kana bulamış, hıyaneti ve mutasavver cinayeti tespit edilmiş üç komünist anarşist hakkındaki idam cezasının uygulanması, bir formalitenin yerine getirilmesidir..." ifadelerini kullandı.

Şu an Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, o dönem, MTTB’nin İcra Kurulu Başkanıdır.

16 Şubat’ta ‘Emperyalizme Hayır, Sosyalizme Evet’, ‘Köylüye Toprak Yok, Amerikan Üslerine Toprak Çok’, ‘Vietnam’da Barınamayan Türkiye’de Tutunamaz' sloganları ile yürüyen 40 bin kişilik kitle, Taksim Meydanı’na gelindiğinde önce polis, hemen sonrasında da, yine çoğunluğunu sağcı gençlerin oluşturduğu toplamın baltalı, bıçaklı, sopalı saldırısına uğradı. TİP üyesi 2 işçi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi ise yaralandı.

Abdullah Gül ve şu an AKP’de bakan ve milletvekili olan birçok kişinin bu saldırıda yer aldığı iddia edildi.

“Darbeye ortam hazırlamak” mı dediniz: 1977 1 Mayıs Taksim, Beyazıt, Bahçelievler, Çorum, Maraş…
1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı, 16 Mart 1978 Beyazıt Katliamı, 9 Ekim 1978 Bahçelievler Katliamı, 19 Aralık 1978 Maraş Katliamı, 28 Mayıs 1980 Çorum Katliamı…

Bu katliamların, 12 Eylül darbesine giden yolun taşlarını döşeyen olaylar olduğu artık nesnel bir veri. Bu katliamların devlet ve ABD-NATO’ya bağlı Gladio tarafından organize edildiği, sağcı gençlerin “kullanıldığı” da bugün artık nesnel bir veri.

Özellikle Ülkücü Gençlik Dernekleri üyesi gençler tarafından gerçekleştirilen bu katliamlar, bugün çokça dillendirilen “darbeye ortam hazırlanması” işlevinin başarıyla yerine gitirildiği olaylar olarak tarihte yerini aldı.

Bugün, AKP’yi protesto edenleri “patolojik” olmak ve “darbeye ortam hazırlamakla” suçlayan Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne, bu katliamlar olduğu dönemde ülkücüydü ve dönemin Ülkü Ocakları Başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu 2009 yılında öldüğünde ardından şu satırları yazdı:

"Türkiye'nin açık duran temiz sayfalarından biriydi. Onun arkasından yazmak ve bu sayfanın kapandığına şahit olmak çok zoruma gidiyor. O bizim gençliğimizin lideriydi. Hep, hem bizden, hem de bizden fazla biriydi. Kendimizi onda bulduk ve onunla temsil ettik.

O bizim yüreğimiz, bizim duruşumuz, bizim sesimizdi. Zaman zaman korksak da, o bizim hiç geri adım atmayan cesaretimizdi. Dünya telaşı ile yalpalarken, o cetvelle çizilmiş gibi dümdüz yolunda ilerleyen gölgemizdi. Hiç eğilmeyen başımız, hiç zedelenmeyen onurumuzdu.

1976 yılının Eylül ayının başlarıydı. Siyasal'da yeni öğrencilerin kayıtları devam ediyordu. Dev-Yol, fakültenin girişine masayı kurmuş, gelenleri zorla derneğe kaydediyor, haraç alıyordu. Bize selam verip kayıt yaptırmaya gidenlerden birkaçını da sıkıştırmışlar. Sorumluluk bendeydi. Yardım istedim. Site Yurdu'nda iki kişi beni buldu. Mütevazı ama çok kararlı görüneni benimle konuştu. Muhsin Yazıcıoğlu ile ilk karşılaşmamdı. İki saat sonra, kulaktan kulağa yayılan, iki kişinin Siyasal'ı bastığı ve iki metre boyundaki Sedat'ın herkesin ortasında adamakıllı dayak yediğine dair inanılması güç bir rivayeti dinliyordum. Birkaç gün sonra burnu bantlı Dev-Yol liderini görünce ben de bu hikâyeye inandım. Bu anekdotu, 70'li yılların Muhsin Başkan'ını resmetmek için aktardım. O yıllarda onu tanıyan herkes, size benzer hikâyeler anlatacaktır.”

6 Aralık 2010 Pazartesi

Rusya Ortodoks kilisesinden tarihi rekor; 20 yılda 23 bin kilise yeniden inşa edildi

Sovyetler Birliği döneminde bir çoğu yıkılan, arsalarına el konulan kiliseler Rusya'da yenide inşa edildi. Ortodosk Hristiyanlığın önemli destek gördüğü ülkede 20 yılda 23 bin kilise ...
MOSKOVA (CİHAN)- Sovyetler Birliği döneminde bir çoğu yıkılan, arsalarına el konulan kiliseler Rusya'da yenide inşa edildi. Ortodosk Hristiyanlığın önemli destek gördüğü ülkede 20 yılda 23 bin kilise yeniden yapıldı. Rusya Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill, elde edilen başarıyı tarihi bir rekor olarak niteledi.
Rusya Ortodoks Kilisesi'nin yeniden ayağa kalktığını tüm dünyanın görmesi gerektiğini kaydeden Kirill, "Tarihin hiç bir döneminde herhangi bir ülkede bu büyüklükte bir gelişim yaşanmadı. Bu sosyal, siyasi ve ekonomik mücadeleler ve Sovyet dönemi anlayışından kalan yaklaşımlara rağmen gerçekleşebildi..." dedi.

Rusya'da Ortodoks Hrisityanlık inancının giderek güçlendiğine işaret eden Kirill, "1991'de Rusya'da 7 bin kilise ve 22 manastır faaliyet gösteriyordu. Şimdi ise kilise sayısı 30 bine ve manastır sayısı da bine çıktı" şeklinde konuştu.

Patrik 2. Aleksi'nin vefatının ardından 1 Şubat 2009'da Rusya Ortodosk Kilisesi'nin lideri olan Kirill yurt dışında faaliyet gösteren Rusya Ortodoks Kilisesi ile birlik kurulmasına destek veriyor. Fener Rum Patrikliği ve diğer Ortodoks kiliseleri ile de ilişkileri geliştiren Kirill'in Vatikan'la ilişkilere de olumlu yaklaştığı biliniyor.

Rusya Anayasası'na göre ülke çok dinli ve laik bir yapı olarak tanımlanıyor. Ortodoks Hristiyanlığın yanısıra, İslamiyet, Yahudilik ve Budizm de resmi din olarak kabul ediliyor. 20 milyonun üzerinde Müslüman'ın yaşadığı ülkede camilerin inşası ve modernizasyonuna da önem veriliyor.

Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin tarihte ilk kez Rusya Müftüler Konseyi'ni ziyaret ederek Merkez Cami'nin inaşaatı ile yakından ilgilenmişlerdi.

2 milyondan fazla Müslüman'ın yaşadığı Moskova'da sadece 4 caminin bulunması tartışmaları beraberinde getiriyor. Sokaklarda ibadetlerini yapmak zorunda kalan Müslümanların yeni cami talepleri ise şimdilik rafa kalkmış durumda. Moskova'nın güney bölgesi Tekstilşçiki bölgesi Voljski Bulvar üzerinde 5 bin kişinin namaz kılabileceği yeni cami planı, yerel halkın bir kısmının tepki göstermesi üzerine şimdilik donduruldu.

19 Kasım 2010 Cuma

Dünya nüfusu 6,9 milyarı aştı

11:47 | 19 Kasım 2010


Hızla artan dünya nüfusu 2010 yılında 6,9 milyar kişiye ulaştı.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) tahminlerine göre, dünya nüfusu 2010 yılında, geçen yıla kıyasla, yaklaşık bir Türkiye nüfusu kadar 79 milyon kişi arttı ve 6 milyar 908,7 milyon oldu. Dünya nüfusu, 2050 yılında 9 milyar 150 milyonu bulacak.

UNFPA verilerine göre, nüfusu 2009 yılında 1 milyar 198 milyon kişi olan Hindistan, 2010 yılında 1 milyar 214,5 milyona ulaştı. Hindistan, 2050 yılına kadar, 399,3 milyonluk artışla 1 milyar 613,8 milyon olacak ve şu anda kendisinden 139,6 milyon daha fazla nüfusa sahip Çin’in 196,8 milyon önüne geçecek.

Bu dönemde Pakistan 150,4, Nijerya 130,8, Etiyopya 88,8, ABD 86,3, Kongo Demokratik Cumhuriyeti 79,7, Çin 62,9 milyon kişi artacak.

