19 Kasım 2010 Cuma

Dünya nüfusu 6,9 milyarı aştı

11:47 | 19 Kasım 2010


Hızla artan dünya nüfusu 2010 yılında 6,9 milyar kişiye ulaştı.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) tahminlerine göre, dünya nüfusu 2010 yılında, geçen yıla kıyasla, yaklaşık bir Türkiye nüfusu kadar 79 milyon kişi arttı ve 6 milyar 908,7 milyon oldu. Dünya nüfusu, 2050 yılında 9 milyar 150 milyonu bulacak.

UNFPA verilerine göre, nüfusu 2009 yılında 1 milyar 198 milyon kişi olan Hindistan, 2010 yılında 1 milyar 214,5 milyona ulaştı. Hindistan, 2050 yılına kadar, 399,3 milyonluk artışla 1 milyar 613,8 milyon olacak ve şu anda kendisinden 139,6 milyon daha fazla nüfusa sahip Çin’in 196,8 milyon önüne geçecek.

Bu dönemde Pakistan 150,4, Nijerya 130,8, Etiyopya 88,8, ABD 86,3, Kongo Demokratik Cumhuriyeti 79,7, Çin 62,9 milyon kişi artacak.

-TÜRKİYE’NİN NÜFUSU 97 MİLYONU AŞACAK-

Türkiye nüfusu ise 2050 yılına kadar, 75,7 milyondan, 21,7 milyonluk artışla 97,4 milyona yükselecek.

Halen Türkiye nüfusundan az bir nüfusa sahip olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti nüfusta Türkiye’yi geçerken, Almanya, Türkiye’nin gerisinde kalacak.

Bu dönemde, büyük nüfuslu ülkelerden Japonya’da 25,3, Rusya’da 24,3 ve Almanya’da 11,6, İtalya’da 3 milyonluk nüfus azalması olacak.

ABD, 86,3 milyonla gelişmiş ülkeler içindeki en yüksek nüfus artışlarından birini gerçekleştirerek nüfusunu 317,6 milyondan 403,9 milyona çıkaracak ve üçüncülükteki yerini koruyacak.

Halen altıncı sırada yer alan Pakistan, 335,2 milyonluk nüfusla dördüncü sıraya yükselirken, dördüncü sıradaki Endonezya 288,1 milyonluk nüfusla altıncı olacak. 2010 itibariyle 158,3 milyon nüfuslu Nijerya ise 2050’de 289,1 milyonluk nüfusuyla dünyada 5. büyük ülke olacak.

Nüfus büyüklüğüyle şu anda 17’inci sırada yer alan Türkiye, 21,7 milyonluk nüfus artışına rağmen, Almanya’yı geride bırakacak, ancak Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile Tanzanya’ya geçilmekten kurtulamayacak ve 18’inci sıraya inecek.

-AFRİKA NÜFUSU 1 MİLYAR AŞTI, 2050’DE 2 MİLYARA DAYANACAK-

Halen 6,9 milyar düzeyinde bulunan dünya nüfusunun 1 milyar 237,2 milyonu gelişmiş ülkelerde, 5 milyar 671,5 milyonu az gelişmiş ülkelerde (bunun 854,7 milyonu da en az gelişmiş ülkelerde) yaşıyor.

2050 projeksiyonunda da 9 milyar 150 milyon olacağı tahmin edilen dünya nüfusunun 1 milyar 275,2 milyonunun gelişmiş ülkelerde, 7 milyar 946 milyonunun az gelişmiş ülkelerde (bunun 1 milyar 672,4 milyonu en az gelişmiş ülkelerde) olacağı öngörülüyor.

2010 itibariyle dünya nüfusunun 1 milyar 33 milyonluk kısmının yaşadığı Afrika’da, 2050 yılına gelindiğinde nüfus 1 milyar 998,5 milyona ulaşacak.

Bu dönemde Arap ülkelerinin nüfusu 359,4 milyondan 598,2 milyona çıkacak.

Asya’nın nüfusu 4 milyar 166,7 milyondan 5 milyar 231,5 milyona yükselecek.

Avrupa nüfusu ise 732,8 milyondan 691,0 milyona gerileyecek.

Söz konusu dönemde Latin Amerika ve Karayipler’in nüfusu 588,6 milyondan 729,2 milyona, Kuzey Amerika’nın nüfusu da 351,7 milyondan 448,5 milyona yükselecek.

Okyanusya’da ise nüfus 35,8 milyondan 51,3 milyona çıkacak.

-GELİŞME AZ NÜFUS ARTIŞI FAZLA-

2005-2010 döneminde nüfus artış hızı ve şehirleşme oranı değerlendirildiğinde ise nüfusun daha az gelişmiş ülkelerde daha hızlı arttığı bir kez daha görülüyor.

BM Nüfus Fonuna göre, nüfus artış hızı bu dönemde dünya toplamında yüzde 1,2, gelişmiş ülkelerde yüzde 0,3, az gelişmiş ülkelerde yüzde 1,4 ve daha az gelişmiş ülkelerde yüzde 2,3 olacak.

2010 itibariyle şehirleşme oranı dünya genelinde yüzde 50, gelişmiş ülkelerde yüzde 75, az gelişmiş ülkelerde yüzde 45 ve en az gelişmiş ülkelerde yüzde 29 düzeyinde bulunuyor.

Şehirleşme oranı kıtalara göre değerlendirildiğinde de bu oran Afrika’da yüzde 40, Arap ülkelerinde yüzde 56, Asya’da yüzde 42, Avrupa’da yüzde 73, Latin Amerika ve Karayipler’de yüzde 80, Kuzey Amerika’da yüzde 82 ve Okyanusya’da yüzde 70 olarak hesaplanıyor.

2005-2010 döneminde kıtalara göre nüfus artış hızına bakıldığında da en yüksek nüfus artış hızının yüzde 2,3 ile Afrikada, en düşük nüfus artış hızının ise yüzde 0,1 ile Avrupa’da olduğu görülüyor.

Söz konusu dönem için nüfus artış hızı Arap ülkelerinde yüzde 2,1, Asya’da, Latin Amerika ve Karayipler’de yüzde 1,1, Kuzey Amerika’da yüzde 1 ve Okyanusya’da yüzde 1,3 olarak belirtiliyor.

-KADIN BAŞINA ÇOCUK SAYISI-

Fona göre, bu yıl itibariyle kadın başına düşen çocuk sayısının en yüksek olduğu ülke 6,42 çocuk ile Afganistan. Afganistan’ı 6,31 çocuk ile Somali ve 6,16 çocuk ile Uganda izliyor. Kadın başına düşen çocuk sayısının en az olduğu ülke ise 1,01 çocuk ile Hong Kong. Türkiye’de de kadın başına düşen çocuk sayısı 2,09 olarak belirlendi.

YUNANİSTAN’DAN JET SATIŞ

İflasın eşiğinde dolaşan Yunanistan, açıklarını azaltabilmek için yolcu uçakları ile kamu kuruluşlarındaki hisselerini satıyor. 5 milyar euro tasarruf hedefleyen 2011 bütçesinde savunma harcamaları da 500 milyon euro'luk tırpan yedi
yunanistan mali krizden çıkmak için varını yoğunu satıyor. Yunan hükümeti bir taraftan kemerleri sıkarken, öte yandan sahibi olduğu 4 adet Airbus A340 yolcu uçağı ile aralarında kumarhane, savunma, demiryolu ve madencilik şirketleri hisselerinin de olduğu devlet varlıklarını satışa çıkarma kararı aldı.
Yunan Maliye Bakanı Yorgo Papakonstantinu, dün parlamentoya 2011 bütçesini sundu. Bütçede uygulanacak tasarruf önlemleri arasında en dikkat çeken 4 adet A340 jetin satışı ile kamu şirketlerinin hisselerinin devredilmesi planı. İflasın eşiğinde dolaşan Yunan ekonomisi 15 Euro Bölgesi ülkesi ile Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) sağladığı 110 milyar euro'luk kurtarma paketiyle ayakta duruyor. Yeni bütçe, açığı gayrisafi milli hasılanın yüzde 9.4'ünden yüzde 7.4'üne indirerek 5 milyar euro tasarruf sağlamayı hedefliyor. Böylece açığın seneye 16.8 milyar euro’ya çekilmesi planlanıyor.
Avrupa ülkeleri ve IMF'nin sıkı denetimi altındaki Yunanistan, yeni bütçeye göre 2011'de sağlık harcamalarından 2.1 milyar euro ve savunma harcamalarından 500 milyon euro kısacak.
Kamu şirketlerinin yeniden yapılandırılmasından 800 milyon euro gelmesini öngören Yunan hükümeti, bazı sözleşmeli kamu personelinin kontratlarını yenilemeyerek de açığı 100 milyon euro azaltacak. Hükümet yeni bütçeyle düşük vergi diliminde tüketim vergisini yüzde 11'den 13'e çıkarırken hayati öneme sahip turizmde ise vergileri yüzde 11'den yüzde 6.5'e indiriyor.

Savunma bütçesine tırpan
Maliye Bakanı Yorgo Papakonstantinu, tasarruf için ülkenin en büyük kumarhanelerinden birisindeki yüzde 49 devlet hissesinin yanı sıra savunma, demiryolu ve madencilik alanında faaliyet gösteren 3 kamu firmasında henüz açıklanmayan oranda hissenin satılacağını da bildirdi. Devletin yüzde 55 pay sahibi olduğu Atina Uluslararası Havalimanı'nın işletme hakklarının da seneye yenilenmesi öngörülüyor.
Bu yıl, özelleştirilen Olympic Havayolları'ndan devlete kalan uçakları satmayı gündeme alan Yunanistan dün açıklanan son karara göre, 4 adet Airbus A340-313X tipi uçağın satışını 2011'in ilk çeyreğinde tamamlayacak. Yenisinin tanesi yaklaşık 169 milyon euro olan A340-313 uçakların 670 milyon euro’ya yakın para getirmesi hedefleniyor. Yunan hükümetinin yatırımcıların beğenisine sunacağı kamu şirketlerinin başında ise yüzde 99.81 hissesine sahip olduğu savunma şirketi Hellenic Defence Systems geliyor. Tamamı devlete ait demiryolu operatörü Trainose ile yüzde 55.19'u kamunun olan madencilik şirketi Larko da yakında görücüye çıkacak.



Bu yıl yüzde 3.9 küçülecek
Yunan Maliye Bakanlığı, yüzde 65'ine sahip olduğu gaz şirketi DEPA'yı da özelleştirmeyi planlıyor. Yunan kamu şirketlerinin geçen yıl verdiği toplam açık 1.7 milyar euro olmuştu. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) dün açıklanan Ekonomik Görünüm Raporu'na göre, Yunan ekonomisinin bu yıl yüzde 3.9 ve gelecek yıl yüzde 2.7 küçülmesi bekleniyor. 2012 yılında ise ekonominin yüzde 0.5 büyüyeceği öngörülüyor.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Küba ekonomisinde gidişat

Küba Komünist Partisi, 2011 Nisan'da toplanacak olan 6'ncı Kongre'ye kadar tartışılacak olan ekonomi ve sosyal politikalar metnini açıkladı. Bu haberde metnin dış ticaret, yabancı ve yerli yatırım politikası, bilim ve teknoloji, sosyal güvenlik, iş ve maaşlar kısmını ele alıyoruz.

Küba Komünist Partisi, ülkenin önümüzdeki dönem politikalarının belirleneceği ve herkesin merakle beklediği 6. Kongre öncesinde ekonomi ve sosyal politikalar konusundaki taslak metni parti üyelerinin ve Küba halkının tartışmasına açtı. Dün aktarmaya başladığımız metne bugün devam ediyoruz. (Dünkü haber: Küba ekonomi politikasının temeli)

Dış ticarette temel hedef belli
Metinde dış ticarette temel hedef, “mümkün olan en kısa zamanda” ihracatın artırılması ve ithal edilen malların yerli mallarla ikame edilmesi olarak belirlendi.

Bir başka hedef, ülkenin uluslararası ticaretteki kredibilitesinin artırılması. Bunun yolunun, yapılan sözleşmelere harfiyen uymaktan geçtiği belirtiliyor. Küba bu sene dış borcunun bir kısmını yeniden yapılandırmak zorunda kalmıştı.

Ülkenin uluslararası ekonomik ilişkileriyle bağlantılı tüm faaliyetlerde, bir ilkenin uygulanacağının altı çizildi: Karar veren, pazarlık yapmaz. Bu ilke, karar mekanizmalarında bulunan yetkililerin, şirketler adına iş yapmamasını öngörüyor.

Dış ticarette ihraç edilen ürün ve hizmetlerin çeşitlendirilmesi istenirken, teknolojik bakımdan gelişmiş ürünlerin ihracatının artırılmasının tercih edileceği kaydedildi. Bir başka vurgu, profesyonel hizmetlerin ihracatında eğitilmiş profesyonel meslek sahiplerinin başka ülkelere gönderilmesinden çok, teknolojik proje ve çözümlerin ihracatına öncelik verilmesi gerekliliği oldu.

Yabancı şirketlerin yatırımları
İthalatın ikame edilmesinde bahsedilen yöntemlerden biri, yabancı şirketleri Küba’da yatırım yapmaya teşvik etmek. Metinde bu hedef için, Küba makine sanayisi ile yabancı şirketler arasında teknoloji transferi anlaşması yapılması yöntemi belirtildi.

Metne göre Küba’daki makine sanayinin gelişimine önem verilecek ve ülkenin ithalatında da makine teknolojisine dair ithalat öncelikli olacak. Küba Komünist Partisi, ülkenin kendi sanayiini geliştirme hedefini önüne koydu. Yabancı yatırımların teşvik edilmesinde göz önünde bulundurulan kriterler ülkenin ihtiyaçları, yatırım sonucunda yüksek teknolojiye erişim sağlanması, ihracatın artması ve çeşitlendirilmesi, ithalatın ikame edilmesi ve üretim hedefinin tutturulması için uluslararası kredi desteği bulunabilmesi olarak sıralandı. Yabancı yatırımlar üzerinde denetimin de sıkılaştırılacağı ve mükemmelleştirileceği yazıldı.

Yatırım politikası
Devlet yatırımları politikasının genel çizgileri bölümünde, yatırımlarda ihracatın artırılması, ithalatın ikame edilmesi ve ülkenin üretici güçlerini gelişmesi için gerekli altyapının geliştirilmesine öncelik verilmesi vurgulandı.

Bu bölümdeki önemli noktalardan biri, yatırım politikasında adım adım merkeziyetçiliğin azaltılması yönündeki istek oldu. Buna göre Ekonomi ve Planlama Bakanlığı’nın elindeki yatırım kararı alma hakkı, giderek Merkezi Devlet Yönetimi Organları, İl Yönetim Konseyleri, devlet şirketleri ve birimlerine de belli ölçülerde verilecek.

Bu süreçte onaylanan yatırımların ise norm olarak ya dış kredi, ya da öz kaynaklar kullanılarak yapılması öngörülüyor. Gerçekleştirilen yatırımlar ise “kendi yağlarıyla kavrulacak” ve ayakta kalacak.

Bir diğer ilgi çekici nokta, devlet şirketleri arasında ihale yönetiminin uygulanması koşullarının değerlendirilmesinin dile getirilmesi oldu.

Bilim ve teknoloji politikası
Küba Komünist Partisi, Küba’nın şimdiye kadar önemli ilerleme gösterdiği biyoteknoloji, gelişmiş tıbbi teçhizat üretimi, yazılım sektörü, eğitim teknolojileri, biyoinformatik ve nanoteknoloji alanlarındaki yatırımların güçlendirilerek sürmesini önerdi.

Benzer şekilde, iklim değişikliği de göz önünde bulundurularak doğal kaynakların korunması ve rasyonel kullanımı ve sosyal bilimler alanlarına da önem verilmesi gerektiği vurgulandı.

Sanayide yapılacak teknolojik yatırımlarda da dünyadaki teknolojik ilerlemenin kapsamlı bir analiziyle, ülkenin stratejik sektörlerde bağımsızlığına katkıda bulunacak teknolojilere yatırım yapılmasının önemi belirtildi.

Devrimin kazanımlarının korunması için çalışma bilinci
Metnin “Sosyal politika” bölümünde ilk olarak devrimin kazanımlarının korunmasından bahsedildi. Bu kazanımlara örnek olarak eğitim, sağlık, kültür, spor, rekreasyon, sosyal güvenlik ve muhtaç insanlara sosyal yardım gösterildi.

İkinci maddede ise, toplumun gelişmesi ve bireylerin ve ailelerinin ihtiyaçlarının karşılanması için çalışmanın rolünün kurtarılması hedefi dile getirildi.

Sosyal güvenlik, iş ve maaşlar
Sosyal güvenlik kısmında, sosyal güvenlikte devlet bütçesinin göreli katılımının azaltılması bir hedef olarak belirtildi. Demografik sebeplerle emekli sayısının daha da artacağı tespiti yapılarak, hem devlet sektöründe çalışanların katkısının artırılması, hem de devlet dışı sektörde özel katkı rejimleri uygulanması yöntemleri dile getirildi.

Bir diğer dikkat çekilen konu, toplumun tüm sektörlerinde nüfusun yaşlanmasının önüne geçmek için çeşitli stratejilerin araştırılması ve uygulanması ihtiyacı oldu.

Maaş kısmında herkesin emeğine göre maaş alması ve bu maaşın, kaliteli ürün ve hizmetler üretilmesiyle sonuçlanması gerektiği vurgulandı.

Döviz üreten veya kendiliğinden tasarrufla sonuçlanan alanlar, yiyecek ve diğer temel ihtiyaç maddeleri üretimi ve yatırım sürecinin geliştirilmesi alanların çalışanların maaşlarının artırılmasına öncelik verilmesi gerektiği belirtildi.

Küba’da Ağustos ayı başından bu yana çok tartışılan devlet sektörünün “şişmiş” alanlarının küçültülmesi meselesiyle ilgili olarak ise şu tespitlerde bulunuldu:
- Kendi hesabına çalışma genişletilecek ve bu, istihdam alternatifi ve ürün ve hizmetlerin kalitesinin artırılması için bir yol olarak kullanılacak. Bu kişilerin gelirlerine göre topluma katkıda bulunmaları için bir sistem yaratılacak.

- İşe uygunluk göz önünde bulundurularak emek sürecinde yararlanırlık gözetilecek ve paternatlist yaklaşımlara son verilecek.

- Ülkenin gelişiminin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünün iyi bir analizi yapılacak ve şu an ihtiyaca uygun olmayan yüksek öğretim ve teknik eğitim alanları yeniden yapılandırılacak.

- Toplumda maaşın rolü güçlendirilecek. Bunun için karşılıksız devlet yardımları ve aşırı kişisel devlet desteği kaldırılacak ve ihtiyaç duyan kişilere yardımlar oluşturulacak.

- Hem ihtiyaç duyan hem duymayan vatandaşları kapsayan ve karaborsanın gelişime katkıda bulunan karne rejimine son verilecek.

- Sosyal hizmetler, sağlık ve eğitim merkezlerinde ihtiyaç duyulan yerlerde devlet yemekhaneleri sürecek. Yine ihtiyaç duyulan işyerlerinde işçi yemekhaneleri de varlığını sürdürecek. Metinde geçmese de, bu ifade, devletin yemek tedariğinin alternatifi yollar aranacağı anlamına geliyor. Bunun denemeleri, bazı küçük ölçekli işyerlerinde yemekhanelerin kaldırılması ve işçilere yemek parası verilmesi şeklinde bu sene denenmeye başlanmıştı.

- Sosyal yardımlardan gerçekten ihtiyaç duyan ve ailesinden yardım göremeyen insanların yararlanması sağlanacak.

Gökçek: Gözünüzdeki sürme de benim!

Dikmen Vadisi'ndeki kentsel dönüşüm planı konusunda Dikmen halkının ve yargının engellerine takılan Melih Gökçek, kentsel dönüşümün önündeki engelin bakanlar kurulu kararıyla kalktığını savunarak Dikmenlileri tehdit etti.

Uzunca bir süredir Dikmen'deki gecekonduları "kentsel dönüşüm" kapsamında yıkarak arazilerine yağmaya açmak isteyen Melih Gökçek, "Kentsel Dönüşüm Yasası"nın çıkmasıyla ve bakanlar kurulu kararıyla Dikmen Vadisi Son Etap Kentsel Dönüşüm Projesi'nin onaylandığını savundu.

Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm projeleri kapsamında son etap olarak da bilinen, 4. ve 5. etaplarda hak sahiplerinin bir bölümü konut anlaşması yapmış ancak açılan davalar sonucunda proje 2 yıl önce iptal edilmişti. Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek, Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi'nin başkentin gecekondulardan arındırılması için başlatılan çalışmalardan birisi olduğunu savunarak, Son Etap Kentsel Dönüşüm Projesi'nde yaşanan sıkıntıların ''değer artışlarından haksız bir şekilde kazanç elde etmek isteyenlerin oyunları'' olduğunu ileri sürdü.

Kentsel dönüşüm planını kabul etmeyen Dikmenlileri susuz ve doğalgazsın bırakmakla tehdit eden Gökçek, "tapulu arazisi veya konutu olanlara" başka bir yerde konut tahsis edeceklerini belirtti. 3. Etap'tan verilecek bu konutların ise sayısı 93 ile sınırlı olduğundan ev sahipleri noter huzurunda yapılacak çekilişle belirlenecek.

Gökçek evlerinde kalmakta direnen Dikmenliler hakkında, "Ayrıca bu bölgede yaşayan ancak şahıs veya kamu arazisi üzerine gecekondu yapan ve hiçbir belgesi olmayan vatandaşları da mağdur etmemek için, bu kişilere Doğukent'ten arsa verilmesi yönünde teklifte bulunduk. Bu durumda olan 1063 kişiden 498?i ile sözleşme imzalanırken, 565 kişi sözleşmeleri imzalamayarak, evlerini boşaltmamakta ısrarcı davranıyor. Bu kişiler her platformda mutlaka 'hak sahiplerine verilen konutlardan isteriz' diyerek eylem yapıyorlar.'' diyen Melih Gökçek, Dikmen Vadisi'ndeki kentsel dönüşüm projesi hakkında aleyhinde açılan 223 davanın tamamından aklandığını da iddia eden Gökçek, "Bu ülkede devlet var, kanunlar var. Hiç kimse devletin üzerinde olamaz. Onlara tavsiyem en kısa zamanda sözleşmeleri imzalasınlar, evleri de boşaltsınlar. Onlara tanınan bu imkandan faydalansınlar. Çünkü biz çalışmalara en kısa sürede başlayacağız" dedi.

Mustafa Kemal'i Tel Aviv maçında neden oynattılar?

İsrail Futbol Federasyonu'nun resmi sitesinde yayınlanan makale, sadece Mustafa Kemal'in 1915 yılında Filistin'de maça çıktığına yönelik iddiaları nedeniyle tartışıldı. Oysa ki aynı makalede İsrail devleti kadimleştiriliyor.

İsrail Futbol Federasyonu'nun resmi sitesinde yer alan bir makalede Mustafa Kemal'in 1915 yılında Osmanlı padişahının izniyle yapılan Maccabi Tel Aviv maçında oynadığı, Osmanlı takımının beraberlik golünü de bizzat kendisinin attığı iddia edildi.

Federasyonun resmi sitesindeki makaleye göre, 1906 yılının sonlarına doğru o dönem Filistin'in en önemli limanlarından Yafo'ya gelen bir gemiden inen Mustafa Kemal'in dikkatini futbol oynayan gençler çekiyor. Osmanlı Devleti'nin resmi politikası Filistin topraklarındaki siyonist yerleşimlere karşı olduğu halde, iddiaya göre Mustafa Kemal, padişahtan izin alarak siyonist liderlerin gençlere futbol ve Siyonist düşünceyi aşılamak için kurduğu Maccabi Tel Aviv ile bir maç yapıyor.

Makalenin dikkat çeken bir diğer yanı ise, aynı gençlerin daha sonra Osmanlı saflarında İngilizlere karşı savaştığı. Makalede birçok Yahudi gencin İngilizlere karşı Osmanlı ile omuz omuza savaştığı ve bu uğurda yaşamlarını yitirdiği iddia edilerek "ne diyelim vatanlarımız sağolsun" ifadesine yer veriliyor.

Mustafa Kemal o dönemde neredeydi?
Türkiye'de gazeteler söz konusu makaleye yoğun ilgi gösterdiler ancak sadece Mustafa Kemal'in o dönemde Filistin'de bulunmasının imkansız olduğu, böyle bir maça çıktığı iddialarının hayal ürünü olduğu yorumları yapıldı. Konuyla ilgili görüşlerine başvurulan tarihçiler de benzer görüşler ifade ediyor.

Tarihçi Halaçoğlu, "Bu tarihte böyle bir şeyin olma ihtimali yok. Bu iddiayı atanların hayal güçleri iyi ancak tarih bilgileri ise çok kötü” derken; Berktay, "18 Mart 1915’te denizden ilk zorlama girişimi oluyor. 6 Ocak 1916’ya kadar abluka kesintisiz devam ediyor. Bu şartlar altında başını kaşıyacak vakti olmayan Atatürk’ün bugünkü İsrail topraklarında futbol oynadığını iddia etmek bildiğimiz tarih ile çelişiyor. Olacak şey değil, bu iddiayı duyunca çok çok şaşırdım” diyor.

İsrail laik Türklere mi oynuyor?
İsrail özellikle AKP hükümetiyle başlayan ikili ilişkilerdeki gerilimi Türkiye'de "İslamcıların iktidara gelmesi" ile gerekçelendiriyor. Bir süredir Türkiye'deki laik kesime göz kırpan İsrail, sorunun nedeni İsrail'in politikaları değil, AKP'nin "Mustafa Kemal'in lailk Türkiyesini değiştirmesi" olarak gösteriyor. Bu açıdan makalede Mustafa Kemal'in siyonistlere sempati duyduğunu mesajının dolaylı olarak verilmesi şaşırtıcı değil.

Siyonizmin tarihi
Makalenin tartışılmayan ancak daha önemli boyutu ise İsrail devletini kadim gösterme çabası. İsrail 1948'de kurulmuş olduğu halde, makalede bu tarihten önce "Filistin" olarak adlandırılan bölgeden "İsrail toprakları" olarak bahsediliyor. Öte yandan "vatanlarımız sağolsun" sözüyle yine Filistin'deki Yahudilerin o dönemde bile bir Yahudi devleti arzuladıkları iddiası mevcut ancak Siyonizmin tarihi bu iddiayla çelişiyor.

Siyonizmin anlamı tarih boyunca sürekli olarak değişti ve makalede iddia edildiği gibi 1900'lü yılların başında Filistin'deki Yahudiler yaşadıkları topraklarda bir devlet kurma arzusuyla harekete geçmediler. Bölge Yahudiler tarafından "Sion" olarak adlandırılıyordu.

Avrupa'da bulunan Yahudiler ise tarih boyunca dışlanmış, katliamlara uğramış ve bulundukları ülkelerdeki işçi sınıfının en yoksul kesimlerini oluşturuyordu. Bu nedenle Avrupa'da faşizmin yükselişine kadar, Yahudi işçiler bulundukları ülkelerdeki işçi sınıfının çoğunlukla örgütlü, sosyalist ve öncü kesimi oldular.

Siyonizmin siyasi bir proje olması ve bir Yahudi devleti arayışı da özellikle bulundukları ülkelerde yatırımları kısıtlanan Yahudi sermayedarların arayışlarıyla örtüştü. 1897'de Avusturyalı Yahudi Gazeteci Theodor Herzl'in önderliğinde Basel'de toplanan ilk siyonist kongrede "Yahudi devleti" bir amaç olarak tanımlandı ancak bu dönemde bile Yahudi devletinin Filistin'de kurulmasından bahsedilmiyordu. Kongrenin bu amaca yönelik olarak Yahudilere yaptığı çağrı en çok Yahudi sermayedarlar tarafından desteklendi. Bu nedenle bir devletin kurulması için toprak satın alınması, buraya yapılacak göç ve yerleşimlerin finansmanı için banka kuruldu.

Yinede Avrupa'daki Yahudilerin temel eğilimi, bulundukları ülkelerdeki baskıcı rejimleri değiştirmekti. Bu nedenle Yahudilerin esas eğilimi siyonizmden çok sosyalizm oldu.

1917 yılında İngiltere Balfor Deklerasyonu'nu ilan ederek, "topraksız bir halka, halksız bir toprak vermek" iddiasıyla, Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesine izin verdi. Siyonistlerin Filistin'de bir Yahudi devleti talebi de bu dönemlerde belirginleşti. İngiltere'nin Yahudilere Filistin topraklarını vaat etmesinin temelinde iki neden yatıyordu. Birincisi, ABD'deki güçlü Yahudi lobisinin desteğini alarak bu ülkeyi Birinci Dünya Savaşı'na sokmak; ikincisi ise, Yahudilerin kaderini değiştiren, onları dışlanmış bir topluluk olmaktan çıkaran Bolşevik devrimine yönelik artan sempatiyi kırmak.

Bu tarihten itibaren Yahudiler'in Filistin'e göçünde ciddi bir artış yaşandı ancak 1948'e kadar İsrail devleti için çalışan kesim, bu topraklarda yüzyıllardır yaşayan Yahudiler olmadı. Bu görüş özellikle göçmen Yahudiler arasında yaygınlık kazandı ve Filistinlileri topraklarından kovmak ve İngiliz sömürgeciliğini kovmak gibi amaçları olan Yahudi terör örgütleri bu göçmenlerden oluştu. Örneğin ünlü bir Yahudi terörist olan Eitan Livni (İsrail eski Dışişleri Bakanı Tzipi Livni'nin babası) Polonya doğumlu bir Yahudiydi ve Filistin'e 1925'te gelmişti. Eitan Livni'nin de üyesi olduğu Irgun Filistinlilere yönelik katliamlarıyla gündeme gelen bir örgüttü ve yöneticileri Filistin'e 1917 sonrasında gelmişti.

"Sapık dizilere muhafazakarlar reklam veriyor"

AKP'li İncekara, bir süredir AKP'nin ve gerici medyanın hedefinde olan dizilere reklam verenleri eleştirerek, "Sapık dizilere, muhafazakarlar reklam veriyor, 9 korumayla gezerler ama bu dizilere reklam vermekten de geri kalmazlar’’ dedi.

Gazeteport’a konuşan TBMM Kayıp Çocuklar Araştırma Komisyonu Başkanı İncekara, sanatçı Beren Saat ile Engin Akyürek'in oynadıkları “Fatmagül’ün suçu ne” ve Reşat Nuri Gültekin’in romanından uyarlanan “Yaprak Dökümü” adlı dizilerin bir süre önce gittiği Azerbaycan’da da ilgiyle takip edildiğini görünce şaşırdığını söyledi. İncekara, “Ben de bu dizileri, hangisinde hangi sapıklıklar yapılıyor diye, ibretle izliyorum” dedi.

“Dizilere değil, reklam verenlere tepki göstermek gerekiyor’’ diyen İncekara şunları söyledi:
"Parayı bastırıp reklam verenler sayesinde bu diziler yayınlanıyor. Aslında bunların hepsi muhafazakar insanlar. Koca koca kadınlar ve adamlar ama bir sürü sapığı tahrik eden sahnelerle, yeni sapıklar yaratıyor. Karıları kızları var, 9 korumayla geziyorlar ama reklam vermekten geri durmuyorlar. Azerbaycan’da bile, Fatmagül’ün suç ne adlı dizinin ilgiyle izlendiğini gördüm. Yani sadece bize özgü değil, demek ki bu coğrafyaya özgü bir şey var”

"Beren Saat'in fiziki ve ruhsal yapısı bozuk"
Dizilerin senaristlerini de eleştiren İncekara, “Senaristerin ruh sağlığından ve şuur altından şüphe ediyorum” dedi. AKP milletvekili ayrıca, daha önce yine çok tartışılan “Aşkı Memnu” adlı dizide de rol alan genç oyuncu Beren Saat’in de ruh sağlığının bozuk olduğunu iddia etti. İncekara, “Bu kızın fiziki ve ruhsal yapısı bozuk” dedi.

Amerikalı profesörden "bilimsel" Cemaat kitabı

Gülen Cemaati hakkında ABD’de yazılan ve geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrilen “Gülen Hareketi” isimli kitap, bir yandan Cemaat hakkındaki iddialara cevap verirken, bir yandan da bilimsellik kisvesi altında Cemaate övgüler düzüyor.

Geçtiğimiz Mart ayında ABD’de yayımlandıktan sonra bu ay Türkçe’ye çevrilen “Gülen Hareketi” isimli kitapta, bilimsel bir çerçeve ile Cemaat’in kaynakları hakkında bir araştırma yapılıyormuş gibi gösterilirken, Cemaat’in faaliyetlerine övgüler düzülüyor. İnsanların nasıl motive olduğu ve bağışların nasıl toplandığı gibi konuları tartışan kitabın, Cemaat’in şimdiye kadar propaganda ettiği şeylerden farklı ve daha fazla hiçbir şey söylememesi de dikkat çekiyor.

Kitabın adından “Ilımlı İslam” çıkartıldı
Houston Üniversitesi sosyoloji bölümünden Profesör Helen Rose Ebaugh’ın kaleme aldığı kitabın ABD’de yayımlanan orijinal adı: “The Gulen Movement: A Sociological Analysis of a Civic Movement Rooted in Moderate Islam”. Ama Doğan Kitap bu kitabın adını “Gülen Hareketi - İnanç Tabanlı Bir Sivil Toplumsal Hareketin Sosyolojik Analizi” olarak çevirmeyi uygun gördü. Kitabın adındaki “Ilımlı İslam” teriminin Türkçe çeviride kullanılmaması, bilinçli bir tercih izlenimi verdi.

Yöntem var ama...
Kitabın "birçok yerinde eleştirel bir çalışma yapmadığı, sadece hareketi kendi içinden anlamaya çalıştığı" iddiasını vurgulayan Prof.Dr. Ebaugh, hareketin içindeki insanları dinleyen ve onları anlamaya çalışan bir akademisyen olarak yazdığını belirtiyor. Yine çalışmanın birçok yerinde "hizmet projesini takdir ettiğini, çok beğendiğini" anlatan yazar, kitabın “Sunuş” bölümünde “Ilımlı İslam” kavramını tartışıyor. Bu kavramı tartıştıktan sonra Gülen Hareketi’ni anlamak için iki teorik çerçeveden yararlanılabileceğini söyleyen yazar, Kaynak Seferberliği Teorisi ve Organizasyonel Adanma Teorisi’ni anlatıyor. Kitabın devam eden kısmında bu çerçeveye çok fazla atıfta bulunmayan ve cemaatin işleyişine dair çok net şeyler söylemeyen yazar, hareketin içinde bulunan insanların kişisel deneyimlerine geniş yer ayırıyor.

Laikliği Cemaat’ten okuyoruz
Cemaat’i incelemeden önce 20. yüzyılda Türkiye’deki devlet-din gerilimini anlatan Prof.Dr. Ebaugh'un, bunu Cemaat’e yakın insanların kitapları üzerinden anlatmayı tercih etmesi dikkat çekiyor. Türkiye’deki modernleşme sürecini Cemaat’in gözünden eleştirel bir şekilde yazan Prof.Dr. Ebaugh, bunun sonucu olarak, “İttihat ve Terakki Partisi, 1913 yılından başlamak üzere bir dizi reform gerçekleştirdi. Bu reformların ana hedefi, şeriatın bütünüyle rafa kaldırılmasıydı” (sf.34) gibi uçuk tezleri yazabiliyor. Türkiye modernleşmesinin Fransız laikliğini model aldığını anlatan yazar, bunun karşısında Anglo-Amerikan laikliğinin daha özgürlükçü olduğunu iddia ediyor.

Durumu daha da dramatikleştiren ve Türkiye’de dinin siyasete açıkça alet edildiğini bilmediği anlaşılan yazar, kitabında şu ifadelere de yer veriyor:
“Aslına bakarsanız, bu laiklik sistemi içinde, kamusal alanda hatta Türkiye parlamentosunda dini bir söylem kullanmaya teşebbüs etmek, halkın seçtiği bir milletvekilinin yahut mensubu bulunduğu partinin haklarının elinden alınmasını netice verebilir.” (sf.37)

Cumhuriyet’in aşağıdan gelen her türlü modernleşme çabasına karşı şüphe ile yaklaştığını belirten yazar, “bu çabalar dini saiklerden kaynaklanıyor ise” daha büyük bir tehdit olarak algılandığını öne sürdü. Ancak dini saiklerle hareket eden ve modernleşme çabası içinde olan hareketlerden neyi kastettiği anlaşılamıyor.

Komünizm düşmanlığında Cemaat’e hak veriyor
Yazarın, komünizmi bir tehdit olarak algılayarak İslam’ın buna karşı mücadele ettiğini olumlu bir durum olarak yazması da dikkat çekti:
“Bununla birlikte 1960’lı yılların sonlarına doğru Türkiye, İslam dünyasının geri kalanında olduğu gibi, sosyalizm ideolojisi tehdidiyle yüz yüze geldi.”(sf.40)

Yazarın komünizm ile uyuşturucu kullanımını bir tutması da dikkat çekiciydi:
“Yurtlar sayesinde öğrenciler alkol ve zararlı madde kullanımı, gayrimeşru cinsellik ve komünizm, ultra-milliyetçilik ve ona benzer radikal hareketlere katılma tehlikelerinden korundular.”(sf.54)

Cemaat’in dilini kullanarak Türkiye’deki laikliği anlatan yazar, tüm bir cumhuriyet tarihinin dindarlara karşı mücadele ile geçtiği izlenimi vermeyi de ihmal etmedi. Tüm süreci “mazlum dindarlar” edebiyatı üzerine kuran ve Gülen’in düşüncesinde Türk-İslam sentezinin önemli bir yeri olduğunu anlatan Prof.Dr. Ebaugh'un, 12 Eylül faşizminin de ideolojisinin bu olduğu, Gülen’in bu faşizmi desteklediği gibi konulara girmemesi de dikkat çekti.

CIA şefinden alıntılar
Kitabın ikinci bölümünde objektif bir dille anlatıyormuş izlenimi vererek Cemaat’in bakış açısıyla Cumhuriyet tarihini ve laiklik ile ilgili tartışmaları anlatan Prof.Dr. Ebaugh’un refere ettiği bir diğer önemli isim ise CIA’nın Eski Ortadoğu ve Türkiye şefi Graham Fuller. Fuller’den bir çok kez alıntı yapan yazar, şu bölümü kitap boyunca en az üç kez alıntılıyor:
“Türkiye sadece kendisi için değil, çağdaş İslam dünyası için de çok önemli olan iki dinamik İslami hareket üretmiştir; Bunlardan ilki siyasi alanda AK Parti, öteki ise çok daha büyük ve apolitik bir toplumsal hareket olarak Gülen Hareketi’dir.”

Pek de objektif
Kullandığı dilden Gülen’e kişisel bir sempati de duyduğu anlaşılan yazar harekete duyduğu sempatiyi kitabın birçok yerinde vurguluyor:
“Kocaman kalpleri ve açık zihinleriyle bu insanlar, özgür düşünceye saygı duyan, bilim ve bilimsel araştırmaya açık, kainat ve hayatın ilahi yasalarındaki harmoniyi algılayabilen kişilerdir.” (sf.66)

Bilimsel olduğu iddia edilen bir çalışmada bu tür yargıların sık sık yer alması, çalışmanın ne kadar objektif olduğu konusunda da fikir veriyor.

Kimlerle görüşmüş?
Araştırması süresince 100’ün üstünde insan ile görüştüğünü belirten Prof.Dr. Ebaugh’un yöneticileri ile görüştüğü kurumları listesi ise şöyle: Bank Asya, Samanyolu Televizyonu, Zaman Gazetesi, Gazetecileri ve Yazarlar Vakfı, Fatih Üniversitesi, Sema Hastanesi, Bahar Hastanesi, Kimse Yok Mu Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği. Bunları Gülen’in “ilham verdiği” kurumlar olarak tanımlayan yazar, bu süreçlerin nasıl işlediği, finansal bağların kimler üzerinden nasıl kurulduğu, Cemaat’in bu kurumlar üzerindeki tam etkileri gibi konulara ise hiç değinmiyor. Yazar sadece, bu kurumların Gülen’in verdiği “ilham” ile kurulduğunu, bazılarının belli dönemlerde Cemaat tarafından finanse edildiğini anlatıp, bunun da çok şeffaf bir şekilde yapıldığını savunuyor.

Bunun yanı sıra kitabın önemli bir bölümünde yazar insanların nasıl bağışta bulunduğu, bunun nasıl bir ruh haliyle yapıldığı, bağışların insanları harekete daha da yaklaştırdığı, bu konuda bir yarışma olduğu gibi konuları anlatıyor. “Hizmet”in tüm kaynağının da bu bağışlar olduğunu anlatıyor. Bağışlar konusundaki kişisel deneyimleri genişçe anlatan yazar, daha sonraki bölümde de Türk-İslam kültüründe “hayırseverlik” konusunu ele alıyor. Devletin bıraktığı boşlukları Cemaat’in doldurduğunu anlatan Prof. Dr. Ebaugh, bunu çok olumlu bir şey olarak sunuyor.

“Siyasal değil toplumsal hareket”
Gülen Hareketi’nin siyasal değil toplumsal bir hareket olduğunu anlatan Prof.Dr. Ebaugh, Cemaat’in siyasetten özellikle uzak durduğunu da iddia etti. Ancak Cemaat’in hiç de böyle olmadığı biliniyor. Yakın bir örnek olarak seçim öncesi yapılan pazarlıklar ve Referandum öncesinde Gülen’in "ölülere bile oy kullandırmalı” açıklaması, Prof.Dr. Ebaugh’ın çok da haklı olmadığını gösteriyor.

Kitabın sonuç bölümünde Gülen Hareketi’ne yönelen eleştirileri de ele almayı ihmal etmeyen Prof.Dr. Ebaugh, bu eleştirilerin hepsine teker teker cevap veriyor.

Doğan Kitap dengeliyor mu?
Ekim ayında Saygı Öztürk’ün “Okyanus Ötesindeki Vaiz” adlı kitabını yayımlayan Doğan Kitap’ın bundan bir ay sonra Prof.Dr. Ebaugh’un kitabını yayımlaması, “Dengelemek için mi?” sorusunu gündeme getirdi. Bilindiği gibi Öztürk’ün kitabı, belgeleri ile, Cemaat’in Emniyet gibi kurumlarda nasıl örgülendiğini, bu örgütlenme sürecinde ne tür hilelere başvurulduğunu anlatıyordu.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Mardin'e feodalite gelmiş haberimiz yok

Feodalite, 13. yüzyıldan itibaren kapitalizm tarafından tasfiye edilmeye başladı, ama Avrupa'da feodaliteyi hiç tanımamış bölgelerde kan davaları sürdü.
Bugün Hollanda'nın eyaletlerinden biri olan Frizya'da, 12. yüzyılda yani Ortaçağ'ın göbeğinde, öldürülen birinin intikamı alınmadan cesedi gömülmez, iş uzarsa ceset evde kurur kalırdı. Bu uygulama Ortaçağ'ın göbeğin de yer almakla birlikte Frizya feodalleşmiş bir bölge değildi. Feodalite, Avrupa'da ancak Fransa'da Loire nehrinin kuzeyi, bugünkü Belçika, Almanya'nın dar batı şeridi ve 11. yüzyıldan sonra İngiltere'de yerleşik hale gelmiş, diğer bütün kesimler bu toplumsal tarzın dışında kalmışlar veya ancak bazı özelliklerine sahne olmuşlardır. Feodalite, yalnızca Batı Avrupa'ya özgü son derece karmaşık bir toplumsal-ekonomik-siyasal-hukuki tarzdır. Kan davasıyla ilgili olanları da dahil tüm kuralları 12. yüzyılda çoktan oluşmuş ve yerleşmiştir. Feodalitenin anlaşılmasında büyük katkıları olan hukukçu Philippe de Beaumanoir (1250-1296), "soylulardan başkası aralarında savaşamaz" demektedir. Soylular, yani feodal ayrıcalıkların sahibi sınıf, aynı zamanda insanların da (serf) sahibi olarak onların kan davası gütmelerine engel olmuş ve özel intikamı (vendetta) tekeline almıştır. Bu özel intikam da, zaten soylular devlete ait yetkileri yerel düzeyde ele geçirdiklerinden, intikamdan öteye hukuki bir yaptırım haline gelmiş- tir. Yani feodalite, kan davasını tasfiye etmiştir. Biz Türkler, maymuncuk kavramlarla yani her kapıyı açan, herşeyi açıklayan, kocaman terimlerle iş görmeyi çok severiz. Bunun tipik örneğini Başbakanımız sıklıkla veriyor. Ekim 2008'de "Komünizmin en önemli dayanaklarından biri buydu: İftira et, tutmazsa iz bırakır" ve Şubat 2009'da "Bu, komünistlerin işi, çamur at izi kalır anlayışı komünistlerde var" dedi. Oysa söz, ilk kez Francis Bacon'ın 1605 tarihli De Dignitate et Augmentis Scientiarum adlı eserinde "Cesaretle iftira edin, her zaman bir iz kalır" olarak görülmüşse de, sonradan eski bir Ortaçağ atasözü olduğu anlaşıldı. Komünizm bir Ortaçağ doktrini midir? Elbette hayır, ama bu söz bizde maymuncuk bir terim haline gelmiştir. Mardin'de 44 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamın sorumlusu da, bu alışkanlığımız doğrultusunda feodalite olarak tescillendi. Bu konuda yazan 100 kişiden 99'u, Güneydoğu'daki kan davalarının, töre infazlarının feodaliteden kaynaklandığına emin. Ama kamusal hukukun paralelinde örfi (özel) bir hukukun varolması, hükmünü icra etmesi ve kan davasının da bunun içinde yer alması hem feodaliteden binlerce yıl önce vardı, hem de feodaliteden sonra hâlâ sürüyor ve asıl ilginci, bütün kan davası olayları, feodaliteyi hiç tanımamış bölgelerde meydana geldi/geliyor. Kan davasına cevaz veren ilk hükümler, MÖ 1730 tarihli Hammurabi Yasaları'nda yer alır. Bu, ünlü "göze göz, dişe diş" formülüdür. Bu formül daha sonra Tevrat'ta tekrar edilmiştir. Tevrat'ın Çıkış bölümünde (Bap 2l, ayet 12-13), "Bir adam vuran, vurduğu ölürse mutlaka öldürülecektir. Ve eğer pusu kurmaz fakat Allah onu kendi eline teslim ederse, o zaman sana tayin edeceğim yere kaçacaktır"; Tekvin bölümünde ise (Bap 9, ayet 6), "Her kim adam kanı dökerse, onun kanı adam eliyle dökülecektir" denmektedir. Kuran da Tevrat öğretisini kabul etmektedir. Bakara suresi 178. ayette, "Ey inananlar! Öldürülenler için kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak suçlunun cezası öldürülenin yakınları tarafından bağışlanırsa, o da hakkaniyete uyup kan bedelini ödemelidir..."; Maide suresi 45. ayette, "Tevrat'ta şöyle yazdık; cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş..." denmektedir. Feodalite, 13. yüzyıldan itibaren kapitalizm tarafından tasfiye edilmeye başladı, ama Avrupa'da feodaliteyi hiç tanımamış bölgelerde kan davaları sürdü. 19. yüzyıl Avrupa edebiyatında kısa bir gezinti bu konuda aydınlatıcı olabilir. Örneğin Fransa'da 1830-1890 arasında kan davası öyküleri moda olmuş ve Merimee, Balzac, Maupassant, Alexandre Dumas Pere gibi birçok yazar Korsika vendetta (kan davası) hikâyeleri anlatmışlardır. Bunların en ünlüsü, tarihçi, arkeolog ve romancı Prosper Merimee'nin (1803-1870) iki Korsikalı klan arasındaki uzun süreli kan davasını anlattığı Colomba (1941) adlı eseridir. Bunun bir benzeri, Girit'te 19. yüzyılda, Sarzetakis ve Pentarakis klanları arasında yüz yıl süren ünlü çatışmadır. Merimee, bu eserinde Korsika'da evlerin kuşatmaya dayanmak için, taştan, çok sağlam, dar pencereli yapıldığını ve mutlaka derin bir su kuyusunun bulunduğunu bildirmektedir. Çağdaş edebiyat eserleri de kan davasına yer verir. Ünlü Arnavut yazar İsmail Kadare, Kırık Nisan (1978) ve Soğuk Nisan Çiçekleri (2000) romanlarında Arnavutluk'ta on yıllarca süren kan davalarını anlatır. Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti (1973) ve Yusufçuk Yusuf (1975) adlarını taşıyan Akçasaz'ın Ağaları ikilemesi, Çukurova kan davalarını irdelemektedir. Kosovalı Adem Demaçi ise, Gjarpijt e Gjakut (Kan Davasının Yılanları) adlı eserinde aynı yolu sürmektedir. Bu örnekleri yüzlerle arttırmak mümkün, ama hep aynı şey karşımıza çıkıyor: Kan davası feodalitenin değil, başka bir şeyin ürünü. İngiliz antropolog Alfred Radcliffe-Brown (1881-1955), Hint Okyanusu'ndaki Andaman Adaları, Avustralya ve diğer birçok yerdeki araştırmalarının sonucunda yayınladığı İlkel Toplumda Yapı ve İşlev (1952) adlı eserinde, özel intikamın ilkel toplumlara yapışık olduğunu gösterdi. Çünkü ilkel toplum, kendini koruyacak kamusal bir hukuk olmadığından, ayakta kalabilmek için bu yola başvurmak zorundadır. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, "İlkel Asiler: 19. ve 20. Yüzyıllardaki Toplumsal Hareketin Arkaik Biçimleri Üzerine İnceleme" (1959) adlı eserinde, Avrupa'nın geri kalmış yörelerindeki haydutluk sorununu incelerken, kan davasının ilkel dayanışmadan kaynaklandığını vurgulamaktadır. Arnavutluk'taki bir kan davası açıklayıcıdır. Yıllar önce ABD'ye göç eden Tonin Toksu, 2000'de evlenmek için ülkesine döner. Ailesi bir hafta içinde ona "uygun" kızı bulur. Düğünün ertesi günü Tonin, "bu kız bana uygun değil" der. Kız, baba evine gönderilir. Kızın aile meclisi toplanır, onurları kırılmıştır. İki ağabey Tonin'i öldürür. İki özel adaletçi kaçmaz, mahkeme onları 15'er yıla mahkûm eder. Ama temyiz mahkemesi bu töre cinayetini haklı bulur. Tonin'in ağabeyi cumhurbaşkanına başvurmak ister, terörist sayılarak tutuklanır ve hapse mahkûm olur. Bu örnek çok berrak. Kamusal hukuk ile yerel örfi hukuk(lar), ancak birincisinin izin vermesi veya başa çıkamaması halinde birarada yaşarlar ve kan davası, töre cinayeti vb. bu damardan beslenir, feodaliteyle hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim, TESEV'in Mithat Sancar, Suavi Aydın ve Eylem Ümit Atılgan imzalı iki araştırmasının sonuçlarına göre, Türkiye'de "yargının güçlünün iradesini yansıttığı" konusundaki kanaat çok yaygın, bu da özel hukukları öne çıkartan değirmene su taşıyor. Öte yandan Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen bir töre cinayeti davasının kararında, "aile olaya tepki vermeseydi toplum tarafından dışlanırdı" diyerek ve bunu gerekçe göstererek, cezaları hafifletmiş ve bu hüküm Yargıtay tarafından onaylanmıştır. Türkiye feodal bir cumhuriyet midir? Yoksa kamusal hukukunu ülkenin tamamında egemen kılmakta zorlanmakta mıdır? Kan davalarını ve töre cinayetlerini körükleyen nedenlerden biri de, bu cins olayların sıklıkla görüldüğü bölgelerin, etnik, dilsel veya dinsel olarak ana kitleden farklılaşmaları veya coğrafya koşullarının ulusal bütünleşmeyi engellemesidir. Avrupa'nın esaslı vendetta bölgelerine bakıldığında, Sicilya, Sardinya, Korsika ve Girit'in ada, Kuzey Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Karadağ ve Yunanistan'ın çok dağlık olduğu görülür, ayrıca Kuzey Arnavutluk Katolik, diğer bölgeler Müslüman'dır. Keza Güneydoğu Anadolu Kürt etnik unsurunun ağırlıklı olduğu bölgedir. Mardin'de olanların feodaliteyle hiçbir ilgisi yok. İlkel dayanışmacı aşiret yapılarını sürdürmekte olan unsurların, varlıklarını bu halleriyle sürdürebilmeleri için töreden başka dayanakları yok. O halde onları büyük toplumla bütünleştirmekte ayak sürüyen tüm siyasal iktidarlar olanlardan sorumlu.

Sadaka, iktisat öncesi toplumun işareti

Başbakan Erdoğan "sadaka kültürümüzde meşrudur" derken aslında ne söylemiş oluyor?
Doğal yaşamda, neredeyse bütün canlı türleri varlıklarını topluluk halinde sürdürürler. Bir beslenme zincirinin ardışık halkalarını meydana getiren bu canlılar açısından bireysel (birimsel) hayatlar değil, topluluğun tümden sürekliliği esastır. O halde doğal yaşamda her tür açısından hayati ilişki, türdeşlerin ve aynı topluluktan olanların katıksız dayanışmasıdır. Dayanışmanın canlı topluluklar için asli kurucu unsur olmasını bozan, insandır. Doğal yaşamda, neredeyse bütün canlı türleri varlıklarını topluluk halinde sürdürürler. Bir beslenme zincirinin ardışık halkalarını meydana getiren bu canlılar açısından bireysel (birimsel) hayatlar değil, topluluğun tümden sürekliliği esastır. O halde doğal yaşamda her tür açısından hayati ilişki, türdeşlerin ve aynı topluluktan olanların katıksız dayanışmasıdır. Dayanışmanın canlı topluluklar için asli kurucu unsur olmasını bozan, insandır. Bundan 11-10 bin yıl öncesine giden Neolitik Devrim'le bitkileri ve hayvanları evcilleştiren insan ezeli göçebeliğinin yerine yerleşikliği getirirken, aynı zamanda üretimi yani doğanın verdiğinden daha fazlasını ondan çekip almanın yöntemlerini, yani bir gün gelip iktisadın oluşacağı yolları da kurmuştur. Doğanın kendi programının dışında yer alan üretim faaliyeti, hem insanı yegâne çalışan canlı haline getirmiş hem de topluluktaki herkesin çalışmasına gerek kalmayacak miktarda yiyecek elde edilmesine olanak vermiştir. İşte bazılarının üretim yapmadan varlıklarını sürdürmelerine olanak veren bu artık-ürün, toplulukların doğal bir refleksi olan dayanışmayı siyasal ve ideolojik boyuta taşıyarak aslından uzaklaştıracaktır. Örneğin Eski Mezopotamya toplumlarında, üreticiler, tanrılara (veya onların hizmetkârları olan rahiplere) ürünlerinden pay vererek, hem onların korumasını kazanmakta hem de toplumsal dayanışmanın bir ticarete dönüşmesine yol açmaktadırlar. Tanrılara verilen bu pay, daha sonra hemen hemen bütün dinler tarafından düzenlenecek ve "sadaka" genel adı altında kavramlaştırılacaktır. Budizm'den başlamak üzere, bu dinde sadaka, çoğu Batılı gözlemcinin sandığı gibi bir hayırseverlik eylemi değildir. Bizzat din tarafından emredilen bir inanç eylemidir. Budist rahiplere verilmesi zorunlu olan sadaka, müminin kendini din karşısında önemsiz hissetmesine yol açmaktadır. Böylece Budizm'de sadaka, Budist kişinin hayırseverliğinin değil, inancının göstergesidir. Hıristiyanlık'ta da, sadakanın varlığı benzer ideolojik örüntülerin sonucudur. İsa'nın fakir öldüğünü ve tekrar dünyaya geleceğini vaaz eden Hıristiyan öğretisi, Mesih'in bu ikinci gelişinde gene fakir olacağını ve herhangi bir Hıristiyan'a konuk olabileceğini de söylemektedir. Öyleyse hiçbir Hıristiyan, kapısına gelen bir fakiri kovmamalıdır, çünkü bu İsa Mesih olabilir. Hinduizm veya Musevilik'teki mantık da aynıdır. Hinduizm'de sadaka, genelde tapınaklara (yani rahiplere) yönelik zorunlu bir bağıştır. Musevilik'te ise bizzat Tevrat'ın bir emridir. Fakirlere verilmesi zorunlu olan sadakanın miktarı dahi din tarafından belirlenmiştir ve "gönülden kopan" bir hayırseverlik değil, ardında cehennem korkusu olan ideolojik bir dayanışma koridorudur. Sadaka, bütün dinlerde çok belirgin ortak bir özelliğe sahiptir. Günahlardan arınmanın bedelidir. Kişinin serbest iradesinin, hayırseverliğinin, insan severliğinin, laik ve cumhuriyetçi yurttaş dayanışmasının sonucu olmayıp, dinin esaslı emirlerinden birinin yerine getirilmesine ilişkin bir iman tezahürüdür. Daha açıkçası, sadaka veren bir mümin hem imanının bir gereğini yerine getirmekte hem de kendi kurtuluşunu güvenceye almaktadır. Başka bir ifadeyle, sadaka veren kişinin hayırseverliği kendine yöneliktir, sadaka verdiği kişiye değil. İslamiyet'te ise tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi sadaka, Allah'ın rızasını kazanmak için verilmektedir. İslam'ın beş şartından biri olan zekât, Kuran'da ve hadislerde çoğu yerde sadaka adı altında geçmekte ve zenginliği yeterli düzeyde olanların ödemekle yükümlü oldukları bir cins oransal servet vergisi biçiminde düzenlenmektedir. Sonuç olarak, para nasıl mal ve hizmetleri satın alabiliyorsa veya mal ve hizmetlerin değerlerini ölçen araç olabiliyorsa, sadaka da müminliği, dinin emirlerine uyma derecesini ölçen bir araç olmuştur, asla bir hayırseverlik koridoru değil. 19. yüzyıla gelininceye kadar dünya nimetlerini Tanrı'nın verdiğine inanılmıştır, bunun İslamiyet'teki karşılığı rızk kavramıdır. En belirgin ifadesini fizyokratik düşüncede bulan bu görüşe göre doğa (Tanrı) cömerttir, ama bazılarına fazla, bazılarına az verir. Tanrı, sadakayı bu nedenden ötürü ve kullarını denemek için zorunlu kılmıştır. Zaten Kalvinizm de tam buraya oturmaktadır. Tanrının bazı kullarını seçtiğine inanan Kalvinistler, başarının bunun simgesi olacağını düşündükleri için var güçleriyle çalışmaktadırlar, ama bunu doğayı cimri olarak algıladıklarından değil, Tanrı'nın kendi kaderlerini nasıl belirlediğini görebilmek için yapmaktadırlar. Fakat klasik iktisat teorisi bu paradigmayı alt üst etmiş ve doğanın aslında cimri olduğunu, ondan bir şey alabilmek için emek (ve sermaye) sarfetmek gerektiğini ortaya koymuştur. Düşünce âlemindeki bu büyük dönüşüm, uyruğu yok ederek vatandaşı öne çıkaran ve cumhuriyeti bir yurttaşlar şirketi olarak inşa eden siyasal teori ve pratikle birleştiğinde, sadaka gereksiz ve arkaik bir uygulama haline gelmeye başlamıştır. Bunun karşısında devletin tüm yurttaşlara eşit uzaklıkta olma zorunluluğu paralelinde güçsüzlerin kamusal himayesi uygulaması yol almaya başlamıştır. Bu sürecin beraberinde, hayırseverlik dinin zorunlu sadaka kavrayışının dışında profan (dinle ilgisi olmayan) bir koridorda, tamamen insani nedenlerle ve Tanrı'nın rızasını kazanma gibi bir amacı olmadan, laikleşerek kurumsallaşmıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Sadaka, kültürümüzde meşrudur" derken, aslında hâlâ doğanın cömert olduğu varsayımına dayalı fatalist rızk kavramsallaştırmasının içinde yer aldığını ve sadaka kültürü aşılmadıkça gerçek yurttaşa ve gerçek hayırseverliğe ulaşılamayacağını ifade etmiş oluyor. O halde İngiliz klasik iktisatçılarını ve en başta da David Ricardo'yu okumak gerekiyor.

Fener tarih yazdı!


İspanyollar Fenerbahçe'yi konuşuyor.

Basketbolda Turkish Airlines Avrupa Ligi grup maçlarında deplasmanda Regal Barcelona’yı 69-61 yenen Fenerbahçe Ülker, İspanyol basınında beğenildi. 2008 Ocak ayından bu yana Avrupa Ligi’ndeki grup maçlarında sahasındaki yenilmezlik unvanını Fenerbahçe karşısında kaybeden ve bu sezon Avrupa Ligi’nde ilk yenilgiyi alan Barça’yı sert dille eleştiren İspanyol basınında, "Kazanmak için sadece isim yetmez" yorumları yapıldı.

Katalan spor gazetelerinden El Mundo Deportivo, "Şampiyona ilk uyarı. Bordo mavililere mesaj çok açık: Bu sezon şampiyonluğa ulaşmak çok zor olacak" yorumunda bulundu. "Barça, Fenerbahçe karşısında güçsüz ve aciz kaldı" ifadelerini kullanan El Mundo Deportivo, "Türk takımı çok iyi oynadı ve önemli dakikalarda kilit sayılar attı. 3’lük atışlarda başarı sağlayamayan Barça, sadece 2 top çalabildi. Barça, birkaç hafta önce İspanyol liginde CAI Zaragoza’ya karşı yenildi ama orada hata tamamen antrenör Pascual’ındı. Fenerbahçe karşısındaki mağlubiyet ise çok basit bir şekilde Türkler daha üstün olduğu için alındı" değerlendirmesini yaptı. Diğer Kalatan gazetesi Sport da "Layık olunan bir yenilgi" başlığı altında "Barça, Avrupa Ligi şampiyonu olduktan sonraki ilk yenilgisini aldı. Bir yenilgi belki çok fazla şey değiştirmez ama bu olay Barça’da bir dönemin sonu ve yeni başlangıç olmalı" şeklinde ifadeler kullandı. "Barça kötü başladı berbat bitirdi!" diyen Sport, "Antrenör Spahija’nın Fenerbahçe’de bir takım yaratmayı başardığını ve Barça karşısında oyunu tamamen kontrolü altında tutmasını bildiğini" vurguladı. Marca gazetesi de maçı "Barça tam takım düşüyor. Fenerbahçe, salonu istila ediyor" başlığı altında okuyucusuna duyurdu. Haberde, 13 sayı ile maçın en skorer oyuncusu olan Fenerbahçeli Ukiç’in Katalan takımının mağlubiyetinde önemli rol oynadığını ve "Türklerin çok rahat sayılar bulduğunu" yazdı. "Dahi Ukuçli Fenerbahçe, Ragal Barça’ya karşı kazanıyor" ifadesini kullanan AS gazetesi de eski Barcelonalı basketbolcu Ukiç’in "maçın ritmini değiştiren isim" olduğunu kaydetti.
İşte maçın detayları
Fenerbahçe Ülker, Euroleague'de deplasmanda karşılaştığı Regal Barcelona'yı 69-61 yenerek tarihi bir galibiyet aldı!
THY Euroleague C Grubu'ndaki 3. maçında Regal FC Barcelona ile deplasmanda karşılaşan Fenerbahçe Ülker, normal sezonda 19 maçtır yenilmeyen son şampiyonu 61-69'luk skorla devirdi.Fenerbahçe Ülker, Turkish Airlines Euroleague'de yoluna muhteşem bir galibiyetle kayıpsız devam etti. C Grubu'ndaki 3. maçında son şampiyon Regal FC Barcelona ile deplasmanda karşılaşan temsilcimiz, harika savunma yaptığı ve son periyodunda 25 sayı ürettiği zorlu mücadeleyi 61-69'luk skorla kazandı. Bu sonuçla THY Euroleague'de 3'te 3 yapan Sarı-Lacivertliler, İspanyol ekibinin 19 maçlık normal sezon galibiyet serisine de nokta koydu. C Grubu'nda oynanan diğer karşılaşmada ise Türk antrenör Erman Kunter'in çalıştırdığı Cholet Basket, Fransa'da konuk ettiği Lietuvos Rytas'ı 73-69 mağlup etti.
Karşılaşmanın açılış basketini kaydeden Pete Mickeal, Fenerbahçe Ülker'den Marko Tomas'ın yaptığı tiple skoru eşitlemesinin ardından bir de üçlük isabeti buldu. Ömer Onan'ın başarılı atışıyla durum 5-4 olduktan sonra Erazem Lorbek ve Roko Ukic'ten karşılıklı turnikeler geldi. Temsilcimiz, Gasper Vidmar'ın sayılarıyla öne 7-8 öne geçse de Juan Carlos Navarro hemen yanıt verdi. Fakat Roko Ukic'in art arda basketleriyle Sarı-Lacivertliler ilk 5 dakikayı 9-12 üstün geride bıraktı. Regal FC Barcelona, televizyon molasının ardından Pete Mickeal'in orta mesafeli isabetiyle farkı 1'e indirdi. Fenerbahçe Ülker ise hücum ribaundlarındaki etkinliği sayesinde yakaladığı fırsatları değerlendirememesine rağmen Gasper Vidmar'ın smacıyla periyodun son 2 dakikasına 11-14 önde girdi. Fran Vazquez'in smacına engel olamayan temsilcimiz, oldukça iyi savunma yaptığı ilk çeyreği 13-14 önde tamamladı.Lynn Greer'ın ikinci periyodun başında attığı basket ve Mirsad Türkcan'a yaptığı asist farkı 5'e yükseltti. Juan Carlos Navarro ve Oğuz Savaş'ın karşılıklı serbest atışlarının ardından Terence Morris'in üçlüğü durumu 18-20 yaptı. Rakibine Emir Preldzic ile cevap veren Fenerbahçe Ülker, Oğuz Savaş'ın turnikesiyle farkı 6'ya çıkardı. Temsilcimiz, ev sahibini arka arkaya top kayıplarına zorlarken yakaladığı seriyi Lynn Greer'ın üçlüğüyle 7-0'a taşıdı. Regal FC Barcelona aldığı moladan Victor Sada'nın üst üste basketleriyle dönerek 16. dakikaya girilirken skoru 22-27'ye getirdi. Juan Carlos Navarro'nun farkı 3'e düşürmesi üzerine Sarı-Lacivertlilerin baş antrenörü Neven Spahija mola istedi. İspanyol ekibinin 6-0'lık serisini mola sonrası Marko Tomas'ın turnikesi ile noktalayan Fenerbahçe Ülker'e Erazem Lorbek'ten karşılık geldi ve devrenin son 2 dakikasına 26-29'luk skorla girildi. Marko Tomas'ın sayıya çevirdiği serbest atışlar ve Pete Mickeal'in basketiyle fark korunurken kalçasından sakatlanan Roko Ukic kenara alındı. Temsilcimiz, Darjus Lavrinovic'in tek sayısıyla ilk yarıyı 28-32 önde kapattı.Üçüncü periyot Gasper Vidmar'ın isabetli serbest atışlarıyla start aldı. Ardından Fran Vazquez, Juan Carlos Navarro'nun akıl dolu pasını smaçla bitirdi. Pete Mickeal'in başarılı atışıyla skoru 32-34'e getiren Regal FC Barcelona savunma sertliğini de arttırdı. Fakat hafif sakatlığını atlatıp ikinci yarıda oyuna dönen Roko Ukic farkın kapanmasına izin vermedi. Juan Carlos Navarro'nun zor pozisyondaki turnikesiyle durum 34-37 olduktan sonra Pete Mickeal farkı 1'e indirdi. Bu bölümde her iki takımın da dış atışlarda düşük yüzdede kalması dikkat çekti. Darjus Lavrinovic ve Juan Carlos Navarro'nun karşılıklı sayılarının ardından ev sahibi Jaka Lakovic'in turnikesiyle uzun süre sonra 28. dakikada 40-39 öne geçti. Sloven yıldızını üçlüğü ise temsilcimize mola aldırdı. Fenerbahçe Ülker, Emir Preldzic'in son saniyedeki üç sayılık isabetine rağmen final periyoduna 45-44 geride girdi.Jaka Lakovic son çeyreğe de basketle başlarken Tarence Kinsey'nin yanıtı gecikmedi. Mirsad Türkcan'ın üçlüğüyle üstünlüğü yeniden ele alan Sarı-Lacivertliler, yine Lakovic'in isabetine Emir Preldzic'in üçlüğüyle cevaplayarak skoru 49-52'ye getirdi. Ancak periyodun 3. dakikası geride kalırken temsilcimizin faul hakkı doldu ve Pete Mickeal serbest atışlarla farkı 1'e indirdi. Fenerbahçe Ülker rakibine Lynn Greer ile hemen karşılık verip durumu 51-54 yaptıktan sonra Erazem Lorbek'in art arda sayılarına engel olamayınca 37. dakikaya girilirken 1 sayı geriye düştü. Ardından Roko Ukic, İspanyol ekibinin 4. takım faulünde kazanılan 3 serbest atışta da isabet bularak takımını tekrar öne taşıdı. Marko Tomas'ın üçlüğüyle skor üretmeye devam eden temsilcimizde Roko Ukic'in basketi ise durumu 57-62 yaptı. Sarı-Lacivertliler, rakibin kritik hücumlarını başarıyla savunurken Marko Tomas da turnikeyle 5 sayılık farkı koruyunca Regal FC Barcelona bitime 1 dakika 22 saniye kala mola aldı. Rakibine mola sonrası kullandığı iki hücumda sayı şansı vermeyip serbest atışlarla sayı bulmaya devam eden Fenerbahçe Ülker'de Ömer Onan maça noktayı koydu: 61-69.
SALON: Palau BlaugranaHAKEMLER: Ilija Belosevic (Sırbistan), Fernando Rocha (Portekiz), Eddie Viator (Fransa)REGAL FC BARCELONA (61): Victor Sada 4 (4 ribaund), Ricky Rubio, Jaka Lakovic 11 (2 ribaund- 2 asist), Juan Carlos Navarro 12 (4 ribaund- 2 asist), Kosta Perovic (1 ribaund), Fran Vazquez 4 (7 ribaund), Boniface Ndong, Terence Morris 3 (6 ribaund), Erazem Lorbek 10 (5 ribaund- 1 asist), Pete Mickeal 17 (4 ribaund- 2 asist), Roger GrimauFENERBAHÇE ÜLKER (69): Roko Ukic 13 (6 ribaund- 2 asist), Mirsad Türkcan 6 (5 ribaund), Ömer Onan 6 (2 ribaund), Lynn Greer 7 (1 ribaund- 4 asist), Darjus Lavrinovic 3 (6 ribaund- 1 asist), Gasper Vidmar 6 (4 ribaund), Oğuz Savaş 6 (2 ribaund), Tarence Kinsey 2 (1 ribaund), Marko Tomas 12 (6 ribaund- 1 asist), Emir Preldzic 8 (1 ribaund- 1 asist)1. PERİYOT: 13-142. PERİYOT: 15-183. PERİYOT: 17-124. PERİYOT: 16-25

