6 Kasım 2010 Cumartesi

Mardin'e feodalite gelmiş haberimiz yok

Feodalite, 13. yüzyıldan itibaren kapitalizm tarafından tasfiye edilmeye başladı, ama Avrupa'da feodaliteyi hiç tanımamış bölgelerde kan davaları sürdü.
Bugün Hollanda'nın eyaletlerinden biri olan Frizya'da, 12. yüzyılda yani Ortaçağ'ın göbeğinde, öldürülen birinin intikamı alınmadan cesedi gömülmez, iş uzarsa ceset evde kurur kalırdı. Bu uygulama Ortaçağ'ın göbeğin de yer almakla birlikte Frizya feodalleşmiş bir bölge değildi. Feodalite, Avrupa'da ancak Fransa'da Loire nehrinin kuzeyi, bugünkü Belçika, Almanya'nın dar batı şeridi ve 11. yüzyıldan sonra İngiltere'de yerleşik hale gelmiş, diğer bütün kesimler bu toplumsal tarzın dışında kalmışlar veya ancak bazı özelliklerine sahne olmuşlardır. Feodalite, yalnızca Batı Avrupa'ya özgü son derece karmaşık bir toplumsal-ekonomik-siyasal-hukuki tarzdır. Kan davasıyla ilgili olanları da dahil tüm kuralları 12. yüzyılda çoktan oluşmuş ve yerleşmiştir. Feodalitenin anlaşılmasında büyük katkıları olan hukukçu Philippe de Beaumanoir (1250-1296), "soylulardan başkası aralarında savaşamaz" demektedir. Soylular, yani feodal ayrıcalıkların sahibi sınıf, aynı zamanda insanların da (serf) sahibi olarak onların kan davası gütmelerine engel olmuş ve özel intikamı (vendetta) tekeline almıştır. Bu özel intikam da, zaten soylular devlete ait yetkileri yerel düzeyde ele geçirdiklerinden, intikamdan öteye hukuki bir yaptırım haline gelmiş- tir. Yani feodalite, kan davasını tasfiye etmiştir. Biz Türkler, maymuncuk kavramlarla yani her kapıyı açan, herşeyi açıklayan, kocaman terimlerle iş görmeyi çok severiz. Bunun tipik örneğini Başbakanımız sıklıkla veriyor. Ekim 2008'de "Komünizmin en önemli dayanaklarından biri buydu: İftira et, tutmazsa iz bırakır" ve Şubat 2009'da "Bu, komünistlerin işi, çamur at izi kalır anlayışı komünistlerde var" dedi. Oysa söz, ilk kez Francis Bacon'ın 1605 tarihli De Dignitate et Augmentis Scientiarum adlı eserinde "Cesaretle iftira edin, her zaman bir iz kalır" olarak görülmüşse de, sonradan eski bir Ortaçağ atasözü olduğu anlaşıldı. Komünizm bir Ortaçağ doktrini midir? Elbette hayır, ama bu söz bizde maymuncuk bir terim haline gelmiştir. Mardin'de 44 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamın sorumlusu da, bu alışkanlığımız doğrultusunda feodalite olarak tescillendi. Bu konuda yazan 100 kişiden 99'u, Güneydoğu'daki kan davalarının, töre infazlarının feodaliteden kaynaklandığına emin. Ama kamusal hukukun paralelinde örfi (özel) bir hukukun varolması, hükmünü icra etmesi ve kan davasının da bunun içinde yer alması hem feodaliteden binlerce yıl önce vardı, hem de feodaliteden sonra hâlâ sürüyor ve asıl ilginci, bütün kan davası olayları, feodaliteyi hiç tanımamış bölgelerde meydana geldi/geliyor. Kan davasına cevaz veren ilk hükümler, MÖ 1730 tarihli Hammurabi Yasaları'nda yer alır. Bu, ünlü "göze göz, dişe diş" formülüdür. Bu formül daha sonra Tevrat'ta tekrar edilmiştir. Tevrat'ın Çıkış bölümünde (Bap 2l, ayet 12-13), "Bir adam vuran, vurduğu ölürse mutlaka öldürülecektir. Ve eğer pusu kurmaz fakat Allah onu kendi eline teslim ederse, o zaman sana tayin edeceğim yere kaçacaktır"; Tekvin bölümünde ise (Bap 9, ayet 6), "Her kim adam kanı dökerse, onun kanı adam eliyle dökülecektir" denmektedir. Kuran da Tevrat öğretisini kabul etmektedir. Bakara suresi 178. ayette, "Ey inananlar! Öldürülenler için kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak suçlunun cezası öldürülenin yakınları tarafından bağışlanırsa, o da hakkaniyete uyup kan bedelini ödemelidir..."; Maide suresi 45. ayette, "Tevrat'ta şöyle yazdık; cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş..." denmektedir. Feodalite, 13. yüzyıldan itibaren kapitalizm tarafından tasfiye edilmeye başladı, ama Avrupa'da feodaliteyi hiç tanımamış bölgelerde kan davaları sürdü. 19. yüzyıl Avrupa edebiyatında kısa bir gezinti bu konuda aydınlatıcı olabilir. Örneğin Fransa'da 1830-1890 arasında kan davası öyküleri moda olmuş ve Merimee, Balzac, Maupassant, Alexandre Dumas Pere gibi birçok yazar Korsika vendetta (kan davası) hikâyeleri anlatmışlardır. Bunların en ünlüsü, tarihçi, arkeolog ve romancı Prosper Merimee'nin (1803-1870) iki Korsikalı klan arasındaki uzun süreli kan davasını anlattığı Colomba (1941) adlı eseridir. Bunun bir benzeri, Girit'te 19. yüzyılda, Sarzetakis ve Pentarakis klanları arasında yüz yıl süren ünlü çatışmadır. Merimee, bu eserinde Korsika'da evlerin kuşatmaya dayanmak için, taştan, çok sağlam, dar pencereli yapıldığını ve mutlaka derin bir su kuyusunun bulunduğunu bildirmektedir. Çağdaş edebiyat eserleri de kan davasına yer verir. Ünlü Arnavut yazar İsmail Kadare, Kırık Nisan (1978) ve Soğuk Nisan Çiçekleri (2000) romanlarında Arnavutluk'ta on yıllarca süren kan davalarını anlatır. Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti (1973) ve Yusufçuk Yusuf (1975) adlarını taşıyan Akçasaz'ın Ağaları ikilemesi, Çukurova kan davalarını irdelemektedir. Kosovalı Adem Demaçi ise, Gjarpijt e Gjakut (Kan Davasının Yılanları) adlı eserinde aynı yolu sürmektedir. Bu örnekleri yüzlerle arttırmak mümkün, ama hep aynı şey karşımıza çıkıyor: Kan davası feodalitenin değil, başka bir şeyin ürünü. İngiliz antropolog Alfred Radcliffe-Brown (1881-1955), Hint Okyanusu'ndaki Andaman Adaları, Avustralya ve diğer birçok yerdeki araştırmalarının sonucunda yayınladığı İlkel Toplumda Yapı ve İşlev (1952) adlı eserinde, özel intikamın ilkel toplumlara yapışık olduğunu gösterdi. Çünkü ilkel toplum, kendini koruyacak kamusal bir hukuk olmadığından, ayakta kalabilmek için bu yola başvurmak zorundadır. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, "İlkel Asiler: 19. ve 20. Yüzyıllardaki Toplumsal Hareketin Arkaik Biçimleri Üzerine İnceleme" (1959) adlı eserinde, Avrupa'nın geri kalmış yörelerindeki haydutluk sorununu incelerken, kan davasının ilkel dayanışmadan kaynaklandığını vurgulamaktadır. Arnavutluk'taki bir kan davası açıklayıcıdır. Yıllar önce ABD'ye göç eden Tonin Toksu, 2000'de evlenmek için ülkesine döner. Ailesi bir hafta içinde ona "uygun" kızı bulur. Düğünün ertesi günü Tonin, "bu kız bana uygun değil" der. Kız, baba evine gönderilir. Kızın aile meclisi toplanır, onurları kırılmıştır. İki ağabey Tonin'i öldürür. İki özel adaletçi kaçmaz, mahkeme onları 15'er yıla mahkûm eder. Ama temyiz mahkemesi bu töre cinayetini haklı bulur. Tonin'in ağabeyi cumhurbaşkanına başvurmak ister, terörist sayılarak tutuklanır ve hapse mahkûm olur. Bu örnek çok berrak. Kamusal hukuk ile yerel örfi hukuk(lar), ancak birincisinin izin vermesi veya başa çıkamaması halinde birarada yaşarlar ve kan davası, töre cinayeti vb. bu damardan beslenir, feodaliteyle hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim, TESEV'in Mithat Sancar, Suavi Aydın ve Eylem Ümit Atılgan imzalı iki araştırmasının sonuçlarına göre, Türkiye'de "yargının güçlünün iradesini yansıttığı" konusundaki kanaat çok yaygın, bu da özel hukukları öne çıkartan değirmene su taşıyor. Öte yandan Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen bir töre cinayeti davasının kararında, "aile olaya tepki vermeseydi toplum tarafından dışlanırdı" diyerek ve bunu gerekçe göstererek, cezaları hafifletmiş ve bu hüküm Yargıtay tarafından onaylanmıştır. Türkiye feodal bir cumhuriyet midir? Yoksa kamusal hukukunu ülkenin tamamında egemen kılmakta zorlanmakta mıdır? Kan davalarını ve töre cinayetlerini körükleyen nedenlerden biri de, bu cins olayların sıklıkla görüldüğü bölgelerin, etnik, dilsel veya dinsel olarak ana kitleden farklılaşmaları veya coğrafya koşullarının ulusal bütünleşmeyi engellemesidir. Avrupa'nın esaslı vendetta bölgelerine bakıldığında, Sicilya, Sardinya, Korsika ve Girit'in ada, Kuzey Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Karadağ ve Yunanistan'ın çok dağlık olduğu görülür, ayrıca Kuzey Arnavutluk Katolik, diğer bölgeler Müslüman'dır. Keza Güneydoğu Anadolu Kürt etnik unsurunun ağırlıklı olduğu bölgedir. Mardin'de olanların feodaliteyle hiçbir ilgisi yok. İlkel dayanışmacı aşiret yapılarını sürdürmekte olan unsurların, varlıklarını bu halleriyle sürdürebilmeleri için töreden başka dayanakları yok. O halde onları büyük toplumla bütünleştirmekte ayak sürüyen tüm siyasal iktidarlar olanlardan sorumlu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder