30 Aralık 2010 Perşembe

Dünya dinin kurdudur

Nüfus cüzdanlarında din hanesine karşı kararın anlamı.
1108 yılında Fransa tahtına çıkan VI. Louis, çok yakın bir çocukluk arkadaşına sahiptir. Suger, Saint Denis Manastırı'nın başrahibidir, ama Louis'nin yanından hiç ayrılmaz, adeta onun başbakanı gibidir. Hem bir din adamıdır hem de devlet adamı, bu nedenle başrahibi olduğu manastırın kilisesinin yerine ihtişamlı gotik bir kilise inşasına girişir. Fransa krallarının çoğu burada yattığı için, bu hem dinin hem de Fransa'nın yüceliğinin ve gücünün simgesi olacaktır.

Sonunda Orta Çağ'ın en muhteşem yapılarından biri ortaya çıkar. Kilisenin her bir tarafı, Kitabı Mukaddes'ten sahnelerin resmedildiği devasa vitraylarla bezenmiştir. Suger, kral dostunu yeni kilisede gezdirirken, Louis sorar: "Bu vitraylar ne işe yarıyor Suger?" Cevap kesindir: "Onlar, halkın din okuludur Majesteleri."

Sanat, ortaya çıktığı ilk andan 19. yüzyılın ortalarına kadar sadece dinin hizmetinde olmuş, dinin görünürlüğünün en önde gelen aracı olarak iş görmüştür. Din, hangi toplumda ve hangi biçim altında olursa olsun, gene 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu dünyanın içinde mevcut olmayı, bu dünyanın temel ögesi ve başat düzenleyicisi olmayı istemiştir. Görünürlüğün peşinden koşmasının temel nedeni budur. Ama siyaset küresi de dinin bu başat konumunu desteklemiştir; çünkü devletler ve hükümdarlar, egemenliklerini dayandıracak ideolojik çerçeve olarak dinden daha uygun bir yapılanma bulamamışlardır.

Ama esasında öte dünya küresine ilişkin sorunsalın alanı olan din, tarihin bu cilvesi yüzünden gitgide dünyevi hale gelmiş ve esas işlevini terk etmiştir. Açıkçası ne kadar görünür hale geldiyse o kadar dünyevileşmiş ve o kadar maddileşerek özsel ruhaniliğinden ve kutsallığından uzaklaşmıştır. Oysa tarihin kaydettiği bütün büyük dindarların, azizlerin, evliyanın, çilekeşlerin... hayat öykülerinin gösterdiği üzere, gerçek din ve dindarlık, gözükmemeye, hatta bu dünyadan el ayak çekmeye dayalıdır. Terimden korkulmazsa, bu dünya dinin kurdudur. Din, görünürlüğü, somuttaki mevcudiyeti arttığı ölçüde bu süfli dünyanın kirli, karışık ve maddi ilişkilerinin içine girer ve yıpranır.

Bunu ilk önce Protestan hareketi fark etti ve dini dünyadan kurtarmak için elinden geleni yaptı, bireyi kendi kendinin papazı ilân etti. Laiklik, köklerinden birini burada bulmaktadır. Diğer kök, Kilise'yi (dini değil) düpedüz lağveden Fransız Devrimi'nin içindedir. Fakat laikliğin bu iki kanalından da geçmeyen Güney ülkelerinde, din, devletle birlikte ve fazlasıyla görünür kalmaya yakın tarihlere kadar devam etmiştir. Bunun en tipik örneklerinden biri, Hıristiyan İspanya veya İtalya'ya giden, Hıristiyan bir İsveçli, bir Alman veya bir Fransız'ın, bu ülkelerdeki seyirlik dinsellik karşısında duydukları büyük şaşkınlıktır. Adım başında duvar nişlerinde bir aziz veya azize heykeli, her yere dikilmiş mumlar, hemen her gün İsa'yı veya bir azizi anmak için yapılan dinsel geçitler... Dinin ruhaniliğini geri kazandığı Kuzey ülkelerinde bunların hiçbiri yoktur ve karnavala dönmüş, devletle kol kola Güney dinselliği, o bölgeden gelen insanları şoke eder.

Ederdi. Artık Güney ülkeleri de, dinlerine gereken saygıyı göstererek onu bu süfli dünyadan kurtardılar. İnancı toplumsallığından ve kimlikselliğinden kurtararak bireyselleştirmek için hâlâ çaba sarf ediyorlarsa da, çok mesafe aldıkları söylenebilir. Biz, metro koridorlarında, otobüs duraklarında, çarşı ortasında, sokaklarda cuma namazı kılınan, günde 100 bin camiden beş vakit hoparlörle ezan okunan, İslami mezheplerden sadece birini devletin bir kurumu halinde resmi din olarak örgütleyen, devlet adamlarımızın dinsel mensubiyetlerini her an açıkladıkları, insanlara sorulmadan ve daha doğumda kimlik belgelerine "dinleri" yazılan, mahkemelerde hâlâ dinsel yeminler edilmesi zorunlu olan, bazı dinsel bayramların resmi tatil olduğu (bazılarının da olmadığı)... bir ülkeyiz. Bu ülkede, resmi makamlar da dahil, herkes diğerlerinin inancını veya inançsızlığını sorgulama hakkını kendinde görüyor. Ve daha beteri, Sünni-Hanefilik dışındaki inanç ve inançsızlıklara her şeyi söylemek serbest, Sünni-Hanefiliği eleştirmek "dine hakaret!"

Ama Batı deneyi, dinin devletin hiçbir şekilde karışmaması gereken kişisel bir sorun olduğunu gösterdi. Bu açıdan, Alevi bir yurttaşımızın başvurusu üzerine davaya bakan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin nüfus cüzdanlarında din hanesinin boş bırakılabilirliğini yeterli görmeyerek, "nüfus cüzdanlarında bir din hanesinin bulunmasının da insan haklarına aykırı olduğu" hükmünü vermesi son derece yerindedir. Çünkü din, doğumdan getirilen ve hiçbir zaman terk edilmesi mümkün olmayan bir hal değil, tamamen bireysel bir tercihtir. O halde nüfus cüzdanlarımızda "tuttuğu takım", "sevdiği renk" gibi haneler nasıl yoksa "dini" hanesi de olamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder