28 Şubat 2011 Pazartesi

Necmettin Erbakan hayatını kaybetti!



Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, hayatını kaybetti...
Yakın tarihimizde çok önemli ve kilit bir isim olan Erbakan'ın yanı sıra öğrencileri de Türk siyasetinde kilit noktaklarda bulundular, bulunuyorlar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gibi...

AİLE KABRİSTANINA DEFNEDİLECEK
Sol ayak damarlarındaki iltihaplanma nedeniyle uzun zamandan beri özel Güven Hastanesinde tedavi gören Milli Görüş lideri 54. Hükümet Başbakanı ve Saadet Partisi Genel Başkanı Erbakan, öğle saatlerinde yaşamını yitirdi.

Erbakan'ın cenazesi 1 Mart 2011 Salı günü İstanbul Fatih Camiinde öğle namazından sonra kılınacak cenaze namazının ardından İstanbul Zeytinburnu'ndaki Merkez Efendi'deki aile kabristanlığına defnedilecek. Necmettin Erbakan'ın bir süre önce vefat eden eşi Nermin Erbakan'ın yanındaki mezarlığa defnedilmesi bekleniyor.

Son gelen bilgilere göre, Erbakan'ın cenazesi evine getirildi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, taziye için Erbakan'ın evinde ailesini ziyaret etti. Cumhurbaşkanı Gül de, oğlu Fatih Erbakan'ı arayarak başsağlığı diledi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya seyahatini yarıda keseceğini, salı günü Türkiye'ye gelerek, Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın cenaze törenine katılacağını; Belçika ziyaretini ve AB Komisyonu Başkanı Barosso ile yapacağı görüşmeyi ise ertelediğini bildirdi.

Erbakan'ın doktoru da, hastanenin önünde şu açıklamayı yaptı:

"Sabahtan itibaren tüm yaşam desteklerine rağmen 11.40'ta kendisini kaybetmiş bulunuyoruz. 8.50'ye kadar şuuru yerindeydi, aniden kalp ritminde bozulma oldu, saniyesinde müdahale yapıldı. Bu andan sonra şuur durumu yerinde değildi. Tüm tedaviler 11.40'a kadar devam etti ancak maalesef sonuç alma imkanı almadık. Kalp, solunum ve bunlara bağlı olarak böbrek ve diğer yetersizlikleri tetikledi. Kendileri solunum yolunda sıkıntı olduğunu söylediler."

ÖZGEÇMİŞİ
Necmettin Erbakan, 29 Ekim 1926'da Sinop'ta doğdu. İlkokula Kayseri Cumhuriyet İlkokulunda başlayan Erbakan, babasının Trabzon'a tayin olması nedeniyle ilköğrenimini burada tamamladı. Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi'nde bitirdi. 1948'de İTÜ Makine Fakültesi'nden mezun olan Erbakan, aynı yıl burada asistan olarak göreve başladı. 1965'te profesör olan Erbakan, 1966'da Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığı'na getirildi. Daha sonra Genel Sekreter olan Erbakan, 1968 Mayısında Odalar Birliği İdare Heyeti Üyesi, bir yıl sonra da Odalar Birliği Başkanı oldu.

1969 seçimlerinde Konya'dan bağımsız olarak adaylığını koydu ve seçilerek TBMM'ye girdi. Necmettin Erbakan, 24 Ocak 1970'de Milli Nizam Partisi'ni (MNP) kurdu. Parti, Nisan 1971'de kapatıldı. 11 Ekim 1972'de kurulan Milli Selamet Partisi (MSP) ise Erbakan başkanlığında girdiği 1973 seçimlerinde 51 parlamenterle TBMM'ye girdi. MSP-CHP koalisyonunda Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Erbakan, bu hükümetin 1974 yılı başında bozulmasının ardından kurulan dörtlü koalisyonda da yine Başbakan Yardımcılığı ve Ekonomik Kurul Başkanlığı görevlerini üstlendi.

5 Haziran 1977 seçimlerinden sonra oluşturulan 3'lü koalisyonda da bu görevini sürdüren Erbakan ve liderliğini yaptığı MSP, böylece toplam 4 yıl süreyle hükümet ortağı oldu. 1978 yılı başından 12 Eylül 1980'e kadar muhalefette kalan MSP'nin Genel Başkanlığını yürüten Erbakan, Eylül 1987'deki referandumla yeniden siyasi haklarını elde etti.

Erbakan, 19 Temmuz 1983 tarihinde kurulan Refah Partisi'nin 11 Ekim 1987 tarihinde yapılan kongresinde oybirliğiyle Genel Başkanlığa seçildi. 20 Ekim 1991 seçimlerinde Konya'dan Milletvekili seçilen Necmettin Erbakan, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde de tekrar Konya'dan milletvekili seçilerek TBMM'ye girdi. Erbakan, 28 Haziran 1996'da Başbakan olarak RP-DYP koalisyon hükümetini kurdu. 21 Mayıs 1997'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, RP'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu ve parti Ocak 1998'de kapatıldı.

Yüksek Mahkemenin RP'nin kapatılmasına ilişkin kararı ile birlikte Erbakan'a 5 yıl süreyle siyasi yasak getirildi. 5 yıllık siyasi yasağı Şubat 2003'te sona eren Erbakan, 11 Mayıs 2003'te Saadet Partisi 1. Olağan Büyük Kongresi'nde Genel Başkanlığa seçildi. Erbakan, kamuoyunda ''Kayıp Trilyon'' davası olarak bilinen davada, Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 6 Mart 2002'de ''özel evrakta sahtecilik'' suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasına mahkum oldu. Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Erbakan'ın cezasını onadı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, ''Kayıp Trilyon Davası''nda mahkum olan ve mahkumiyet kararları kesinleşen Erbakan dahil 6 kişinin parti üyeliğinden çıkarılması ve partideki organlardaki görevlerine son verilmesini isteyince Erbakan, 30 Ocak 2004'te Saadet Partisi Genel Başkanlığından ve parti üyeliğinden ayrıldı.

Ankara Numune Hastanesinden aldığı sağlık raporu doğrultusunda infazı ertelen Erbakan'ın ''Kayıp Trilyon'' davasında aldığı hapis cezası TCK'da yapılan değişiklik uyarınca ev hapsine çevrildi. Erbakan ev hapsini çekerken Adli Tıp Kurumunun ''sürekli hastalık'' raporu doğrultusunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 19 Ağustos 2008'de affedildi.

ERBAKAN İÇİN ''ÖZEL DONANIMLI CENAZE ARACI''
Saadet Partisi Genel Başkanı eski başbakanlardan ve Necmettin Erbakan'ın naaşı evinin önündeki özel cenaze aracında korunuyor. Teknik özellikleri bakımından Ankara'da bir örneği daha bulunmadığı iddia edilen araç, cenazeyi eksi 7 derecede muhafaza edebiliyor.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, özel bir ambulans ve cenaze hizmetleri şirketine ait araç, kabinli ve çift taraflı soğutma sistemine sahip. Morglarda eksi 3 derece olan soğutma sistemleri bu araçta eksi 7 dereceye kadar çıkabiliyor.

Son teknolojik sistem kullanılarak donatılan araç, çalışmadığı zaman bile içindeki havayı 48 saat boyunca muhafaza edebiliyor. 4 cenaze alma kapasitesine sahip araç, genellikle il dışına götürülecek cenazelerde kullanılıyor.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof Dr. Hamdi Hakan Çelik, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ölüm sonrası deformasyonun hemen başladığını belirterek, ''Ancak bu tür özel donanımlı araçlar cenazeyi belli bir süre korur'' dedi.

Cenazelerin bekletildiği morgun, anatomi öğrencilerinin kadavra olarak kullanacakları cesetler için eksi 18-20 dereceye kadar soğuk ortam sağlayabildiğini ifade eden Prof. Dr. Çelik, ''Genel Başkan Necmettin Erbakan'la ben de tanışma fırsatı bulmuştum. Son derece mütevazi bir kişiliği vardı. Bu tür tanınmış kişilerin ölümden hemen sonra apar-topar defnedilmesi yerine, kapsamlı cenaze töreni düzenlenmesi tercih ediliyor. Şu an içinde muhafaza edildiği özel donanımlı araç da cenazeyi korumak için uygundur'' diye konuştu.

Merkezefendi Mezarlığı'nda hazırlıklara başlandı
Vefat eden eski Başbakan ve Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın yarın defnedileceği Merkezefendi Mezarlığı'nda hazırlıklara başlandı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesince Merkezefendi Mezarlığı'nda yaklaşık 70 kişilik ekip tarafından temizlik, bakım ve ağaç budama çalışması yürütülüyor.Merkezefendi Mezarlığı'nın girişinde yer alan Erbakan ailesinin kabristanı da yine görevlilerce temizleniyor.

Mezarlığın giriş bölümünde yer alan ve kararan duvarlar, 20 kişilik ekip tarafından basınçlı havayla kum püskürtülerek beyazlatılıyor.50 kişilik bir grup da mezarlığın içindeki çöpleri, budanan ağaç dallarını topluyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekipleri ayrıca Eski Kozlu, Silivrikapı, Tahirefendi, Dedeler, Yeni Kozlu mezarlıklarında da bakım ve temizlik çalışması yapıyor.
Bu mezarlıkların bulunduğu 10. Yıl Caddesi de yarın yapılacak cenaze töreni için hazırlanıyor.

HAMAS HÜKÜMETİ'NDEN BAŞSAĞLIĞI
Saadet Partisi Genel Başkanı ve eski başbakanlardan Necmettin Erbakan'ın vefatı, Gazze Şeridi'ndeki Hamas hükümetinin yanı sıra İsrail'deki İslam Hareketi'nce de üzüntüyle karşılandı.

Gazze'deki fiili Hamas hükümetinin Sağlık Bakanı Dr. Bessam Naim, ''İslam aleminin büyük lideri ve düşünürü'' olarak nitelendirdiği Erbakan'ın vefatından derin üzüntü duyduklarını belirtti ve Türk halkına başsağlığı dileklerini iletti.

Dr. Bessam Naim, yaptığı yazılı açıklamada, ''Türkiye ve İslam dünyası, başta Filistin ve Kudüs olmak üzere İslam davaları uğruna hayatını adamış, çağdaş İslam'ın çok büyük bir bayrağını kaybetmiştir'' ifadesini kullandı.

Dr. Naim, İslam dünyasına üzüntülerini bildirirken, ''Büyük düşünür ve İslam liderlerinden Necmettin Erbakan'ın kaybı nedeniyle, kardeş Türk halkına ve liderlerine, hükümetine ve tüm Müslümanlara başsağlığı dilediğini'' bildirdi.

Hamas hareketi de Şam'dan yayımladığı başsağlığı mesajında, ''Türkiye'nin liderliğine ve halkına'', Erbakan'ın vefatı dolayısıyla taziyelerini iletti. Hamas, Erbakan'ın Filistin davasına verdiği desteğe atıfta bulundu, kendisine Allah'tan rahmet, ailesine güç ve sabır diledi.

Batı Şeria'da başta Nablus'taki El Neceh Üniversitesi olmak üzere bazı üniversite ve dernekler de Türk temsilciliklerine başsağlığı mesajları gönderdiler.

İSRAİL'DEKİ İSLAMİ HAREKET'TEN BAŞSAĞLIĞI
İsrail'deki İslami Hareket de, Erbakan'ın vefatı dolayısıyla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a birer başsağlığı mesajı gönderdi.

İslami Hareket Başkan Yardımcısı Şeyh Kamil Hatib imzasını taşıyan başsağlığı mesajlarında, eski Başbakan Erbakan'ın ölümünden duyulan derin üzüntü dile getirildi, hem Türkiye yönetimine ve halkına hem de tüm İslam ve Arap alemine başsağlığı dilekleri iletildi.

İSTANBUL VALİLİĞİNDE TOPLANTI DÜZENLENDİ
Basına kapalı olarak gerçekleşen ve yaklaşık 1.5 saat süren toplantının ardından basın mensuplarına açıklama yapan Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Selman Esmerer, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih ve Zeytinburnu ilçe belediye başkanlarıyla beraber cenaze merasiminin organizasyonunu görüştüklerini söyledi.

Cenaze işleriyle ilgili bilgi veren Saadet Partisi İstanbul İl Başkan Yardımcısı Hüseyin Oruç, 1 Mart Salı günü saat 09.00'da Erbakan'ın naaşının Atatürk Havalanı'ndan alınacağını, oradan ambulansla Fatih Camisi'ne getirileceğini ve bu güzergahın E-5 Karayolu üzerinden olacağını belirtti.

KÖYÜNDEN TOPRAK GÖTÜRÜLECEK
Eski Başbakan ve Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın mezarına konulmak üzere doğum yeri Sinop'un Uzungürgen köyünden toprak götürülecek.

Saadet Partisi Sinop İl Başkanı Cavit Üçüncüoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Genel Başkanlarını kaybetmekten duydukları büyük üzüntüyü dile getirdi.

Parti binasında taziyeleri kabul eden Üçüncüoğlu, Sinop'ta doğan Erbakan'ın cenazesine katılmak üzere bu akşam parti binası önünden çok sayıda otobüs ve özel aracın İstanbul'a hareket edeceğini belirtti.

Cavit Üçüncüoğlu, ''O'nun kaybı bizim için çok büyük bir acı oldu. Köyünden aldığımız toprağı Merkezefendi Mezarlığı aile kabristanlığındaki mezarına koymak üzere partililer olarak İstanbul'a götürüyoruz'' dedi.

Üçüncüoğlu, Uzungürgen köyünden Erbakan'ın yakın akrabalarının da cenazeye katılmak üzere İstanbul'a gideceğini kaydetti.

Üniversitede kavga: 5 yaralı



ANKARA Üniversitesi Cebeci Kampusu’nde iki karşıt öğrenci grubu arasında çıkan çatışmada 1’i ağır 5 öğrenci yaralandı. Olaylar sırasında atılan taşlardan öğretim görevlilerine ait araçlar da hasar gördü.

Ankara Üniversitesi’nde öğrenim gören BDP ve TKP’li olduğu belirtilen iki öğrenci grubu arasında bugün öğleden sonra gerginlik başladı. Cebeci Kampusu’ndeki gerginliğin kavgaya dönüşmesiyle iki karşıt grubun öğrencileri refüjlerdeki mermerleri kırarak birbirlerine atmaya başladı. Atılan mermer ve taşların isabet ettiği 5 öğrenci yaralandı. Bir öğrencinin sağlık durumunun ağır olduğu bildirildi. Yaralı öğrencilerden 2’si Numune Hastanesi’ne, 3’ü ise Ankara Hastanesi’ne kaldırıldı.

Olay yerine çok sayıda ambulans sevk edilirken, çevik kuvvet ekipleri Cebeci Kampusu’ne girerek olaylara müdahale etti. TKP’li öğrenciler bir süre sonra okuldan tahliye edilirken, diğer grubun öğrencilerinin daha sonraki saatlerde okuldan polis tarafından çıkartılacağı bildirildi.

TKP'den saldırılarla ilgili açıklama

Türkiye Komünist Partisi, üniversitedeki kavganın ardından bir açıklama yaptı.

Açıklama şu şekilde:

"Türkiye Komünist Partisi, “Boyun Eğme” sloganıyla 26 Şubat Cumartesi günü seçim çalışmasına başlamıştır. Son üç gün içinde seçim çalışmamız Türkiye’nin değişik yerlerinde saldırıya uğramıştır. Isparta'da seçim bildirgesini dağıtan TKP üyelerine faşist bir grup tarafından saldırılmış, bir TKP üyesi bıçakla yaralanmıştır.

Bir diğer saldırının ise bugün Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi olması düşündürücüdür. BDP’li olduğunu iddia eden öğrenciler, TKP'nin seçim afişini indirmek ve seçim bildirgesinin dağıtılmasını engellemek istemişlerdir. Düzenlenen saldırı sonucunda 3 TKP üyesi hastaneye kaldırılmıştır. Bir yoldaşımızın hayati tehlikesi devam etmektedir.

Partimiz, Türkiye'nin her yerinde emekçileri boyun eğmemeye çağırmayı, bu iradenin güçlenmesi için bütün olanaklarıyla mücadele etmeyi sürdürecektir. Hiçbir saldırı TKP'nin mücadelesini zayıflatmayı başaramayacaktır.

Partimize yönelik bu çirkin saldırıları ve seçim çalışmalarımızı engelleme girişimlerini kınıyoruz.


Dış açık Ocak'ta yüzde 89 arttı

Dış ticaret açığı Ocak'ta yüzde 89.4 artarak 7.3 milyar dolar oldu.
Petrol fiyatlarındaki artış ve iç talepteki güçlü seyre bağlı olarak ithalatın Ocak ayında beklentilerin üzerinde artmasıyla, dış ticaret açığı Ocak ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 89.4 artarak 7.312 milyar dolar olarak gerçekleşti.

CNBC-e anketinde dış ticaret açığının 4.7 milyar dolar olması bekleniyordu.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ihracat Ocak'ta yüzde 22.1 artarak 9.561 milyar dolar olurken, ithalat yüzde 44.3 artarak 16.873 milyar dolar olarak gerçekleşti. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış seriye göre Ocak ayında ihracat, 2010 Aralık ayına göre yüzde 4.2 azalırken, ithalat yüzde 9.7 arttı. TÜİK verilerine göre 2010 Ocak ayında yüzde 67 olan ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2011 Ocak ayında yüzde 56.7'ye geriledi.

İthalattaki artışta enerji fiyatlarının geçen yılın aynı ayına göre artış göstermesinin etkili olduğunu, ancak asıl etkinin Şubat verilerinde görüleceğini söyleyen TSKB Ekonomisti Başar Yıldırım, TCMB'nin son PPK toplantı özetinde ithalat talebindeki yavaşlamanın süreceğini belirtmesine karşın, Ocak ayında mevsimsellikten arındırılmış rakamlarda ithalatın artmaya devam ettiğini belirtti.

Yıldırım, "Bu anlamda TCMB'nin nette sıkılaştırıcı olan son politika bileşiminin dış ticaret ve bu anlamda cari açık üzerindeki etkisinin henüz hissedilmediği sonucu çıkarılabilir" dedi.

İhracat yapılan bölgeler içerisinde yüzde 55'in üzerinde paya sahip olan Avrupa ülkelerine yönelik belirsizliğin ihracatı Ortadoğu'ya kaydırılması konusunu gündeme getirdiğini ancak, mevcut durumda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşanan olayların ihracat üzerinde yeni bir risk unsuru olduğunu söyleyen Yıldırım, "Öyle ki, Türkiye ihracatı içerisinde yüzde 15 seviyesinde paya sahip ilgili ülkelerde yaşanan karışıklıklar ihracatımızı azaltma riski taşırken bir yandan da artan petrol fiyatları dış ticaret açığı ve cari açık üzerindeki tehdidi artırıyor. Global olarak artan enflasyon beklentileri ve son olarak petrol fiyatlarındaki artışın politika bileşimini (hızlanan enflasyon ve hızlanan kredi büyümesi kapsamında) orta vadede hem politika faizi hem de zorunlu karşılık artırımı yönüne kaydırabilir" dedi.

Alt kalemlere bakıldığında mineral yakıtlar, mineral yağlar ve müstahsalları, mumlar kaleminde ithalat Ocak'ta yüzde 31 artarak 3.73 milyar dolara yükseldi. Mineral gazlar ve mineral yağlar, petrol ve doğalgaz başta olmak üzere Türkiye'nin enerji kaleminde ithal ettiği ürünleri kapsıyor.

Bu faslı yüzde 30'luk artış ve 1.61 milyar dolar ile kazanlar, makine ve cihazlar, aletler ve bunların aksam-parçaları, yüzde 33.5'lik artış ve 1.51 milyar dolar ile demir ve çelik, yüzde 19.3'lük artış ve 1.18 milyar dolar ile elektrikli makine ve cihazlar, bunların aksam-parçaları ve yüzde 80.6 artış ve 1.02 milyar dolar ile motorlu kara taşıtları izledi.

Ocak ayında ithalatta yüzde 1,083.8 ile en yüksek oranlı artışın görüldüğü inciler, kıymetli taş ve metal mamulleri, madeni paralar 626.43 milyon dolar olurken, bu kalemi yüzde 515 artış ve 268.52 milyon dolar ile hava taşıtları, uzay araçları, aksam ve parçaları izledi.

AB'NİN PAYI GERİLEDİ
Avrupa Birliği'nin (AB) Ocak 2010'da yüzde 50.3 olan ihracattaki payı 2011 Ocak ayında yüzde 47.3'e geriledi.

Ocak ayında en fazla ihracat yapılan ülke Almanya oldu. Bu ülkeye yapılan ihracat 2010 yılının Ocak ayına göre yüzde 19.4 artarak 990 milyon dolar olurken, Almanya'yı sırasıyla 629 milyon dolar ile İtalya, 605 milyon dolar ile Irak, 563 milyon dolar ile İngiltere ve 521 milyon dolar ile Fransa takip etti.

İthalatta ise, Türkiye'nin enerji ihtiyacının karşılanmasında başta gelen ülke olan Rusya ilk sırada yer aldı. Bu ülkeden yapılan ithalat yüzde 13.9 artarak 2.03 milyar dolar olarak gerçekleşti. Rusya'yı sırasıyla 1.6 milyar dolar ile Çin, 1.4 milyar dolar ile Almanya ve 1.25 milyar dolar ABD izledi.

Ocak ayında fasıllar düzeyinde en büyük ihracat kalemi, 1.1 milyar dolar ile motorlu kara taşıtları ve aksam parçaları olurken; bu fasılı 738 milyon dolar ile kazanlar, makine ve cihazlar, aletler ve bunların aksam-parçaları, 718 milyon dolar ile demir ve çelik, 695 milyon dolar ile örme giyim eşyası ve aksesuarları ve 613 milyon dolar ile elektrikli makine ve cihazlar, bunların aksam-parçaları izledi.

Zengin-yoksul farkı 8.5 kata çıktı

2009 yılında Türkiye'de gelir dağılımındaki eşitsizlik 0,01 puan artış gösterdi. En yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkı 8,5 kata çıktı. Nüfusun yüzde 17,1'i yoksulluk sınırının altında kalıyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2009 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçlarını açıkladı.

Gelir dağılımı eşitsizlik ölçütlerinden gini katsayısı bir önceki yıla göre 0,01 puan artışla 0,415 olarak tahmin edildi. Katsayı, kentsel yerleşim yerleri için 0,405, kırsal yerleşim yerleri için ise 0,380 olarak hesaplandı.

Gini katsayısı sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, 1'e yaklaştıkça gelir dağılımda bozulmayı ifade ediyor.
TÜİK açıklamasında, gelirin nüfusa dağılımındaki eşitsizliğin grafik gösterimi olan ''Lorenz eğrisi''nin de bir önceki yıla göre gelir dağılımında önemli bir değişim olmadığını, eğrilerdeki çakışmayla gösterdiği belirtildi.

Araştırma verilerine göre, eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelirlere göre oluşturulan yüzde 20'lik gruplarda, en yüksek gelire sahip son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 47,6, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 5,6 oldu.

Buna göre, son yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay, ilk yüzde 20'lik gruba göre 8,5 kat fazla oldu. 2008 yılında bu oran 8,1 kat civarındaydı.

''Eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelir dağılımı''nda bireysel refah ön plana çıkıyor. Dolayısıyla hesaplamalarda hanehalkının toplam geliri kadar hane içindeki fert sayısı da önem taşıyor. Hane halkının toplam kullanılabilir geliri, hanedeki fert sayısı dikkate alınarak bireysel gelire dönüştürülüyor. Doğru karşılaştırma için de eşdeğerlik ölçeği kullanılarak her bir hane halkı bütünlüğünün, kaç yetişkine eşdeğer olduğu tespit ediliyor.

10 KİŞİDEN 6'SI YOKSULLUK RİSKİ ALTINDA
Eşdeğer hanenalkı kullanılabilir gelirleri üzerinden çeşitli göreli yoksulluk sınırları belirlendi. Hesaplama, eşdeğer hanehalkı kullanılabilir medyan gelirin yüzde 40, yüzde 50, yüzde 60 veya yüzde 70'ine yapıldı.

Gelirler küçükten büyüğe sıralandığında ortaya düşen değer, medyan geliri gösteriyor. Medyan gelirin yüzde 50'si dikkate alınarak belirlenen yoksulluk sınırına göre nüfusun yüzde 17,1'i yoksulluk sınırının altında. Bu oran, bir önceki yıl, yüzde 16,7 düzeyindeydi.

EN DÜŞÜK ORTALAMAYA SAHİP BÖLGE GÜNEYDOĞU ANADOLU
Türkiye'de hanehalkı başına düşen ortalama yıllık kullanılabilir gelir, 2009 yılında 21 bin 293 YTL (o tarihte YTL kullanımda bulunuyordu) olarak hesaplandı. Ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelir ise 9 bin 396 YTL oldu.

İstanbul Bölgesi 12 bin 795 YTL ile ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir geliri en yüksek olan bölge durumunda. Bunu, 11 bin 501 YTL ortalama gelir ile Batı Anadolu Bölgesi izledi. En düşük ortalamaya sahip bölge ise 4 bin 655 YTL ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi oldu.