-TÜRKİYE’NİN NÜFUSU 97 MİLYONU AŞACAK-

Türkiye nüfusu ise 2050 yılına kadar, 75,7 milyondan, 21,7 milyonluk artışla 97,4 milyona yükselecek.

Halen Türkiye nüfusundan az bir nüfusa sahip olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti nüfusta Türkiye’yi geçerken, Almanya, Türkiye’nin gerisinde kalacak.

Bu dönemde, büyük nüfuslu ülkelerden Japonya’da 25,3, Rusya’da 24,3 ve Almanya’da 11,6, İtalya’da 3 milyonluk nüfus azalması olacak.

ABD, 86,3 milyonla gelişmiş ülkeler içindeki en yüksek nüfus artışlarından birini gerçekleştirerek nüfusunu 317,6 milyondan 403,9 milyona çıkaracak ve üçüncülükteki yerini koruyacak.

Halen altıncı sırada yer alan Pakistan, 335,2 milyonluk nüfusla dördüncü sıraya yükselirken, dördüncü sıradaki Endonezya 288,1 milyonluk nüfusla altıncı olacak. 2010 itibariyle 158,3 milyon nüfuslu Nijerya ise 2050’de 289,1 milyonluk nüfusuyla dünyada 5. büyük ülke olacak.

Nüfus büyüklüğüyle şu anda 17’inci sırada yer alan Türkiye, 21,7 milyonluk nüfus artışına rağmen, Almanya’yı geride bırakacak, ancak Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile Tanzanya’ya geçilmekten kurtulamayacak ve 18’inci sıraya inecek.

-AFRİKA NÜFUSU 1 MİLYAR AŞTI, 2050’DE 2 MİLYARA DAYANACAK-

Halen 6,9 milyar düzeyinde bulunan dünya nüfusunun 1 milyar 237,2 milyonu gelişmiş ülkelerde, 5 milyar 671,5 milyonu az gelişmiş ülkelerde (bunun 854,7 milyonu da en az gelişmiş ülkelerde) yaşıyor.

2050 projeksiyonunda da 9 milyar 150 milyon olacağı tahmin edilen dünya nüfusunun 1 milyar 275,2 milyonunun gelişmiş ülkelerde, 7 milyar 946 milyonunun az gelişmiş ülkelerde (bunun 1 milyar 672,4 milyonu en az gelişmiş ülkelerde) olacağı öngörülüyor.

2010 itibariyle dünya nüfusunun 1 milyar 33 milyonluk kısmının yaşadığı Afrika’da, 2050 yılına gelindiğinde nüfus 1 milyar 998,5 milyona ulaşacak.

Bu dönemde Arap ülkelerinin nüfusu 359,4 milyondan 598,2 milyona çıkacak.

Asya’nın nüfusu 4 milyar 166,7 milyondan 5 milyar 231,5 milyona yükselecek.

Avrupa nüfusu ise 732,8 milyondan 691,0 milyona gerileyecek.

Söz konusu dönemde Latin Amerika ve Karayipler’in nüfusu 588,6 milyondan 729,2 milyona, Kuzey Amerika’nın nüfusu da 351,7 milyondan 448,5 milyona yükselecek.

Okyanusya’da ise nüfus 35,8 milyondan 51,3 milyona çıkacak.

-GELİŞME AZ NÜFUS ARTIŞI FAZLA-

2005-2010 döneminde nüfus artış hızı ve şehirleşme oranı değerlendirildiğinde ise nüfusun daha az gelişmiş ülkelerde daha hızlı arttığı bir kez daha görülüyor.

BM Nüfus Fonuna göre, nüfus artış hızı bu dönemde dünya toplamında yüzde 1,2, gelişmiş ülkelerde yüzde 0,3, az gelişmiş ülkelerde yüzde 1,4 ve daha az gelişmiş ülkelerde yüzde 2,3 olacak.

2010 itibariyle şehirleşme oranı dünya genelinde yüzde 50, gelişmiş ülkelerde yüzde 75, az gelişmiş ülkelerde yüzde 45 ve en az gelişmiş ülkelerde yüzde 29 düzeyinde bulunuyor.

Şehirleşme oranı kıtalara göre değerlendirildiğinde de bu oran Afrika’da yüzde 40, Arap ülkelerinde yüzde 56, Asya’da yüzde 42, Avrupa’da yüzde 73, Latin Amerika ve Karayipler’de yüzde 80, Kuzey Amerika’da yüzde 82 ve Okyanusya’da yüzde 70 olarak hesaplanıyor.

2005-2010 döneminde kıtalara göre nüfus artış hızına bakıldığında da en yüksek nüfus artış hızının yüzde 2,3 ile Afrikada, en düşük nüfus artış hızının ise yüzde 0,1 ile Avrupa’da olduğu görülüyor.

Söz konusu dönem için nüfus artış hızı Arap ülkelerinde yüzde 2,1, Asya’da, Latin Amerika ve Karayipler’de yüzde 1,1, Kuzey Amerika’da yüzde 1 ve Okyanusya’da yüzde 1,3 olarak belirtiliyor.

-KADIN BAŞINA ÇOCUK SAYISI-

Fona göre, bu yıl itibariyle kadın başına düşen çocuk sayısının en yüksek olduğu ülke 6,42 çocuk ile Afganistan. Afganistan’ı 6,31 çocuk ile Somali ve 6,16 çocuk ile Uganda izliyor. Kadın başına düşen çocuk sayısının en az olduğu ülke ise 1,01 çocuk ile Hong Kong. Türkiye’de de kadın başına düşen çocuk sayısı 2,09 olarak belirlendi.

YUNANİSTAN’DAN JET SATIŞ

İflasın eşiğinde dolaşan Yunanistan, açıklarını azaltabilmek için yolcu uçakları ile kamu kuruluşlarındaki hisselerini satıyor. 5 milyar euro tasarruf hedefleyen 2011 bütçesinde savunma harcamaları da 500 milyon euro'luk tırpan yedi
yunanistan mali krizden çıkmak için varını yoğunu satıyor. Yunan hükümeti bir taraftan kemerleri sıkarken, öte yandan sahibi olduğu 4 adet Airbus A340 yolcu uçağı ile aralarında kumarhane, savunma, demiryolu ve madencilik şirketleri hisselerinin de olduğu devlet varlıklarını satışa çıkarma kararı aldı.
Yunan Maliye Bakanı Yorgo Papakonstantinu, dün parlamentoya 2011 bütçesini sundu. Bütçede uygulanacak tasarruf önlemleri arasında en dikkat çeken 4 adet A340 jetin satışı ile kamu şirketlerinin hisselerinin devredilmesi planı. İflasın eşiğinde dolaşan Yunan ekonomisi 15 Euro Bölgesi ülkesi ile Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) sağladığı 110 milyar euro'luk kurtarma paketiyle ayakta duruyor. Yeni bütçe, açığı gayrisafi milli hasılanın yüzde 9.4'ünden yüzde 7.4'üne indirerek 5 milyar euro tasarruf sağlamayı hedefliyor. Böylece açığın seneye 16.8 milyar euro’ya çekilmesi planlanıyor.
Avrupa ülkeleri ve IMF'nin sıkı denetimi altındaki Yunanistan, yeni bütçeye göre 2011'de sağlık harcamalarından 2.1 milyar euro ve savunma harcamalarından 500 milyon euro kısacak.
Kamu şirketlerinin yeniden yapılandırılmasından 800 milyon euro gelmesini öngören Yunan hükümeti, bazı sözleşmeli kamu personelinin kontratlarını yenilemeyerek de açığı 100 milyon euro azaltacak. Hükümet yeni bütçeyle düşük vergi diliminde tüketim vergisini yüzde 11'den 13'e çıkarırken hayati öneme sahip turizmde ise vergileri yüzde 11'den yüzde 6.5'e indiriyor.

Savunma bütçesine tırpan
Maliye Bakanı Yorgo Papakonstantinu, tasarruf için ülkenin en büyük kumarhanelerinden birisindeki yüzde 49 devlet hissesinin yanı sıra savunma, demiryolu ve madencilik alanında faaliyet gösteren 3 kamu firmasında henüz açıklanmayan oranda hissenin satılacağını da bildirdi. Devletin yüzde 55 pay sahibi olduğu Atina Uluslararası Havalimanı'nın işletme hakklarının da seneye yenilenmesi öngörülüyor.
Bu yıl, özelleştirilen Olympic Havayolları'ndan devlete kalan uçakları satmayı gündeme alan Yunanistan dün açıklanan son karara göre, 4 adet Airbus A340-313X tipi uçağın satışını 2011'in ilk çeyreğinde tamamlayacak. Yenisinin tanesi yaklaşık 169 milyon euro olan A340-313 uçakların 670 milyon euro’ya yakın para getirmesi hedefleniyor. Yunan hükümetinin yatırımcıların beğenisine sunacağı kamu şirketlerinin başında ise yüzde 99.81 hissesine sahip olduğu savunma şirketi Hellenic Defence Systems geliyor. Tamamı devlete ait demiryolu operatörü Trainose ile yüzde 55.19'u kamunun olan madencilik şirketi Larko da yakında görücüye çıkacak.



Bu yıl yüzde 3.9 küçülecek
Yunan Maliye Bakanlığı, yüzde 65'ine sahip olduğu gaz şirketi DEPA'yı da özelleştirmeyi planlıyor. Yunan kamu şirketlerinin geçen yıl verdiği toplam açık 1.7 milyar euro olmuştu. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) dün açıklanan Ekonomik Görünüm Raporu'na göre, Yunan ekonomisinin bu yıl yüzde 3.9 ve gelecek yıl yüzde 2.7 küçülmesi bekleniyor. 2012 yılında ise ekonominin yüzde 0.5 büyüyeceği öngörülüyor.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Küba ekonomisinde gidişat

Küba Komünist Partisi, 2011 Nisan'da toplanacak olan 6'ncı Kongre'ye kadar tartışılacak olan ekonomi ve sosyal politikalar metnini açıkladı. Bu haberde metnin dış ticaret, yabancı ve yerli yatırım politikası, bilim ve teknoloji, sosyal güvenlik, iş ve maaşlar kısmını ele alıyoruz.

Küba Komünist Partisi, ülkenin önümüzdeki dönem politikalarının belirleneceği ve herkesin merakle beklediği 6. Kongre öncesinde ekonomi ve sosyal politikalar konusundaki taslak metni parti üyelerinin ve Küba halkının tartışmasına açtı. Dün aktarmaya başladığımız metne bugün devam ediyoruz. (Dünkü haber: Küba ekonomi politikasının temeli)

Dış ticarette temel hedef belli
Metinde dış ticarette temel hedef, “mümkün olan en kısa zamanda” ihracatın artırılması ve ithal edilen malların yerli mallarla ikame edilmesi olarak belirlendi.

Bir başka hedef, ülkenin uluslararası ticaretteki kredibilitesinin artırılması. Bunun yolunun, yapılan sözleşmelere harfiyen uymaktan geçtiği belirtiliyor. Küba bu sene dış borcunun bir kısmını yeniden yapılandırmak zorunda kalmıştı.

Ülkenin uluslararası ekonomik ilişkileriyle bağlantılı tüm faaliyetlerde, bir ilkenin uygulanacağının altı çizildi: Karar veren, pazarlık yapmaz. Bu ilke, karar mekanizmalarında bulunan yetkililerin, şirketler adına iş yapmamasını öngörüyor.

Dış ticarette ihraç edilen ürün ve hizmetlerin çeşitlendirilmesi istenirken, teknolojik bakımdan gelişmiş ürünlerin ihracatının artırılmasının tercih edileceği kaydedildi. Bir başka vurgu, profesyonel hizmetlerin ihracatında eğitilmiş profesyonel meslek sahiplerinin başka ülkelere gönderilmesinden çok, teknolojik proje ve çözümlerin ihracatına öncelik verilmesi gerekliliği oldu.

Yabancı şirketlerin yatırımları
İthalatın ikame edilmesinde bahsedilen yöntemlerden biri, yabancı şirketleri Küba’da yatırım yapmaya teşvik etmek. Metinde bu hedef için, Küba makine sanayisi ile yabancı şirketler arasında teknoloji transferi anlaşması yapılması yöntemi belirtildi.

Metne göre Küba’daki makine sanayinin gelişimine önem verilecek ve ülkenin ithalatında da makine teknolojisine dair ithalat öncelikli olacak. Küba Komünist Partisi, ülkenin kendi sanayiini geliştirme hedefini önüne koydu. Yabancı yatırımların teşvik edilmesinde göz önünde bulundurulan kriterler ülkenin ihtiyaçları, yatırım sonucunda yüksek teknolojiye erişim sağlanması, ihracatın artması ve çeşitlendirilmesi, ithalatın ikame edilmesi ve üretim hedefinin tutturulması için uluslararası kredi desteği bulunabilmesi olarak sıralandı. Yabancı yatırımlar üzerinde denetimin de sıkılaştırılacağı ve mükemmelleştirileceği yazıldı.

Yatırım politikası
Devlet yatırımları politikasının genel çizgileri bölümünde, yatırımlarda ihracatın artırılması, ithalatın ikame edilmesi ve ülkenin üretici güçlerini gelişmesi için gerekli altyapının geliştirilmesine öncelik verilmesi vurgulandı.

Bu bölümdeki önemli noktalardan biri, yatırım politikasında adım adım merkeziyetçiliğin azaltılması yönündeki istek oldu. Buna göre Ekonomi ve Planlama Bakanlığı’nın elindeki yatırım kararı alma hakkı, giderek Merkezi Devlet Yönetimi Organları, İl Yönetim Konseyleri, devlet şirketleri ve birimlerine de belli ölçülerde verilecek.

Bu süreçte onaylanan yatırımların ise norm olarak ya dış kredi, ya da öz kaynaklar kullanılarak yapılması öngörülüyor. Gerçekleştirilen yatırımlar ise “kendi yağlarıyla kavrulacak” ve ayakta kalacak.

Bir diğer ilgi çekici nokta, devlet şirketleri arasında ihale yönetiminin uygulanması koşullarının değerlendirilmesinin dile getirilmesi oldu.

Bilim ve teknoloji politikası
Küba Komünist Partisi, Küba’nın şimdiye kadar önemli ilerleme gösterdiği biyoteknoloji, gelişmiş tıbbi teçhizat üretimi, yazılım sektörü, eğitim teknolojileri, biyoinformatik ve nanoteknoloji alanlarındaki yatırımların güçlendirilerek sürmesini önerdi.

Benzer şekilde, iklim değişikliği de göz önünde bulundurularak doğal kaynakların korunması ve rasyonel kullanımı ve sosyal bilimler alanlarına da önem verilmesi gerektiği vurgulandı.

Sanayide yapılacak teknolojik yatırımlarda da dünyadaki teknolojik ilerlemenin kapsamlı bir analiziyle, ülkenin stratejik sektörlerde bağımsızlığına katkıda bulunacak teknolojilere yatırım yapılmasının önemi belirtildi.

Devrimin kazanımlarının korunması için çalışma bilinci
Metnin “Sosyal politika” bölümünde ilk olarak devrimin kazanımlarının korunmasından bahsedildi. Bu kazanımlara örnek olarak eğitim, sağlık, kültür, spor, rekreasyon, sosyal güvenlik ve muhtaç insanlara sosyal yardım gösterildi.

İkinci maddede ise, toplumun gelişmesi ve bireylerin ve ailelerinin ihtiyaçlarının karşılanması için çalışmanın rolünün kurtarılması hedefi dile getirildi.

Sosyal güvenlik, iş ve maaşlar
Sosyal güvenlik kısmında, sosyal güvenlikte devlet bütçesinin göreli katılımının azaltılması bir hedef olarak belirtildi. Demografik sebeplerle emekli sayısının daha da artacağı tespiti yapılarak, hem devlet sektöründe çalışanların katkısının artırılması, hem de devlet dışı sektörde özel katkı rejimleri uygulanması yöntemleri dile getirildi.

Bir diğer dikkat çekilen konu, toplumun tüm sektörlerinde nüfusun yaşlanmasının önüne geçmek için çeşitli stratejilerin araştırılması ve uygulanması ihtiyacı oldu.

Maaş kısmında herkesin emeğine göre maaş alması ve bu maaşın, kaliteli ürün ve hizmetler üretilmesiyle sonuçlanması gerektiği vurgulandı.

Döviz üreten veya kendiliğinden tasarrufla sonuçlanan alanlar, yiyecek ve diğer temel ihtiyaç maddeleri üretimi ve yatırım sürecinin geliştirilmesi alanların çalışanların maaşlarının artırılmasına öncelik verilmesi gerektiği belirtildi.

Küba’da Ağustos ayı başından bu yana çok tartışılan devlet sektörünün “şişmiş” alanlarının küçültülmesi meselesiyle ilgili olarak ise şu tespitlerde bulunuldu:
- Kendi hesabına çalışma genişletilecek ve bu, istihdam alternatifi ve ürün ve hizmetlerin kalitesinin artırılması için bir yol olarak kullanılacak. Bu kişilerin gelirlerine göre topluma katkıda bulunmaları için bir sistem yaratılacak.

- İşe uygunluk göz önünde bulundurularak emek sürecinde yararlanırlık gözetilecek ve paternatlist yaklaşımlara son verilecek.

- Ülkenin gelişiminin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünün iyi bir analizi yapılacak ve şu an ihtiyaca uygun olmayan yüksek öğretim ve teknik eğitim alanları yeniden yapılandırılacak.

- Toplumda maaşın rolü güçlendirilecek. Bunun için karşılıksız devlet yardımları ve aşırı kişisel devlet desteği kaldırılacak ve ihtiyaç duyan kişilere yardımlar oluşturulacak.

- Hem ihtiyaç duyan hem duymayan vatandaşları kapsayan ve karaborsanın gelişime katkıda bulunan karne rejimine son verilecek.

- Sosyal hizmetler, sağlık ve eğitim merkezlerinde ihtiyaç duyulan yerlerde devlet yemekhaneleri sürecek. Yine ihtiyaç duyulan işyerlerinde işçi yemekhaneleri de varlığını sürdürecek. Metinde geçmese de, bu ifade, devletin yemek tedariğinin alternatifi yollar aranacağı anlamına geliyor. Bunun denemeleri, bazı küçük ölçekli işyerlerinde yemekhanelerin kaldırılması ve işçilere yemek parası verilmesi şeklinde bu sene denenmeye başlanmıştı.

- Sosyal yardımlardan gerçekten ihtiyaç duyan ve ailesinden yardım göremeyen insanların yararlanması sağlanacak.

Gökçek: Gözünüzdeki sürme de benim!

Dikmen Vadisi'ndeki kentsel dönüşüm planı konusunda Dikmen halkının ve yargının engellerine takılan Melih Gökçek, kentsel dönüşümün önündeki engelin bakanlar kurulu kararıyla kalktığını savunarak Dikmenlileri tehdit etti.

Uzunca bir süredir Dikmen'deki gecekonduları "kentsel dönüşüm" kapsamında yıkarak arazilerine yağmaya açmak isteyen Melih Gökçek, "Kentsel Dönüşüm Yasası"nın çıkmasıyla ve bakanlar kurulu kararıyla Dikmen Vadisi Son Etap Kentsel Dönüşüm Projesi'nin onaylandığını savundu.

Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm projeleri kapsamında son etap olarak da bilinen, 4. ve 5. etaplarda hak sahiplerinin bir bölümü konut anlaşması yapmış ancak açılan davalar sonucunda proje 2 yıl önce iptal edilmişti. Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek, Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi'nin başkentin gecekondulardan arındırılması için başlatılan çalışmalardan birisi olduğunu savunarak, Son Etap Kentsel Dönüşüm Projesi'nde yaşanan sıkıntıların ''değer artışlarından haksız bir şekilde kazanç elde etmek isteyenlerin oyunları'' olduğunu ileri sürdü.

Kentsel dönüşüm planını kabul etmeyen Dikmenlileri susuz ve doğalgazsın bırakmakla tehdit eden Gökçek, "tapulu arazisi veya konutu olanlara" başka bir yerde konut tahsis edeceklerini belirtti. 3. Etap'tan verilecek bu konutların ise sayısı 93 ile sınırlı olduğundan ev sahipleri noter huzurunda yapılacak çekilişle belirlenecek.

Gökçek evlerinde kalmakta direnen Dikmenliler hakkında, "Ayrıca bu bölgede yaşayan ancak şahıs veya kamu arazisi üzerine gecekondu yapan ve hiçbir belgesi olmayan vatandaşları da mağdur etmemek için, bu kişilere Doğukent'ten arsa verilmesi yönünde teklifte bulunduk. Bu durumda olan 1063 kişiden 498?i ile sözleşme imzalanırken, 565 kişi sözleşmeleri imzalamayarak, evlerini boşaltmamakta ısrarcı davranıyor. Bu kişiler her platformda mutlaka 'hak sahiplerine verilen konutlardan isteriz' diyerek eylem yapıyorlar.'' diyen Melih Gökçek, Dikmen Vadisi'ndeki kentsel dönüşüm projesi hakkında aleyhinde açılan 223 davanın tamamından aklandığını da iddia eden Gökçek, "Bu ülkede devlet var, kanunlar var. Hiç kimse devletin üzerinde olamaz. Onlara tavsiyem en kısa zamanda sözleşmeleri imzalasınlar, evleri de boşaltsınlar. Onlara tanınan bu imkandan faydalansınlar. Çünkü biz çalışmalara en kısa sürede başlayacağız" dedi.