2009'DA MÜTEŞEBBİS GELİRLERİNİN PAYINDA AZALMA OLDU
Maaş-ücret gelirleri yüzde 42,9'luk oranla toplam gelir içinde en fazla paya sahip. Bunu, yüzde 20,4 ile müteşebbis gelirleri izledi. Müteşebbis gelirlerinin yüzde 73,7'si tarım-dışı sektörden oluştu.

2008 yılı sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, bir önceki yıla göre maaş-ücret gelirlerinin payında 1 puanlık bir artış, müteşebbis gelirlerinin payında ise 2 puanlık bir azalış gözlendi.

Sosyal transferlerin yüzde 93,6'sını emekli ve dul-yetim aylıkları meydana getirdi. Emekli ve dul-yetim aylıkları toplam gelir içinde yüzde 18,3'lük paya sahip, diğer sosyal transferlerin payı ise yüzde 1,3.

YAŞAM KOŞULLARI GÖSTERGELERİ
TÜİK araştırmasına göre, kurumsal olmayan nüfusun yaşam koşullarına ilişkin bazı göstergeler şöyle:
- Yüzde 60,8'i kendilerine ait konutta oturuyor. Yüzde 22,4'ü kiracı.
- Yüzde 42,2'sinin konutunda ''sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi ve benzeri'' sorunlar söz konusu.
- Yüzde 42,9'unun oturduğu konutta ''izolasyondan dolayı ısınma sorunu'' yaşanıyor.
- Yüzde 59,3'ünün hanesinin taksit ödemeleri ve borçları (konut alımı ve konut masrafları dışında) bulunmakta, bu borç ödemeleri yüzde 29,3'ünün hanesine ''çok yük'' getiriyor.
- Yüzde 87,4'ü ''evden uzakta bir haftalık tatili'', yüzde 62,5'i ''beklenmedik harcamalarını'' ve yüzde 82,1'i ''yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını'' ekonomik nedenlerle karşılayamıyor.
- Yüzde 60,5'i ''iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek'' yiyemiyor.
- Yüzde 37,8'i evin ısınma ihtiyacını ''yeterince'' karşılayamıyor.
- Yüzde 43,9'u ''yeni giysiler'' alamıyor.


22 Şubat 2011 Salı

Bir tek Doğulu Diktatörler mi servetlerine servet katıyor?

Ortadoğu’yu uzun yıllardır yöneten diktatörlerin servetleri Batı medyasında tartışma konusu iken politikacıların zengin olması sadece ekonomisi az gelişmiş doğu ülkelerinde değil, çıkar üzerine kurulu burjuva siyasetinin hüküm sürdüğü her ülkede bir kural.

Son günlerde Ortadoğu’da ayaklanan halk kitleleri birçok tartışma başlığının yanında bir şeyi daha gündeme taşımış oldular: Ortadoğu’nun uzun yıllardır yöneten diktatörlerin servetleri. Batı medyası bu haberleri çok sevdi, Kaddafi, Binali, Mübarek ve bunların ailelerinin servetlerine bolca yer verdi.

Ancak bir noktanın üzeri örtüldü: Temel olarak bu diktatörler kişisel servetlerini emperyalizmle kurdukları bağa borçlular. Daha da önemli ve dikkat çekici olanı, politikacıların zengin olması sadece ekonomisi az gelişmiş doğu ülkelerinde değil, çıkar üzerine kurulu burjuva siyasetinin hüküm sürdüğü her ülkede bir kural.

Bu demokratik bir düzene sahip olduğunu iddia eden batı dünyasında her yerden daha fazla geçerli bir kural. Bunlardan birkaçına bakmak bile durumu anlamak için yeterli oluyor:


İtalya'nın Medya Baronu Başbakanı: Silvio Berlusconi
Başbakan Erdoğan’ın çok yakın dostum dediği, hatta samimiyetinden “Silvio” diye hitap ettiği, üstüne üstlük oğlunun da nikah şahidi olan İtalya Başbakanı Berlusconi dünyanın en zengin siyasetçileri arasında yer alıyor.

Adı sürekli seks skandalları ile anılan Berlusconi, İtalya’nın en büyük medya baronu. Kişisel servetinin 25 milyar doları bulduğu belirtiliyor. İtalya'nın en büyük medya şirketi Mondadori ve finans hizmetleri veren Mediolanum da Berlusconi ailesine ait.

ABD Başkanları en zengin %1’lik kesimden
Forbes dergisine göre ABD Eski Başkanı Bush'un servetinin miktarı tam olarak bilinmese de, ailenin zenginliği iyi biliniyor. Bush, bu servetini, bir zamanlar 605 bin dolara satın aldığı Texas Rangers kulübüne ait hisse senetlerini satarak elde etti.

Ancak Bush ailesiyle ilgili daha çarpıcı bir detay, İkinci Dünya Savaşı yıllarına uzanıyor. Nazi savaş mekanizmasının çelik üretiminin belkemiği olan şirketleriyle süper zengin işadamı Fritz Thyssen, savaş sonrası bu zenginliğini batılı arkadaşlarıyla olan bağlantıları sayesinde korudu. New York'taki iki arkadaşı, Prescott Bush ve Herbert Walker, geleceğin ABD Başkanı'nın babası ve kayınpederi idiler.


Missouri Üniversitesi başkanlık tarihçisi Jeffrey Pesley'in incelemesine dayanan Amerikan dergisine göre başkanların çoğunluğunun ABD'nin zenginlik açısından en üstteki üçte birlik kesiminden geliyor. Dergide John F. Kennedy ve ilk başkan George Washington'un 'süper zengin' kişiler olduğu belirtiliyor. Başkanların yarısı, Amerikan toplumunun en zengin yüzde 3'lük kesimine dahil bulunuyor. Yaklaşık 12 başkan ise yüzde 1'in arasına girecek kadar zengin.

Tayyip Erdoğan'ın hatırı sayılır serveti
Başbakan Erdoğan da hatırı sayılır serveti ile dünyanın en zengin siyasetçileri arasında.

Başbakanlık Basın Merkezi'nin internet sitesinde yer alan beyana göre, Başbakan Erdoğan'ın 40 bin TL değerinde Arnavutköy-Bolluca Köyü 376 metrekare arsa, 10 bin TL değerinde Güneysu-Dumankaya Köyü'nde 2 bin metrekare arsa taşınmaz mal varlığı var.

Başbakan Erdoğan'ın banka hesaplarında ise 2.366.109,95 TL'si (Şirket hisselerinin satış geliri, emekli ikramiyesi, emekli maaşı ve milletvekili maaşlarının toplamı) bulunuyor. Sitede yer alan beyana göre Başbakan Erdoğan'ın ayrıca 500.000 TL alacağı olduğu bildirildi.

Başbakanlığının ilk yıllarında da ticaret hayatını devam ettiren Erdoğan konu ile ilgili sorulara da sinirlenerek cevap veriyordu:

‘‘Ticaretten kazancım olmasa Başbakanlık maaşıyla geçinemem. Hiçbir ticari faaliyetimi durdurmak, dondurmak gibi bir durum söz konusu değil. Böyle bir şeye gerek yok. Ben namusumla çalışıyor, helal para kazanıyorsam buna kim ne diyebilir? Ayrıca ben bu işe Başbakan olduktan sonra başlamış olsam, haydi yine eleştirsinler. Ama ben bu işi 17 yıldır yapıyorum. Yeni başlamış olsam neyse.''


Erdoğan’ın her üçü de Ülker ürünlerinin dağıtımını yapan Emniyet, İhsan ve Yenidoğan Gıda şirketlerinde ortaklığı bulunuyordu. Emniyet ve İhsan Gıda'nın kuruluşları eskiye dayanırken, asıl işi Cola Turka'yı dağıtmak olan Yenidoğan Gıda ise Erdoğan'ın Başbakanlığı döneminde kurulmuştu.

Erdoğan’ın unuttuğu bir şey vardı, Başbakan olmasa bile uzun yıllardır siyasetle uğraşan Erdoğan ayrıca bir dönem de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmıştı. Erdoğan başbakanlığının ilerleyen sürecinde bu şirketlerdeki hisselerini sattı.

Başbakan'ın servetinin gerçek sınırları ise bilinmiyor. Yakın zamanda Wikileaks belgelerinde de İsviçre bankalarında 8 ayrı hesabı bulunduğu bilgisi yer alan Erdoğan'ın servetinin 3 milyar dolara kadar ulaştığını iddia eden kaynaklar var.

Mey İçki “babalar gibi satıldı!”

AKP hükümetinin “babalar gibi satarız” söylemiyle satışa sunduğu TEKEL'in Alkollü İçkiler Bölümü, satışından yedi yıl sonra özelleştirme tutarının sekiz katına İngiliz menşeli Diageo'ya satıldı.

2004 yılında TEKEL'in Alkollü İçkiler Bölümü’nü satın alan konsorsiyum tarafından oluşturulan Mey İçki Sanayi ve Ticaret A.Ş.'nin, alkollü içki üretiminde dünyanın en büyük şirketi olan İngiltere menşeli Diageo'ya satışında mutabakata varıldığı açıklandı.

TEKEL'in Alkollü İçkiler Bölümü’nün 2003 yılı sonunda özelleştirilmesiyle başlayan süreç, ülkede sektörün en büyük üretici firmalarından birinin yabancı bir tekele devredilmesiyle sonuçlanmış oldu. Aynı süreç, sektörde gerçekleşen yabancılaştırma operasyonunun yanı sıra kamunun büyük bir zarara uğratıldığını da gösteriyor.

TEKEL, 2004'te Mey İçki'ye devredildi
TEKEL, diğer birçok kamu kuruluşu gibi, parçalara ayrılarak özelleştirildi. Dört ayrı anonim şirkete bölünen TEKEL'in, Alkollü İçki ve Sanayi ve Ticareti A.Ş. adını alan Alkollü İçki Bölümü blok olarak 24 Şubat 2004'te özelleştirme ihalesini kazanan Nurol, Limak, Özaltın ve Tütsab şirketlerinden oluşan konsorsiyumun oluşturduğu Mey İçki'ye devredildi.

Mey İçki, TEKEL'in 17 fabrikası ve çeşitli taşınmazları ile stoklarına 292 milyon dolara sahip oldu. Ödemenin yarısı peşin alınırken, kalanı iki yıla yayılarak taksitlere bölündü. Özelleştirmenin üzerinden iki yıl geçer geçmez, şirketin ABD'li Texas Pacific Group'a (TPG) devri gündeme geldi.

Kamu büyük zarara uğratıldı!
TEKEL'in Alkollü İçkiler Bölümü’nü alan konsorsiyumun, asıl iştigal alanı ABD ordusuna ve işgal bölgelerine müteahhitlik yapmak olan bileşenleri, Mey İçki'nin yüzde 92'lik hissesini, büyük bir vurguna imza atarak Nisan 2006'da 810 milyon dolara TPG'ye sattı.

TEKEL'in özelleştirilmesinden sonra iki yıl içinde Mey İçki, neredeyse üç katı prim yapmış oldu. Alkollü İçki Bölümü’nün satışından kamunun yaklaşık 500 milyon dolar zarara uğratıldığı ortaya çıktı.


AKP babalar gibi sattı2006 yılında özelleştirme tutarının neredeyse üç katına el değiştiren Mey İçki'nin “değerinin artmasına” dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ilginç bir açıklama getirmişti. 2003'ten itibaren yaşanan olumlu gelişmeler nedeniyle yabancı sermaye girişinde büyük artış yaşandığını ve şirket değerlerinde hızlı yükselmeler gözlendiğini belirten Unakıtan, özelleştirilen kuruluşların değerindeki artışların da ekonomideki olumlu gelişmelerin sonucu olduğunu savunmuştu. Unakıtan, "TEKEL özelleştirmesi ilgili dönemdeki piyasa şartına bağlı olarak, kamuoyu önünde şeffaf olarak gerçekleştirilmiştir" diyerek vurgunu meşrulaştırmaya çalışmıştı. Unakıtan, meşhur “babalar gibi satarım” sözünü de TEKEL'in sigara ve içki bölümleri satışı ile ilgili olarak söylemişti.
Üstelik bu satışa kadar geçen iki yıl içinde, özelleştirilen fabrikalara değil yatırım yapmak, tek bir çivi çakılmadı. Mey İçki, iki yılda stokta bulunan ürünleri satarak fahiş kârlar elde etti. TEKEL Alkollü İçki Bölümü satıldığında depolarında bulunan şişelenmiş durumdaki içki stoklarının piyasa değerinin yaklaşık özelleştirme bedeli kadar olduğu belirtiliyordu.

Yani oluşan kamu zararı, özelleştirme ihalesi ile bundan iki yıl sonra yapılan satış işlemi tutarları arasındaki 500 milyon dolarlık farktan daha büyüktü.

Fabrikaları Mey İçki'den satın alan TPG ise “rasyonalizasyona” gitmiş ve birçok üretim tesisini kapatmış, çok sayıda işçiyi kapı önüne koymuştu.

Vurgunda son perde
Dün kamuoyuna duyurulan satış mutabakatı ise 2004 yılında 292 milyon dolara satılan TEKEL Alkollü İçki Bölümü’nün yedi yılda değerinin sekiz kat arttığını gösteriyor. İngiliz Diageo şirketi, Mey İçki'yi 3,3 milyar TL'ye (2,1 milyar dolar) satın aldı.

Özelleştirme sırasında TEKEL'in bayi ağını da devralan ve 50 bin bayiye sahip olan Mey İçki, halen rakı pazarının yüzde 80'ini kontrol ediyor.

İçkide dünya devi: Diageo
İngiliz menşeli dünyanın en büyük alkollü içki üreticisi olan Diageo, dünyanın en çok satan birçok içki markasına sahip. 180 farklı ülkede ürün satışı yapıyor. Şirket New York ve Londra borsalarında işlem görüyor. Diageo'nun başlıca içki markaları arasında Johnnie Walker, Crown Royal, J&B, Windsor, Buchanan's ve Bushmills viskileri, Smirnoff, Ciroc ve Ketel One votkaları, Baileys, Captain Morgan, Jose Cuervo, Tanqueray ve Guinness gibi ürünler bulunuyor.Diageo CEO'su Paul Walsh, varılan satış anlaşmasıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Bu yatırım, Diageo'nun Çin ve Vietnam gibi orta sınıfın hızla büyüdüğü, gelişmekte olan pazarlardaki varlığını artırma stratejisinin devamı niteliğinde” diyerek Türkiye içki pazarında hızlı bir büyüme beklediklerini söyledi. Walsh'ın açıklamasında, “72 milyon nüfuslu Türkiye'de artan gelirli, yerel ve uluslararası içki markalarına para harcayan önemli bir gelişmekte olan orta sınıf olduğunu” belirtmesi dikkat çekti.

Halk patlamasına kadar her şey 'güllük gülüstanlıktı'

Dr. Ali Kadri, Tunus'ta isyan patlak verdiğinde ihtimal verilse bile, mümkün görünmeyen Mısır halk isyanının gerisindeki sosyo-ekonomik koşulları yazdı. Mısır konusunda görünenin ardında yatan dinamikleri öğrenmek isteyen okurlarımız için, Kadri'nin bu analizini yayınlıyoruz:

Krizde Mısır Ekonomisi

Mısır'da devrimci süreç başlamadan birkaç gün önce “Tunus'daki intifada Mısır'a da sıçrar mı?” sorusuna verilecek cevap, ”Pek zannetmem, Mısırlılar dindardır, muhafazakardır ve insanların üzerindeki etkin asayiş örgütlenmesi de buna engel” olurdu. Ancak Mısır'da patlayan isyan, devrim için kültürel parametrelerin yeterli olmadığını göstermenin yanında, isyan etme zamanı geldiği zaman halkların bunu beklenmedik bir şekilde yaptığını da gösterdi. Birdenbire tüm gerçekler devrimi açıklar oldu. Devrim tarihsel olarak belirlenmişti ancak sosyal-deprem-ölçer herhangi bir öncül sarsıntı kaydetmemişti. Devrim için şartlar geçen sene de, bir önceki sene de vardı ama neden şimdi oldu?

Uzun bir süre Mısır hükümeti, Dünya Bankası ve IMF ile danışıklı döğüş şeklinde ülkede kötüleşen sosyal şartları sakladılar ve ekonomide pembe bir tablo çizdiler. Mısırlıların yüzde 5'i günde 1 dolarlık gelirin altında, mutlak yoksulluk içinde yaşıyordu. Öte yandan, gayrısafi yurtiçi hasıla (GSYİH) son 6 yılda ortalama yüzde 6 artarken iken 1980'den itibaren GSYİH yüzde 5 arttı. Bu göstergelere gelişmekte olan ülkelerin pek azında erişilebilmişti. Mısır'daki diğer ekonomik göstergeler de olumluydu. 2005-2009 arasında ülkeye 40 milyar dolarlık yabancı yatırım girmişti. İç borcun GSYİH'e oranı 2005'ten 2010'a kadar yüzde 100'den yüzde 75'e düşmüştü. İşsizlik düzeyi yüzde 9’du. Ekonomide devamlı olarak liberalleşme, mülkiyete dair sınırların kalkması, ticaret ve sermayenin serbest akışı söz konusuydu. Para politikaları enflasyonla da başarıyla mücadele etmişti.

Bu ekonomik performansa rağmen Mısır serbest pazarda Tunus kadar parlamadı. Mısır'a her sene gelen 5 milyon turist için halkın fakirliği gözlerden saklanamaz bir gerçekti. 2008'de ekmeğe zam yapıldığı zaman meydana gelen ölümleri hiçbir haber ajansı yazmadan edemedi. Mısır, yükselen yiyecek fiyatlarının direkt ölümlerle sonuçlandığı dünyadaki sayılı ülkelerden birisi. Gelişme devamlı olarak sürmesine rağmen, gelir eşitsizliği daha hızlı bir şekilde büyüdü. El Kudüs dergisinde yakın tarihli bir makale, Mısır'ın Kral Faruk günlerindeki gibi “yüzde 2” ekonomilerden birisi haline geldiğini yazdı. Bu, nüfusun yüzde 2'sinin ekonominin yüzde 98'ine sahip olması demek, IMF tavsiyeleri doğrultusunda enflasyonu indirmek için uygulanan para politikaları istihdam yaratacak projelere az para harcama fakat bankalara ve zenginlere para aktarmak için borçlanma temelli oldu. Gizli işsizlik, iş bulma umudunu yitirmiş işsizler eklendiğinde gerçek işsizlik yüzde 50'nin üzerindeydi.

Mısır bugünlere nasıl geldi?
Mısır'ın ekonomik ve sosyal tarihi iki döneme ayrılabilir. Eşitlikçi/adaletli büyümenin olduğu, 70'lerin ortasında sonlanan altın devir ve daha sonra adaletsiz daha yavaş bir büyümenin olduğu dönem. İlk dönem sıkıca kontrol edilmiş bir ekonomi, sosyal projeler üzerinde ülke içi kaynaklardan karşılanan muazzam harcamalarla belirleyici olurken, ikinci dönemde sosyal bir yeniden yapılanma, açıklık ve serbest pazara bağımlılık belirleyici oldu. Sedat'ın 70'lerin ortasındaki Açıklık (İntifah) hareketi, maaşlar sabit kalırken, temel ihtiyaçların fiyatının artması demek oldu ve fakirleri doğrudan etkiledi. Sedat'ın İntifahı, Abdulnasır döneminden sonra, kamulaştırılmış olanı özelleştirmek, sosyal sınıfları yeniden yapılandırmak ve bu suretle tarihi tersine çevirmek anlamına geldi. Abdulnasır'ın Kral Faruk'tan devraldığı fakir bir ülkede yaptığı sosyal reformlar, toprak reformu, sunduğu parasız eğitim ve sağlık hizmeti ülkeyi modern çağa adeta fırlattı.

Sedat'ın Mısır'da tarihi geriye sarabilmesindeki başarısının arkasında iki faktör vardı: Birincisi, Abdulnasır devriminin Mısırlı emekçiler tarafından içinde bizzat politik olarak yer alarak sahiplenilmemesi ve bu nedenle kazanımların daha sonra korunamaması. 1959'da Harry Braverman tarafından yazılan bir makale bunu öngörmekteydi: “Abdulnasır'ın rejimi kuşkusuz devrim maskesi altında bir diktatörlük ancak bu diktatörlük bir devrimin kimi olmazsa olmazlarının altını dolduruyor ve Mısır'da daha fazla devrim olması için eğilimler ve süreçleri tetikliyor. Eğer ordu sosyal mücadeleye katılıyor, tencereyi ocağın üstünde kaynak tutuyor ve ileriye doğru gidiş fikri uyansırıyorsa ülkeye hakim olabilir. Eğer bocalarsa ve eğer bu arada Mısırlı işçi sınıfı ve köylüleri, Nil Vadisi'nde Afrika'nın ilk sosyalizm deneyimini yaşatacak kadar olgunlaşmamışlarsa, mülksüzleştirilmiş soylular ve toprak sahipleri emperyalist destekle tekrar iktidarı alacaklardır.” 1977'deki İntifah'ın ilk belirtisinde Kahire'deki işçi sınıfı ekmek devrimi diyerek ayağa kalktı ama bu kalkışma ordu tarafından sert bir şekilde bastırıldı. İsyan Kahire'de başladı ama yaygınlaşmadı. Braverman tarafından dile getirilen yeterli olgunlaşma olmamıştı ve kalkışma devrime evrilmedi.

Sedat'ın tarihi geriye sarmasındaki diğer yardımcı 'emperyalist destekti'. Mısır'ın İsrail'e karşı 1967 ve 1973'deki iki yenilgisinden sonra hemen köşede bekliyordu. 1979 Camp David anlaşması Mısır halkının teslim alınması sürecinin taçlandırılması oldu. Camp David anlaşması Mısır'ın ekonomik problemlerini sözde hafifletecek “barış rüşveti” anlamına geldi. Ancak bu “rüşvet” sadece Sedat ve Sedat'ın sınıf arkadaşlarına verildi. Bu gelir otuz yıldan bu yana gittikçe arttı ancak bu emekçi sınıfın kazanılmış haklarının tırpanlanması ve kaynakları en tepedeki yüzde 2'ye kaydıracak şekilde bir sınıfsal yeniden düzenleme ile birlikte oldu. Toprak reformlarından başlayarak herşey özelleştirildi. Camp David anlaşması, yıllık 2 milyar dolarlık yardımlar, aynı zamanda Mısır'ı en fazla ABD yardımı alan ikinci ülke konumunda getirdi. Bu yardımın üçte ikisi orduya, kalan üçte biri de rejimin güvenliğini, asayişini denetlemek, sosyal olayları isyana varmamaları için denetlemek ve gözlemlemek için ayrıldı. Bugünkü devrimin nedeni sermayenin akışındaki ani bir kesinti değil. Tam tersine, merkez bankası rezervleri ve portfolyo akışları halihazırda pozitif ve yüksek.

Devrimci koşulların yaratılması yıllar aldı. İki İsrail savaşının kaybedilmesi Afrika ve Arap dünyasındaki emekçi sınıfın güvenliğini tehlikeye atarken, otuz yıldır süren emperyalist yağmaya da yol açtı. Mülksüzleştirerek biriktirme ve geriye doğru gelişme (de-development) Afrika'nın büyük kısmına ve Arap dünyasına hakim oldu. ABD doğrudan askeri müdahelelerle ya da askeri müdahele tehditleriyle bilinçli bir şekilde halkların sahip olma ve kendi kaynaklarını kontrol edebilme yetkilerini ellerinden aldı. Süreç kaba kuvvet ve toplu kıyımlarla yol aldı; özellikle de Irak'ta. Arap diktatörlükleri ve ABD elitleri arasındaki sınır ötesi ittifaklar o kadar giriftleşti ki, tanklarla korunmadığı sürece – Mübarek örneğindeki gibi – kendi ülkesinde emekliye ayrılan hiçbir Arap bürokratı olmadı. Nitekim, bu Arap ülkesinde de iç güvenliğin başkanı aynı zamanda ülkenin de başkanıydı. Bu tarz bireyselleşmiş kurumlarda refah yaratan ekonomik gelişme aşağıya doğru inmemekte ve yukarıya doğru çıkmakta. Vaşington kurumları formel kurumları olmalarına rağmen Arap kurumlarının hiç de ciddi ve kurumsal olmadıklarının gayet farkındaydılar. Bildikleri bir diğer şey de bu kurumsal ve paylaşım konjonktüründe yürüttükleri politikaların felaketle sonuçlanacağıydı.

Son küresel finansal kriz, Arap dünyasını da vurduğunda, “kriz” kelimesinin Arap dünyası için ne kadar komik durduğunu farkettim. Küresel olarak en yüksek oranda zıtlaşmalara sahip az gelişmiş bir coğrafyada “kriz” kelimesi Avrupamerkezci bir tona bürünüyor. Savaşların ve göçlerin hüküm sürdüğü Irak, Sudan, Yemen ve Filistin coğrafyalarında, 30 senelik yüksek büyüme rakamları yanında çocukların üçte birinin yetersiz beslendikleri Mısır'da “kriz” kelimesinin günlük yaşam pratiğinde hiçbir anlamı yok. Bu Çehov'un şu sözlerini hatırlatıyor: “Krizle bir embesil bile başedebilir. Bu bizim her gün içinde yaşadığımız, bizi tüketen şey”. Gelişmiş dünya için ekonomik refah, mülksüzleştirme ve çevresel yapıların yer değiştirmesi yollarıyla ekonomi-dışı yöntemlerle yaratılıyorsa, bu şu anlama geliyor: Merkezdeki refah çevredeki yoksullaşma ile bağlantılı. Bu kısmi olarak bile doğru ise o zaman barışa uzanan yol buradan başlamalı.

Bu anlamda Arap geriye doğru büyümesi (de-development) diğer üçüncü dünya ülkelerindeki süreçlerden farkı, Amerikan askeri varlığının bölgedeki varlığı, sponsoru olduğu diktatörlükler ve güç kullanarak bu konsepte sık sık başvurması. Raul Prebish'in BM'deyken söylediklerini bir adım daha öteye taşıyarak, bağımlılık teorisini Arap düzleminde yeniden tanımlamak mümkün: Bu gidişi tersine çevirmek için, Arap halkları anti-emperyalist mücadeleyi ön plana çıkartmalılar. Ancak ve ancak bu politik süreçler onların yaşamlarını iyileştirebilir. Bu da tartışmayı ilk soruma geri götüriyor. Emekçi sınıf uzun süredir sistemli olarak fakirleştirilirken devrim neden şimdi oldu?

İsyan; ama neden şimdi?
Bu politik süreç için çok şey yazılacak. Öncünün nerede olduğu, insanların ne zaman sokaklara döküldüğü, partinin çelik örgütünün nerede olduğu, devrimci bilincin nasıl oluştuğu ve ortaya konan alternatif sosyal modelin ne olduğu ve imgelemi nasıl kapsadığı gibi sorular sorulacak. Bu sorulara cevaplar birçok noktada gayet açık. İnsanlık tarihi, herhangi ikisi hiçbir zaman tam olarak aynı olmasa bile analojiler kurmak için yeterli sayıda devrim deneyimine sahip. Bariz ve açık olan cevap, Arap dünyasının despot rejimleri altında sadece küçük bir azınlığın işkenceye ve işkenceye denk gelen bir yaşama sahip olmayışı. Bu bağlamda, Çarlık Rusyası'ndaki 1917'deki Rusya devrimi benzer yaşam şartlarına sahip bir coğrafyada yapıldı. Rus dervrimi, sefilleştiren şartlarda yaşayan bir insanın daha özgür ve daha adaletli bir yaşam şeklini ne kadar kolay özümseyebildiğini gösteriyor.

Ancak bir devrimde politik kazanımlar hızla sosyal kazanımlara dönüştürülmeli ve bunlar işçi sınıfının süreç içindeki muazzam fedakarlığının karşılığı olmalı. Eğer bu işçi sınıfı devrimden bu şekilde fayda göremezse devrim tekler. Bu tarz bir başarısızlığa da tarihten örnek var: Lenin'in belirttiği gibi, 'Kendinden hareketin en zayıf anında burjuva ideolojisi yine baskın gelir çünkü burjuva ideolojisi daha fazla deneyim biriktirmiştir, bu nedenle de sosyalist ideolojiden daha fazla yayılma tecrübesine ve aracına sahiptir.' Bu, 1902'de de 1989'da Sovyetler Birliği'nde sosyalizm çöktüğünde de söylenebilirdi. 2011'de de söylenebilir. İşçi sınıfına barınma, sağlık, beslenme, eğitim ve çalışma hakkı hızlıca sağlanacak şekilde yeni bir paylaşıma hemen gidilmezse devrim geriye düşer.

Mısır, ABD'nin Ortadoğu'daki emperyalist stratejisinde kilit roldedir. Eğer ABD Mısır'ı kontrol edebileceğine ve ABD İmparatorluğunun buradaki gücünü koruyacağına ikna olursa, Mısır işçi sınıfı lehine yeniden paylaşımda onları bir süre rahat bırakabilir. Çünkü dünyanın bugünündeki emperyalist kriz ve emperyalistler arası rekabet koşullarında, jeostratejik önemi nedeniyle Ortadoğu'nun kontrolünü elden bırakmamak, Mısır'daki işçi sınıfının sömürülmesi ve yoksullaştırılmasından edinilecek artı değerden daha önemli.

İnsan pazarda ücret için sattığı emeğinden ayrıdır ancak işsiz bir sürü insan varken ve rejimin insana hiç saygısı kalmamışken işçi ile iş üretme kapasitesi ile aynı şey olur. Çalışanlar pazara sunabildikleri üretici güçleri ölçüsünde muamele görürler. Despot rejim, insanları, tıpkı metalarmış gibi vazgeçilebilir ve yerine yenileri konulabilir hale getirir.

Herhangi bir ücret için çalışmaya hazır fakir gençler, halihazırda çalışanların ücretlerini bu nedenle aşağıya çeker. Bu aşağıya doğru yuvarlanma da kendisini tekrar besler. Zaten Mısır ekonomisi kiralama temelli, yapısal nedenlerle istihdam yaratabilecek üretken bir ekonomi değil. Emek harcamadan kar etme, Mısır'a hükmeden elitin de düşünce şekli olmuş durumda. Bu durumda da insan hayatının değersizleşmesi ve insanların meta haline dönüştürülmesi süreci doğal bir sonuç. Çalışan birçok kişinin ve iş arayan birçok kişinin hayal kırıklığı ve sefaleti bir noktadan sonra varoluşsal olarak dayanılmaz hale geldi. Alternatif bir model olmasa bile bir değişim olmalıydı ve bu boş bir hülyanın değil, sadece yaşayanın anlayabileceği ciddiyette bir acının sonucu. Bu tarif ettiğim süreç olan metalaşma insanlığın, insan onurunun kaybedilmesini tarif ediyor. Bu nedenle, Tunus'da Muhammed Buaziz'in kendini yakmasından birkaç gün sonra bazı Mısırlı gençler de ülkelerindeki yaşam koşullarını protesto etmek için kendilerini yaktı.

Sanal dünyanın rolü
Bu devrimin geçmiş devrimlere benzemeyen bir yönü, internet aracılığı ile örgütlenme ve bilginin internet aracılığıyla yayılması oldu. Bu da politik sürecin açıklığı ve baskıcı rejimin dağıtılmaya başlanması sonucunu doğurdu. Devrimler ancak örgütsel ve hareketsel çerçeve, yaşam koşullarının dayanılmazlığı ile bir araya gelince olur. Mısır ayaklanması İnternet ayaklanması olarak adlandırıldı ancak kanımca bu isyanın özgünlüğü bunda değil.

Bu isyanın getirdiği yenilik, çalışan sınıfın tarihin esas yapıcısı oılarak yeniden sahne alması ve fabrika alanının sosyalliği. Bu fikirler kapitalizm içinde ölmediler. Hepimiz bir sınıfın tartışarak, örgütlenerek, hareketlenerek tarihe müdahele ettiğine tanık olduk. Bu olaylar postmodernist bakışın tarihe gömdüğü, ancak tarih kitaplarında bahsedebileceği olaylardı. Emeğin bölünmesi, elitlerin emeği bölme ve yaymadaki gücünün devrim olanaksızlaştırdığı düşünüldü. Eskiden olduğu gibi fabrikalar, aynı becerideki işçilerin örgütlenip, tartışıp mücadele için strateji geliştirdikleri karşılaşma yerleri değildi. İnsan hayatının metalaşmasına rağmen onları tek bir yerde biraraya getirmek mümkün değildi. Ancak sanal dünya böyle bir katılımı mümkün kıldı. Mesela, takma isimler kullanarak iletişimin anonim olması, kişinin kendisi ile ilgili kimlik bilgilerini vermeden başka insanlarla iletişime geçmesini sağladı. Böylelikle iletişime dair kişisel sorumluluk alma baskısı kalkmış oldu. Bu noktada, Zizek'in 'İnsanların bir maske arkasından en temel meselelerini, konuştukları' gözlemini hatırlatalım. Çalışanların yaşam şartları ve en temel gereksinimlerinin ekmek olmasıydı ve internet insanların “maske” arkasından bu temennilerini dile getimesini sağladı. Arap rejimleri şu an bu tehlikenin farkında. Burjuvazi bu şekilde kendi mezarkazıcılarının eline sehven bir matkap vermiş oldu. Muhammed Buzazi'nin kahramanlığı, insan hayatının metalaşması ve modern kimliksiz(anonim) iletişim bu aşamada devrimi kaçınılmaz kıldı.

Bundan sonra ne olacak?
Bugün itibarıyle yaşam şartları değişmiş değil ve yiyecek fiyatları 2008'den beri en yüksek rakamlara ulaşmış. Yeniden paylaşım sınıfın da yeniden yapılanması demek olacak ve tarihte daha önce olduğu kadar tekrar geriye gidiş kolay olmayacak. ABD, Müslüman Kardeşler'in (MK) bu sürece dahil olmasını istiyor çünkü MK'nın sosyal yapıyı değiştirmek ve daha fazla devrimlere yol açmak gibi bir amacı yok. Politik islamın yükselen dalgası geri çekildi. Bu hareketin sınırları çizilmiş durumda. İsyanı tetikleyen intihar, en şiddetli küfür oldu ve bu da neden politik islamın devrimci sürece daha sonra eklemlendiğini gösteriyor.

MK devrimci bir öncü değildi. Var olana alternatif bir soyal model önerisi yoktu. Var olan dağıtım mekanizmaları kutsal olarak benimsiyor ve birikim süreci, zorunlu göç ve mülksüzleşmeyi beraberinde getirdiğinde, ödev bilincini hak bilincinden daha yüksekte tutuyorlardı. Tarihsel şartların değiştiğini ve kapitalizmin ortaçağdaki anlamından çok daha farklı bir sistem anlamına geldiğini hiçbir zaman anlamadılar. Zaten unutulmamalı ki, Enver Sedat ABD'nin emri ile anti-Nasırcı Kardeşleri getirdi ve rejim o zamandan beri onlarla birlikte yürütüldü. Halihazırda ABD medyası MK'nin kendi truva atları olduğuna dair bir anlayışı silmeye çalışıyor. Fakat şimdiki mücadele haklar için bir mücadele. Bu mücadelenin ilk başlığı yükselen fiyatlar nedeniyle ücretlerin arttırılması olmalı. Marshal kanunu çerçevesinde politik olarak örgütlenme ve sendikalaşma inanılmaz ölçülerde baskılanmıştı. ITUC tarafından yakın tarihli bir raporda Arap bölgesinin dünyadaki en az sendikal haklara sahip olunan bölge olduğu belirtilmişti. Eğer sendikalar bağımsız olurlarsa, ücretler yükselen fiyatlarla uyumlu olabilir ve enflasyonun çalışan sınıfın alım gücüne vurduğu darbe azalır.

Daha sonraki bir aşamada, rejimin eskiden beri süregelen yanlışları düzeltilmeli. Hırsız baronların mülklerinin kamulaştırılması bu yanlışın giderilmesindeki önemli adım olacaktır. Çalışanlara toprak verilmesini sağlayacak toprak reformu diğer verilecek hak olacaktır. Devletin çalışan sınıfı vücuda getirmesi ve dik tutması en temel haktır. Çalışan insanlar da kendilerini savunma hakkına sahiptirler. Eğer devrimsel reforma çalışan sınıf dahil edilmezse çalışanlar, kendilerini savunma doğrultusunda istedikleri araçları geliştirme hakkına sahiptirler. Gündeme getirilecek başka bir sürü hak var ancak kesin olan şey şu: Bunları geciktirmek suçtur.


Ali Kadri, London School of Economics’te (LSE) misafir araştırmacı. Arap dünyasında politik ekonomi başlığında araştırma yürütüyor. Daha önce Birleşmiş Milletler Ekonomik Analiz Birimi’nin Beyrut ofisinin başında bulunuyordu.

20 Şubat 2011 Pazar

'İstemeseydi Birlikte Olmazdı'

İzmir'de eşiyle zor kullanarak birlikte olduğu gerekçesiyle cezaevine konulan V.K, savunmasında 'Karım bana çok soğuk davranıyordu' dedi.
İzmir'de eşi Y.K ile zorla ilişkiye girdiği gerekçesiyle 7 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılan koca V.K, kendisini cezaevinde ziyaret eden avukatına haberleri okuduğunu ve bu konuda konuşmak istemediğini söyledi. Daha önce savcılıkta ve hakim huzurunda savunma veren V.K, söz konusu ifadelerinde ise, eşinin kendisine iftira attığını, cinsellik konusunda hep soğuk davrandığını ve olay günü isteyerek birlikte olduklarını öne sürdü.

Mağdure Y.K, önceki gün Yeni Asır Gazetesi'ne yaptığı açıklamada, "Ben, eş olmayı kabul ettim, eşya olmayı değil. Umarım bu ceza, bu durumu yaşatan erkeklere ders, yaşayan kadınlara da kurtuluş yolu olur" demişti. 7 yıl 4 aylık hapis cezasını çeken V.K. ise, karısı Y.K'nin şikayeti üzerine önce olayı soruşturan Cumhuriyet Savcısı'na daha sonra da Ağır Ceza Mahkemesi'nde ifade vedi. V.K, eşinin boşanabilmek için kendisine iftira attığını iddia ederek suçlamaları kabul etmedi. Savcılıkta ve mahkemede benzer ifadeler kullanan V.K, olayın olduğu gün eşiyle birlikte olma konusunda tartıştıklarını ve daha sonra da birbirlerine vurduklarını savundu.

"İlişkiye girmek konusunda karımı zorlamadım. Olay günü geç saatlerde eşimle birlikte olmak istedim. Eşim benden uzak durdu. Bunu kendime yediremedim ve tartışmaya başladık" diyen V.K, "Bu tartışma bir süre sonra birbirimize vurmaya kadar ilerledi. Ancak, daha sonra kendisinin de isteğiyle ilişkiye girdik. Kesinlikle kendisini zorlamadım. İsteyerek birlikte olduk. İstemeseydi zaten birlikte olamazdık. Eşim, boşanabilmek ve ailesini bu konuda ikna edebilmek için bana iftira atıyor" diye konuştu.

Y.K ile evliliklerinin son iki yılında sürekli tartıştıklarını öne süren V.K, şunları kaydetti: "Eşim bana soğuk davranıyor ve benimle olmak istemiyordu. Bu nedenle çıkan her tartışmanın ertesi günü eşim evi terk ediyor, aile büyüklerinin araya girmesiyle yeniden bir araya geliyorduk. Olay günü sabahı eşim yine çocuğumla birlikte evden gitmişti. Daha önceki gitmelerinde olduğu gibi eşimin, yine akrabalarının yanına gittiğini düşündüm. Birkaç gün bekledikten sonra onu aramaya başladım ancak İzmir'deki akrabalarında bulamadım. Akrabalarından, çocuğumla birlikte eşimin memleketine, ailesinin yanına gittiğini öğrendim. Ailesini telefonla arayarak sorduğumda eşimin benle barışmak istemediğini ve boşanmak istediğini öğrendim. Ben boşanmak istemediğimi söyleyince eşim benden şikayetçi oldu."

Mini etekli eylem


Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) üyesi bir grup kadın, Prof. Dr. Orhan Çeker’in, “Kardeşim sen dekolte giyinirsen, bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacak
Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil” açıklamalarını protesto etti. Ak Parti Ankara İl Başkanlığı önünde toplanan kadınlar, üzerinde, “Orhan Çeker’in sesini kadınlar kesecek” yazılı dövizler taşıdı. Mini etek ve mor çoraplarla eylem yapan kadınlar, daha sonra olaysız dağıldı.

Erkek arkadaşı tecavüz etti, intihara kalkıştı

AKSARAY’da erkek arkadaşı tarafından tecavüze uğradığını iddia eden 20 yaşındaki kız, jiletle bileklerini keserek intihara kalkıştı. Tecavüz iddiasıyla gözaltına alınan 20 yaşındaki M.E. çıkarıldığı nöbetçi mahkeme tarafından tutuklandı.


Genç kız, 18 Şubat Cuma günü bir kuaförde çalışan erkek arkadaşı M.E. ile buluştu. İki sevgili, M.E.’nin bir arkadaşının evine gitti. İddiaya göre M.E., genç kızla zorla ters ilişkiye girdi. Yaşadığı olayın ardından hızla evden uzaklaşan 20 yaşındaki kız., kent merkezindeki Kurşunlu Cami önünde, ’Ölmek istiyorum’ diyerek yoldan geçen otomobillerin önüne atlayarak intihara kalkıştı.

Çevredekilerin ve polisin müdahalesiyle son anda kurtulan genç kız, ambulansla Aksaray Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Sinir krizi geçiren kız., yapılan tedavisinin ardından ifadesi alınmak üzere polis merkezine götürüldü. Burada psikolojik bunalımda olduğu için ölmek istediğini belirten kız., ifadesinin ardından evlerine döndü.

EVDE JİLETLE BİLEKLERİNİ KESTİ

Genç kız dün akşam saatlerinde de, evlerinde bulunduğu sırada jiletle bileklerini kesti.. Durumu fark eden ailesi, genç kızı hastaneye getirdi. Tedavi altına alınan genç kız doktorlara, M.E.’nin kendisine zorla ters ilişkide bulunduğunu söyledi. Doktorlar da hastane polisine haber verdi. Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi’nde muayene edilen genç kızın tecavüze uğradığı ortaya çıktı.

Olayın ardından yakalanan M.E., bugün çıkarıldığı nöbetçi mahkeme tarafından tutuklandı. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.

11 Şubat 2011 Cuma

Molotofkokteyline 41 yıl hapis

DİYARBAKIR’da çeşitli tarihlerde yasadışı gösterilere katılarak emniyet müdürlüğü, PTT ile AK Parti il binasına zarar veren ve güvenlik güçlerine molotofkokteyli attığı saptanan Mustafa K., yargılandığı mahkemece 41 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Aynı davada yargılanan kadın sanık M.E. ise, yargılama sürecinde ’gözlemlenen pişmanlığı’ ve vermiş olduğu bilgiler dikkate alınarak, ’etkin pişmanlık’ yasasından yararlandırıldı.
Diyarbakır’da, 2009 ve 2010 yıllarında düzenlenen yasadışı gösterilere katılarak, güvenlik güçlerine molotofkokteyli ile saldıran, emniyet müdürlüğü, PTT binası, AK Parti il binası ve bir markete saldırarak zarar veren tutuksuz sanık Meltem.T. (20) ile tutuklu sanıklar Mustafa K. (20) ve Murat Ç,’nin (20) yargılanması tamamlandı. Diyarbakır 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde 9’uncu kez hakim karşısına çıkan tutuklu sanıklar Mustafa K. ve Murat Ç,’den son savunmaları soruldu.

’CEZAEVİ ŞARTLARI AĞIR GELİYOR’
Sanık Mustafa K. savunmasında 1 yıldan fazla zamandır tutuklu olduğunu belirterek şöyle dedi:
"Mütalaayı inceledim, üzerime atılı suçlamalar ile ilgili olarak istenilen ceza miktarı çok fazladır. İşlemediğim suçlardan dolayı başkalarının üzerime ifade vermeleri sonucunda bu suçlarla yargılanıyorum. Mağdur durumdayım. Sağlık sorunlarım vardır, cezaevi şartları bana çok ağır gelmektedir. Psikolojik sorunlarımda göz önünde bulundurularak, beraatimi ve tahliyemi talep ediyorum."

KÜRTÇE SAVUNMA YAPTI
Sanık Murat Ç. savunmasını Kürtçe yapmak istediğini belirterek, konuşmaya başladı. Mahkeme başkanı sanığın konuşmasını, "Sanığın, mahkememizin anlamadığı bir dil olan Kürtçe olarak konuşmasını yaptığı anlaşıldı" diye tutanağa geçirdi.

Sanık avukatlarından Mirhan Özbekli de, savcının istediği ceza miktarının fahiş olduğunu ve atılı eylemlerle orantılı olmadığını söyledi. Özbekli, "Şeyat müvekkilim sanığa isnat edilen suçlamalar ve istenilen ceza miktarına göre mahkeme karar verir ise, müvekkilim eline silah almış, eylem yapmış bir kişiden daha fazla cezaya maruz kalacaktır. Bu orantılılık ilkesine aykırıdır. Çağdaş hukuk sisteminde amaç, suçlu olan kişileri topluma kazandırmaktır" dedi.
Mahkeme heyeti, sanıkların ve avukatlarının son savunmalarını aldıktan sonra yargılamanın bittiğini bildirdi.

KADIN SANIK, ETKİN PİŞMANLIKTAN YARARLANDI
Kısa bir aranın ardından kararını açıklayan mahkeme, tutuksuz yargılanan ve diğer iki sanığın yasadışı gösterilerde katıldığını teşhis eden Meltem E.’yi, terör örgütü PKK’nın çağrısı üzerine, terör örgütünün propagandasına dönüşen korsan gösteriye katıldığı gerekçesiyle, ’Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek’ suçundan önce 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmasına karar verdi. Mahkeme sanık Meltem E.’yi ’yargılama sürecindeki gözlemlenen pişmanlığı, yakalandıktan sonraki aşamalardaki vermiş olduğu bilgiler’i dikkate alarak, etkin pişmanlık yasasından yararlandırdı. Cezasını 1 yıl 6‘a indirdi. Sanık Meltem E.’ye ayrıca, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanuna muhalefet ettiği gerekçesiyle verilen1 yıl 6 aylık ceza da aynı gerekçeyle 3 ay 22 gün’e indirildi. Sanık Meltem E., ’Tehlikeli maddeleri izinsiz bulundurma’ suçundan ise beraat etti.

MOLOTOFA REKOR CEZA

Mahkeme, tutuklu sanıklardan Mustafa K.’yı ise, ’Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek’ suçundan önce 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırdı. Ardından, yargılama sırasındaki olumlu tutum ve davranışlarını göz önüne alan mahkeme sanığın cezasını 6 yıl 3 aya indirdi. Sanık Mustafa K.’ya 9 ayrı izinsiz gösteriye katılarak, ’terör örgütü propagandası yapmak"’suçundan 7 yıl 6 ay hapis cezası veren mahkeme, sanığa 5 ayrı eylemde molotofkokteyli kullandığı gerekçesiyle de ’İzinsiz patlayıcı madde bulundurmak’ suçunda da 20 yıl 10 ay hapis cezası verdi. Sanık ayrıca, PKK’nın amacı doğrultusunda yapılan iki ayrı korsan gösteride markete zarar verdiği eyleminden, 1 yıl 8 ay, çeşitli tarihlerde PTT şubelerine, Şehitlik Emniyet Müdürlüğü ve AK Parti il binasına yapılan saldırılara karımaktan da, ’Kamu malına zarar vermek’ suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sanık Mustafa K.’nın toplam aldığı ceza 41 yıl 3 ay hapis oldu.

KÜRTÇE SAVUNMAYA İNDİRİM YOK

Kürtçe savunma yapan sanık Murat Ç de, korsan gösterilere katılarak ’Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek’ suçundan 7 yıl 6 ay, ’Terör örgütünün propagandasını yapmak’ suçundan 1 yıl, 2009 yılında AK Parti il binasına yapılan saldırıda yer aldığı için ’Mala zarar vermek’ suçundan ise 6 ay hapis cezası aldı. Mahkeme sanığa 3 ayrı suçtan verdiği 9 yıllık cezada indirime gitmedi.

10 Şubat 2011 Perşembe

Husband Sentenced For Sex Attack Against Wife

Shawn Harris To Serve 6 Years After Being Convicted Of Forced Oral Copulation
SAN DIEGO -- A Carlsbad man was sentenced to six years in prison Monday for a sexual attack against his now-former wife.

Shawn Harris was convicted of forced oral copulation in September last year. A jury hung on two other counts involving spousal rape.

Harris sat quietly in his blue jail jumpsuit Monday morning as he listened to his ex-wife, Crystal Harris, speak about how the incident has devastated their family. She said her husband raped and choked her in March 2008 while their two young children were in the house.


Crystal Harris cried during her victim impact statement. She said her ex-husband betrayed her and their two boys -- now ages 8 and 6.

Shawn Harris' defense argued for the minimum sentence of three years, while prosecutors pushed for the maximum of eight years. In the end, Judge Joan Weber followed the probation department's recommendation.

Weber called Shawn Harris' actions the "ultimate taking advantage of [a] position of trust."

Shawn Harris initially claimed the sexual attack was role-playing, something he and his wife did frequently. He issued a brief statement in court, apologizing to those hurt by his actions and said he holds "no ill will" towards his former spouse.

His mother, Karen Harris, believes her son is innocent.

"The truth will come out," Karen Harris said.

Shawn Harris will also have to register as a sex offender.

1 Şubat 2011 Salı

Direnmek eşkıyalık değildir

Başbakan Erdoğan, 10 CHP’li milletvekilinin bildirisi nedeniyle CHP’yi eleştirirken “Direnmek eşkıyalıktır” dedi. CHP’li vekiller gerçekten direnir mi bilinmez. Ancak yanı başımızda direnen Tunus ve Mısır halklarının “eşkıyalık” yaptığını söylemek kolay olmasa gerek.

CHP’li 10 milletvekili bir bildiri yayınladı. Vekiller, bildirilerinde halka “meşru direniş” çağrısı yaptı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bildiriye verdiği yanıtta direniş çağrısı yapanları “eşkıyalık”la suçladı. Erdoğan, “CHP’li milletvekilleri bir araya geliyor bir bildiri yayınlıyor. Dikkatinizi çekiyorum, halkı sokak sokak, mahalle mahalle direnmeye çağırıyorlar. Böyle bir sorumsuzluk olur mu? (…) Sokak sokak, mahalle mahalle direnmek ne demek? Eşkıya mısınız siz?” dedi.

Erdoğan, konuyu tartışmayı sürdürdü. Sonraki konuşmalarında Erdoğan, direniş fikri için şunları söyledi:

“Aynı CHP, bugün insafsızca halkı galeyana getirmekten sokağa dökmekten bahsediyor. Eşkıyalığa teşvik edebiliyor.”

“Siz nasıl demokratsınız. Sokaklara dökülün ne demek. Sandığımız yok mu?”

“Siz daha önce de sokaklara döktünüz, ordu göreve diye kendi aczinizi ortaya koydunuz.”

“Bu direniş işi nereden çıktı, bu eşkıyalık sevdası nereden çıktı?”

“İktidara geleceğini, oylarını artıracağını düşünen biri çıkar da eşkıyalığı, terörizmi, anarşiyi över mi?”

Tüm dünya tarihi, zalime karşı isyan edenlerin, muktedir tarafından “eşkıyalık”, “teröristlik”, “anarşistlik”le suçlandığı örneklerle doludur. Ne zaman halktan birileri haksızlıklara karşı bayrak açsa, haksızlıkların kaynağı olan iktidar, isyan edenleri bozgunculukla suçlamıştır.

Başbakan Erdoğan konuyu CHP’ye yüklenmenin fırsatı olarak bilse de, aslında konuşmalarının özünde direniş fikrini eşkıyalıkla eşitleme arayışı vardı.

Erdoğan sadece direnişi eşkıyalıkla eşitlemekle kalmadı. Ancak demokrasi istemeyenlerin sokaklara dökülebileceğini söyleyerek, direnişten yana olanları anti-demokratlıkla itham etti. Yine sokaklara dökülenlerin “ordu göreve” dediklerini ortaya atarak, direnişten yana olanları darbecilikle suçladı. Başbakan, direnişçileri “terörist” olmakla da suçladı.

Baskının olduğu yerde direniş olur
Erdoğan direniş fikrini istediği kadar yaftalasa da, tarih boyunca baskıların olduğu yerde direniş de ortaya çıkmıştır. Türkiye tarihi de böyle örneklerle doludur. Hızır Paşa’ya bayrak açan Pir Sultan Abdal, Bolu Beyi’ne boyun eğmeyen Köroğlu, sergiledikleri direniş sayesinde yüzyıllardır halkın sözlü tarih geleneğinde önemli yere sahip oldular.

Dahası, unutturulmaya çalışılsa da Erdoğan’ın başbakanı olduğu cumhuriyet de direniş sayesinde kuruldu. Vatanın işgaline isyan eden on binlerce insan, direnişe katılmak üzere Anadolu’ya geçtiğinde, İstanbul’daki padişah saraydan Anadolu’dakileri “eşkıyalıkla” suçlamıştı.

Erdoğan’dan manidâr örnek
Başbakan Erdoğan, direnişe karşı çıkarken örnek olarak Adnan Menderes ve Demokrat Parti dönemini verdi. Erdoğan, “Bunlar rahmetli Adnan Menderes döneminde de işte aynısını yaptılar. Milletin teveccühüne bir türlü mazhar olamadıkları için türlü kampanyalarla, türlü sokak eylemleriyle darbeye zemin hazırladılar, darbeye çanak tuttular, darbecileri alkışladılar” dedi.

DP’nin tek parti iktidarı döneminde özellikle gençliğin eylemleriyle başlayan direniş, Menderes hükümetinin baskıcı uygulamalarına karşı girişilmişti. Direnenler, kendilerine verilmeyen haklarını istiyorlardı. DP yönetimi, oy çokluğuna sırtını yaslayarak her türlü baskıyı uygulayabileceğini düşünmüştü. Menderes’in kötü şöhretli “Ben odunu bile Başbakan seçtiririm” sözü, Erdoğan’ın sürekli oynadığı “halk desteği” kartıyla aynı paralellikteydi. Ancak halk, baskılara isyan etti.

Tunus ve Mısır’dakiler de eşkıya mı?
Erdoğan’ın direnişçileri eşkıyalıkla suçladığı dönemin, Arap ülkelerinde halkların baskıcı yönetimlere isyan bayrağı açtıkları döneme denk gelmesi de manidâr oldu. Başta Tunus ve Mısır olmak üzere, birçok Arap ülkesinde halk, haklarını ve özgürlüklerini almak için hükümetlere karşı isyan etti.

O ülkelerde de hükümetler seçimle işbaşına gelmişler, hatta AKP’den çok daha fazla, yüzde 80’lere varan oy desteğiyle seçilmişlerdi. Ancak seçim sistemi ve hükümetin uygulamaları baskıcı, faşizan olduğu sürece isyan, direniş her zamanki gibi haklıydı. Tunus halkı ayağa kalkınca, baskının başındaki Bin Ali her beş kişiden birinin oyunu aldığı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Erdoğan’ın CHP’li vekillerin direniş çağrısına “eşkıyalık” diyerek bu kadar sert çıkmasının altında, aslında CHP’ye yüklenme isteği değil, halkın isyanından korkusu yatıyor. Hükümet, AKP’ye yönelik öfkenin isyana dönüşmesinden çekiniyor.

Ancak zulmün olduğu yerde direniş olur. Baskılara karşı direniş, her zaman haklıdır.

Tunuslu komünist yaşananları anlattı

Tunuslu komünist Hammami, Tunus'taki kalkışmanın tamamen kendiliğinden olduğu yönündeki tespitlere karşı çıkıyor. Solun etkisini vurgulayan Hammami, İslamcıların dışarıda kalmasını da buna bağlıyor.

Belçika Emek Partisi’nin haftalık yayını Solidaire’in, Tunus Komünist İşçi Partisi sözcüsü Hamma Hammami ile ülkedeki son gelişmelere dair gerçekleştirdiği söyleşiyi sunuyoruz.

Bin Ali’nin düşüşünden bir hafta sonra, bize böyle bir toplumsal hareketin nasıl doğduğunu ve geliştiğini anlatabilir misiniz?

Hama Hammami: Bu bir benimseme meselesi. Henüz 2008 yılında, işsizliğe, yoksulluğa, çürümeye ve baskıya karşı Gafsa maden havzasında bir ayaklanma gerçekleşmişti. 2008 yılında, diğer şehirlerde durum aynı olmadığından, bu hareket genişleyememiş, yerel bir hareket olarak kalmıştı. Dolayısıyla yayılamamıştı. Partimiz bu olayı inceledi ve 2008 yılında, işçi sınıfının bu harekete kitlesel bir katılım sağlamamış olmasından dolayı, başarısızlığın kaçınılmaz olduğu sonucuna vardı. Bunun yanı sıra insanlar hala hareketin yayılmasını önlemek için ülkeyi hızla coğrafi ve sosyal anlamda parçalara bölen diktatörlüğe karşı büyük bir korku besliyorlardı. 2010 sonunda, durum ekonomik, sosyal, siyasi, kısacası her açıdan daha da kötüleşti. Çürüme her kesim tarafından, her yerde konuşulan bir olay halini aldı. Durum Sidi Bouzid’den önce (17 Aralık tarihinde polisin ürünlerine el koymasının ardından genç meyve satıcısı Mohamed Bouzazi’nin kendini ateşe verdiği şehir) güneyde, Ben Gardane’de ilk ayaklanmanın başlamasıyla şiddetlenmişti. Libya sınırındaki bu şehirde çoktan büyük bir hareket başlamıştı. Yani Aralık ayındaki hareketlilik ilk filizlerini vermişti. Aynı zamanda, iktidar artık toplumsal taleplere bir yanıt üretemiyor, şiddete başvuruyor, ağır baskılar uyguluyordu. Aynı dönemde, Bin Ali’yi 2014 seçimlerine katılmaya zorlamak ve “ömür boyu seçilmiş” bir başkan olmasını sağlamak için kampanyalar yürütülüyordu.

Bu hareketi hazırlayan bir çok etken oldu. Tunus halkının devrimci demokratik hareketi, gerek sendikal hareket içinde, gerek insan hakları hareketi içinde, gerek gençler ve diğer kesimler içinde mesajını iyi bir biçimde iletti.

Kimileri bu yükselişi kendiliğinden bir hareket olarak nitelendiriyor. Bu doğru mu?

Bu yanlış. Hareket Sidi Bouzid’de patlak verdiğinde, biz militanlarımıza “dikkatli olun, hareket hem coğrafi hem de sosyal anlamda genişleyecek çünkü böyle bir büyümeyi sağlayacak tüm öğeler mevcut” dedik. Bu hareketin kendiliğinden olduğu söyleniyor. Dikkat etmek gerek. İnsanlar değerini azaltmak, devrimci güçlerin, ilericilerin geçtiğimiz yıllar boyunca muhalefetteki rolünü görmezden gelmek için bu hareketin kendiliğinden olduğunu söylüyor. Bu aynı zamanda eski iktidar partisiyle bu devrimden bir çıkış yolu bulmak gerektiğini, siyasilerin yönü olmayan bir hareketin yönetimini yeniden ellerine almak için sorumluluğu üzerlerine almaları gerektiğini söylemenin bir yolu. “Kendiliğinden” kelimesi eski anlamına uymuyor. Bu hareket, ulusal ölçekte örgütlenmemiş olması dışında bir kendiliğindenlik taşımıyor. Tek bir yönü, ortak bir programı yok. Ancak bu bilinçsizlik ve örgütsüzlük anlamına gelmiyor. Bugün gerek yerel gerekse ulusal ölçekte bilinç ve örgütlülük mevcut. Bilinç mevcut, çünkü bu hareketin aktörleri hiç bir siyasi, sendikal bilince sahip olmayan insanlar değil, tam tersi. Katılımcılar solun militanları, ilericiler, sendikacılar, insan hakları savunucuları. Öğrenci hareketine dahil olan diplomalı genç işsizler. Partimiz burada, güçlerimiz burada. Aksine İslamcılar gerçekten de katılım sağlamadılar. İşte bu yüzden, İslamcıların siyasi olarak hareketi desteklemelerine rağmen, bu devrimde, hiçbir dini yönerge yok. Örgütlülük bağlamında ise, militanlar komitelerle ulusal ölçekte hızla örgütlendiler.

Bu komiteler gençlik örgütleri ve diğer yapılanmaları olduğu kadar Tunus Genel İşçi Sendikası’ndaki (UGTT) sendikacıları da kapsıyor mu? Partiniz harekete açıkça katılabildi mi?

Evet, partimiz açıkça katıldı, çünkü buna izin veren bir güç oranı var. Partimiz yasaklı, ama aynı zamanda fiili bir yasallığı var. Katılıyoruz, çünkü partimizin ülke çapında tanınan yöneticileri ve militanları var. Yasağa rağmen, kendi bölgelerinde Tunus Komünist İşçi Partisi üyeleri olarak mücadele ediyorlar. Örneğin ben, uzun zamandır, 2002’de cezaevinden çıktığımdan beri sadece parti adına konuşuyorum. Parti kabaca kanun dışı olsa da, ülkede açıkça partiyle bağlantısı olan çok tanınmış isimler var. Biz belirli bir güvence edinmeyi başardık çünkü bazı üyelerimiz tanınmış, dolayısıyla da demokrasi hareketi ve sendika dünyası tarafından korunan isimler.

Burada televizyonlara baktığımızda, Bin Ali’nin kısmen kendi gidişini hazırladığını ve kaçması gerektiği andan itibaren yandaşlarına yağmalama izni verdiğini görüyoruz. Bu doğru mu?

Evet. Bunu hazırladı. 12 Ocak Çarşamba günü tutuklanmamın ardından, 14 ocak günü Bin Ali’nin gidişinden 1 saat sonra salıverilmem bunun bir kanıtıdır. Bilirsiniz, her devrimde, bu devrimden, hesap vermek zorunda olmaktan korkan kesimler vardır. Özellikle de büyük işkenceciler, büyük suçlular. Bin Ali onları silahlandırdı, ülkede bir tür şantaj yapabilmek için düzensizliği yaymak, halkı güvenlik ile anarşi arasında seçim yapmak zorunda bırakmak isteyen onlardır.

Bir çok defa ordunun polis ve militanların arasına girmeye çalıştığını gördük. Sonuç olarak ordu nasıl bir rol oynuyor?

Tunus ordusu, her zaman siyasi hayattan uzak tutulmuştur. Bizde bir polis diktatörlüğü hakimdir, devletin toplumsal hayatta baskın olan asıl aygıtı polistir. Ordu kamu mülkiyetini ve özel mülkiyeti korumak için araya girdi. Halkı korudu, silahlı çeteleri etkisiz hale getirdi. Şu ana kadar ordu hareketi bastırmaya çalışmadı. Tüm siyasi güçler düzen yeniden sağlanır sağlanmaz ordunun kışlalara geri dönmesi konusunda hemfikir.

Buranın Tüm basın organları Tunus halkının ulusal birlik hükümeti konusunda bekleyişte olduğu izlenimini veriyor.

Bu doğru değil, toplum bekleyişte değil. Yeni hükümetin kuruluş duyurusunun öncesinde bile, insanlar bu eski rejimin muhalefetin bazı öğeleriyle genişleyen hükümetine hayır demek için sokaklara döküldü. İşte bu yüzden bugün insanlar hala sokakta.

Bin Ali’nin eski işbirlikçilerini barındırmayan, tamamen yasal örgütlerden oluşan bir hükümet sorunu çözer mi?

Bu gerçekleşemez. Şu an yasal ve yasadışı diye bir ayrım yok. Ayrıca bu Perşembe akşamı (20 ocak) hükümet bütün muhalefet partilerinin yasal olduğunu duyurdu. Partimiz fiili olarak yasallaştı ama hala resmi evrakları bekliyoruz. İnsanlar öncelikle eski rejimle bir ilgisi olmayan, geçici bir hükümet istiyor. Ayrıca Bin Ali’nin eski partisinin dağıtılması isteniyor. Bu geçici hükümetin görevi kurucu meclis için bir seçim düzenlemek olacak.

Ulusal bir örgüt olmadan bu nasıl gerçekleşecek?

Biz içerisinde siyasi partilerin, sendikaların, insan hakları kuruluşlarının, bu devrim sonucu oluşan yeni bölgesel yapılanmaların temsilcilerinin yer alacağı ulusal bir konferansın hızla gerçekleştirilmesi taraftarıyız. Bu ulusal konferans geçiş dönemi için herkes tarafından kabul görecek geçici bir hükümet tanımlamalıdır.

Aynı zamanda mahallelerde ve fabrikalarda halk komiteleri kurulması çağrısında bulunuyorsunuz. Şu an bu hangi aşamada?

Bu komitelerin bir çok biçimi var. Bunlar kimi zaman devrimin korunması için kurulan halk komiteleri, kimi zaman da halk meclisleri. Bu komiteler her yerde oluşturulmalı çünkü bazı bölgelerde, bazı köylerde artık ne otorite ne de güç var. Kamusal işlerin yürütülmesi için bu komiteler kuruldu. Amaç, her yerde kurulan bu komiteleri, daha yüksek bir seviyede birleştirmek.

Batılı güçlerin bu ayaklanmadaki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bin Ali’nin rejimi bir komprador rejimi olduğundan (tamamen yabancı güçlerin hizmetinde olan bir burjuva rejimi) AB’ye, özellikle de Fransa, İtalya ve İspanya’ya bağlı. Ama ABD ile de bağları var. Bu devrim tüm bu ülkeleri şaşkına çevirdi. Örneğin Fransa, son ana kadar Bin Ali’nin rejimini destekledi. Dış işleri bakanı Michel Alliot-Marie Bin Ali rejimine düzeni koruyucu ekipler düzeyinde bir yardım teklifinde dahi bulundu. ABD daha ihtiyatlı davrandı. Ama tüm batı hükümetleri Bin Ali ile “dost”tu. İsrail başbakanı ülkesinin büyük bir dostunu kaybettiğini açıkladı. Bu devrim hepsini şaşırttı, çünkü Tunus halkını boyun eğmiş, uysal bir halk olarak görüyorlardı.

Avrupa komisyonu Bin Ali’nin mal varlığının dondurulması konusunda çok çok tereddütlü önemler aldı.

Evet, onlar olanlara inanamıyorlar, gözlerine inanamıyorlar. Hala Tunus halkının gerçekleştirdiği devrimin büyüklüğünün farkında değiller, Tunus’un sokaklarını bilmiyorlar. Ancak bunun aksine, arap hükümetleri ülkemizde olanlardan korkuyor çünkü Tunus halkı örgütlü bir halkın –ki bu örgütlülüğün hazırlandığına inanıyorum- hükümete dur diyebileceğini gösterdi. Ve 2005’ten ve açlık grevinden bu yana, (bir çok siyasi kişilik ve insan hakları savunucusu rejim tarafından özgürlüğe getirilen kısıtlamalara karşı bir açlık grevi başlatmıştı) islamcı ve laik kesimler arasında artık ideolojik kavgalar yok. Mücadele herkes için siyasi, sosyal ve ekonomik eksenler çevresinde yoğunlaştı. Ve bu Tunus halkının örgütlenmesine yardımcı oldu. Ve şimdi yine, bu örgütlülük güçlü.

Liebknecht ve Luxemburg 92 yıl önce bugün katledildi

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i 1919 yılında sosyal demokrat hükümetin emriyle katledilmelerinin 92. yılında saygıyla anıyoruz.

15 Ocak Almanya Komünist Partisi (KPD) kurucuları Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in 1919 yılında zamanın sosyal demokrat hükümeti tarafından katledilmelerinin yıldönümü.

Birinci Dünya Savaşı'nın ardından 1 Ocak 1919'da Almanya Komünist Partisi'nin (KPD) kurucuları arasında yer alan Liebknecht ve Luxemburg, iktidardaki sosyal demokrat hükümetin başkanı Friedrich Ebert'in emirleri doğrultusunda 15 Ocak 1919'da Berlin'de milis kuvvetleri tarafından katledilmişlerdi. Katledilmelerinin 92. yıldönümünde iki devrimciyi saygıyla anıyoruz.

Spartakistler Birliği
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in önderliğindeki Spartakistler Alman Devrimi’ni takip eden birkaç ay içerisinde ön plana çıktı. Spartakistler isimlerini Romalılar’a karşı M.Ö. 73 yılında ayaklanan kölelerin başını çeken Spartaküs’ten aldılar; Liebknecht ve Leo Jogiches kaleme aldıkları ve Spartaküs imzasını taşıyan mektupları gizlice dağıttılar.

Spartakist hareketi 1915 yılının yazında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in Almanya’nın I. Dünya Savaşı’na girme kararının parti tarafından destek görmesi üzerine SDP’den ayrılmaları ile hayata geçti. Spartakistler’in politikası Rosa Luxemburg tarafından, nisan ayında Almanya’da hapis cezasını çekerken kaleme almış olduğu “Junius Broşürü” adıyla bilinen Die Krize der Sozialdemokratie (Sosyal Demokrasinin Bunalımı) başlıklı yazısında açıklanmıştır. Ayrıca Spartakistler 14 Aralık 1918 tarihinde Rote Fahne’de (Kızıl Bayrak) yayınladıkları Spartakistler Birliği Ne İstiyor? başlıklı program metninde proletaryanın devrimi gerçekleştirmek için yapması gerekenleri belirtmiş, “proleter kitlelerin devletin en üst kademelerinden en küçük birimlere kadar burjuva sınıf iktidarının tüm organlarının, parlamentoların, yerel idari birimlerin yerine kendi sınıf örgütlenmeleri olan işçi ve asker konseylerini oturtması gerektiği” vurgulamışlardır.

Aralık 1918’de Luxemburg ve Liebknecht’in de içlerinde olduğu bazı Spartakistler diğer bazı devrimci gruplarla birlikte Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurdular. Kuruluş konuşmasına Liebknecht’in şu ifadesi damgasını vurdu: “Esas düşman içimizdedir: Alman emperyalizmi”. Luxemburg, Lenin ve Lenin’in Sovyet Devrimi liderliğinin Sovyetler için ne kadar büyük bir değer taşıdığına ilişkin pek çok broşüre imza attı.

Luxemburg’un fikirleri yayılırken, Almanya’da ve genel olarak Avrupa’da Rusya’daki ‘kızıl veba’nın yayılması korkusu hakim olmaya başlamıştı ve ‘komünist’ ifadesi de endişeyle karşılanıyordu. Alman hükümetine inançları sarsılmış ve hayal kırıklığına uğramış olarak savaşın ön cephelerinden geri dönen Alman askerleri sol eğilimli politikalara karşı tepki geliştiriyorlardı. Alman ordusundan ayrılmış pek çok asker sağ eğilimli Freikorps’a (Gönüllü Kıtası – Weimar Cumhuriyeti’nde ve Ekim Devrimi’nde çarpışmış anti-cumhuriyetçi paramiliter organizasyonlar) katıldı.

Freikorps Berlin’de devriyede
Berlin’de komünistlerin ayaklandığı ve Karl Liebknecht’in öldürüldüğü gün olan 15 Ocak 1919’da, Liebknecht yazdığı makalede şunları söylüyordu: “...Spartaküs’e hücum! Spartakistler’i vurun! naralarıyla inliyor sokaklar. Basın Spartaküs’ün yenilgisini kutluyor. Devrimci işçilerin silahlarının alınması ve eski Alman polisinin yeniden örgütlenmesi Spartaküs’ün bastırılışını damgalıyor… Evet! Berlin’in devrimci işçileri yenildi. Evet! Yüzlercesi öldürüldü. Evet! Yenildiler. Evet, yenildiler. Yenilmeleri tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü vakit henüz olgunlaşmamıştı. Ancak ne var ki savaş kaçınılmazdı. Ebert çetesi proletaryayı savaşa zorladı. Evet! Berlin’in devrimci işçileri yenilgiye uğradılar. Ebert-Schedemann zafer kazandı. Çünkü generaller, bürokrasi, soylular, para babaları, gerici olan herkes onların yanındaydı. Ancak zafer olan yenilgiler ve yenilgi olan zaferler vardır. Ocak ayının mağlupları ezilen insanlığın en soylu amacı için çarpıştılar, kanlarını döktüler. Bugün yenilenler yarın zafer kazanacaklardır.”*

Bu, her anlamda hükümete karşı sonuçsuz kalan bir girişim oldu. Cumhurbaşkanı Friedrich Ebert –ki Rosa Luxemburg Ebert’in cumhurbaşkanlığını “İngiliz Kralıyla Amerika Başkanı arası bir konum” olarak niteliyordu- Freikorps’un ve ordudan geriye kalanların Berlin’e bir kez daha barış ve istikrar getirmesi için ayaklananlara müdahalelerine izin verdi. Pek çok sivil Spartakist/Komünist, askeri eğitime ve teçhizata sahip olan Freikorps tarafından yaralandı, tutuklandı ya da orada öldürüldü. Ayaklanmanın liderleri Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg da Freikorps tarafından tutuklandıktan sonra insafsızca katledildi.

Komünistler Berlin’de saflarını koruyor
Liebknecht ve Luxemburg’un ölümüyle partide geçici olarak karmaşa baş gösterdi. Komünist Parti 1920’de Thurman’ın liderliğinde güçlenmeye başladı. 1919 seçiminde Komünistler Reichstag’a temsilci sokamadılar. 1920’de 4, 1924’te 62, 1928’de 54 temsilci parlamentoda yer aldı. Bu seçimlerin her birinde Naziler’den daha başarılı oldular. 1928’deki seçimlerde KPD %10.6’lık bir oy oranına ulaştı.

İsrailli komünistler Mısır bayrakları taşıdı

İsrail, Mısır'daki müttefiki Hüsnü Mübarek'in devrilmesi karşısında paniğe kapılmış durumda. Cumartesi günü İsrail'in Jaffa, Nasıra, Şemafr, Sakhnin, Küfr Yassif gibi farklı bölgelerinde bir araya gelen komünistler ve ilericiler ise, Mısır halkına destek verdiler.

Jaffa'da Araplar ve Yahudiler, bölgelerindeki İsrail yerleşimlerini protesto etmek için biraraya geldiler. Ancak gösteriye katılanların yanlarında Filistin ve İsrail bayrakları taşıdıkları ve Mısır halkı ile dayanışma duygularını dile
getirdikleri görüldü.

Eski bir siyasi hükümlü olan, Hadaş (Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe-İsrail Komünist Partisi) üyesi Matan Kaminer, gösterilerde Mısır bayrağı taşıyanlardan biriydi. Kaminer, "Mısır halkından ayağa kalkmak konusunda öğreneceklerimiz var. Belki bu şekilde başarabiliriz" diye konuştu. Bir başka protestocu Said M., ise "Hem Mısır'da hem de İsrail'de halk sürekli aynı şekilde, sistemli bir biçimde bastırılmaya çalışılıyor. Mısır halkının çürümüş rejime karşı mücadelesini destekliyoruz" dedi.

Hadaş'ın İsrail parlamentosu Knesset'teki temsilcilerinden Dov Khenin, ise şöyle konuştu: "Buraya ırkçılığa ve yerleşimlere açık bir şekilde hayır demek için geldik. Adalet ve eşitlik, ırkçılığı ve yerleşimcileri yenecek. Bugün ayrıca, Mısırlı işçilerin ve gençlerin Mübarek rejimine karşı ve demokrasi ile sosyal adalet için mücadelerine desteğimizi iletiyoruz."