F.Bahçe Barça'yı aciz bıraktı

El Mundo Deportivo, “Fenerbahçe Ülker karşısında güçsüz ve aciz kaldılar” derken Sport, “Layık olunan bir yenilgi” yorumunu yaptı.
BASKETBOLDA son Euroleague şampiyonu Regal Barcelona’yı kendi sahasında deviren Fenerbahçe Ülker, İspanya’yı adeta salladı. Ocak 2008’den bu yana süre gelen Avrupa Ligi grup maçlarında sahasındaki yenilmezlik unvanını F.Bahçe Ülker karşısında kaybeden Barcelona ağır eleştire hedef olurken F.Bahçe Ülker göklere çıkarıldı. İşte İspanyol basınının yorumları...Şampiyona ilk uyarı- El Mundo Deportivo: Şampiyona ilk uyarı. Bordo mavililere mesaj çok açık: Bu sezon şampiyonluğa ulaşmak çok zor olacak. Barça, F.Bahçe karşısında güçsüz ve aciz kaldı. Türkler daha üstündü.Layık olunan yenilgi- Sport: Layık olunan bir yenilgi. Barça, Avrupa Ligi şampiyonu olduktan sonraki ilk yenilgisini aldı. Bir yenilgi belki çok fazla şey değiştirmez ama bu olay Barça’da bir dönemin sonu ve yeni başlangıç olmalı.Fenerbahçe istilası- Marca: Barça tam takım düşüyor. Fenerbahçe, salonu istila ediyor. 13 sayı atan Ukiç, Katalan takımının mağlubiyetinde başrolü oynadı. Türkler çok rahat sayılar buldu.Dahi Ukiç kazandırdı- As: Dahi Ukiç’li Fenerbahçe, Regal Barça’ya karşı kazanıyor. Çok iyi oynadı. Maçın ritmini değiştirdi ve Barcelona’ya ağır bir darbe indirdi.
BARCELONA ZAFERİ İÇİN NE DEDİLER?
Semih ÖZSOY (F.Bahçe Basketbol Şube Sorumlusu)
Hedefimiz Final Four
Her branşta yapılanma sürecini tamamladık. Başkanımızın dediği gibi hedefimiz Final Four. Siena maçı daha da önemli. Taraftarımızla birlikte bütünleşip bu maçı kazanmalıyız. Antrenörümüz Spahija kendini kanıtlamış çok iyi bir koç.
Aydın ÖRS (F.Bahçe Ülker Genel Direktörü)
Kaybetsek yazık olurdu
SPAHİJA ve oyuncularla bu maça çok iyi hazırlandık. Kaybetseydik çok yazık olacaktı. Geçen yılın Avrupa şampiyonunu 61 sayıda tutabilmek çok önemli. Bu takımın neler yapabileceğini gösterdik. Siena maçı büyük önem kazandı.
Ömer ONAN (F.Bahçe Ülker takım kaptanı)
Bakış açısı değişti
THY Avrupa Ligi’nin en iyi takımını iyi bir oyunla geçerek kazandık. Ne kadar ciddi bir takım olduğumuzu herkese gösterdik. Ciddi takımlar statüsüne girdiğiniz zaman hakemlerin de size bakış açısı değişiyor.

Yandaş TRT davalık!

Referandum sürecinde yaptıkları taraflı habercilik nedeniyle TRT’nin üç yöneticisi hakkında dava açıldı.

TRT uzun süredir AKP’nin arka bahçesi haline geldiği ve yandaş medyaya dönüştüğü gerekçesiyle eleştirilirken referandum sürecinde yaptığı taraflı yayınlar yüzünden mahkemelik oldu.

TRT 1 Koordinatörü Bülent Ata, TRT Haber Koordinatörü Ali Ahmet Böken ve TRT 6 Koordinatörü Fethullah Kırşan hakkında, halk oylaması sürecindeki yayınlarda, ağırlıklı olarak Anayasa değişikliğinin lehindeki görüşlere yer vererek, görevlerini kötüye kullandıkları iddiasıyla dava açıldı.

“Programlar incelendi; taraflısın!”
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu Savcısı Nadi Türkaslan'ın, CHP ile CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk'ün suç duyurularının ardından yürüttüğü soruşturma sonucu hazırladığı iddianame, gönderildiği asliye ceza mahkemesince kabul edildi.

İddianamede, soruşturma sürecinde şüphelilerin ve avukatlarının, yayınlarda tüm görüşlere eşit davranılıp davranılmadığının belirlenmesi için sadece şikayet konusu programların değil, TRT'deki tüm kanallarda referanduma yönelik tüm programların değerlendirilmesi gerektiğini savundukları belirtildi.

Bu savunmanın yerinde görülmesi üzerine sadece şikâyetçilerin yakındığı, belirli tarihlerdeki “Medya Müfettişi”, “Haber Tadında”, “Enine Boyuna” ve “Şem u Yekşem” programı ile haber programlarının değil, referanduma ilişkin tüm programların değerlendirildiği, tüm bu yayınların bantlarının TRT'den istendiği, gönderilen bantlar ile şikâyetçilerce kanıt olarak sunulan yayın örnekleri üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırıldığı anlatılan iddianamede, şunlar kaydedildi:

“Bilirkişi incelemesine göre, TRT Haber kanalının çeşitli tartışma programlarında, gerek sunucuların, gerekse konukların ağırlıklı olarak aynı görüşü destekledikleri, karşıt görüşün temsilinin ise sınırlı kaldığı; TRT 1 ve TRT Haber kanallarında yayınlanan 'Halk Neyi Oylayacak?' ve '12 Eylül Referandum' programlarında, bu değişikliğin lehindeki açıklamalara ve lehindeki görüşlere sahip kişilerin yorumlarına yer verildiği, bu programlarda halkoyuna sunulan değişikliğin olumlu olarak yansıtıldığı ve bu değişikliği destekleyen kişilerin yorumlarına ve söyleşilerine yer verildiği; TRT 6 yayınlarının röportaj ve tartışma programı olarak iki grupta yer aldığı, her ne kadar röportaj programlarında ağırlıklı olarak belli bir görüş yansıtılmışsa da röportaja katılan kişinin hangi yönde görüş belirteceği bilinemediğinden bu durumun ihlal olarak kabul edilmediği ancak tartışma programlarında ağırlıklı olarak Anayasa değişikliğinin lehindeki görüşlerine yer verildiği belirlenmiştir.”

“Tarafsızlık ilkesi çiğnenmiştir”
İddianamede, üç kanalın incelenen yayınlarının Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Yasası'nın, “TRT'nin tek yönlü, taraf tutan yayın yapmamasını ve bir siyasi partinin, grubun, çıkar çevresinin, inanç veya düşüncenin menfaatlerine alet olmamasını” düzenleyen 5'inci, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Yasa'nın, “seçim dönemlerinde yayınların, Yüksek Seçim Kurulunca (YSK) düzenleneceğine” ilişkin 27'nci ve YSK'nın “radyo ve televizyonların Anayasa değişikliğiyle ilgili olarak tek yönlü, taraf tutan yayınlar yapamayacaklarına ve görüşler arasında fırsat eşitliği sağlayacaklarına ilişkin” 31 Mayıs 2010 tarihli ve 353 sayılı kararına aykırılık teşkil ettiği kaydedildi.

Bu nedenle Ata, Böken ve Kırşan'ın, “görevi kötüye kullanmak” suçlamasıyla 1'er yıldan 3'er yıla kadar hapis cezasına çarptırılmaları istendi.

TRT Haber, TRT 1 ve TRT 6 dışındakiler “temiz”
Bu arada, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, TRT Televizyon Daire Başkanı Nimet Ersin ile Haber ve Spor Yayınları Dairesi Başkanı Ahmet Çavuşoğlu hakkında, aynı soruşturma kapsamında ek kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildi.

Kararda, TRT'nin referanduma yönelik tüm programları üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırıldığı, incelemeye göre TRT Haber, TRT 1 ve TRT 6 dışındaki kanallardaki yayınlarda Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Yasası, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Yasa ile YSK'nın 353 sayılı kararına aykırılığın söz konusu olmadığının ve yayınlarda referanduma ilişkin her iki görüşe eşit oranda yer verildiğinin belirlendiği ifade edildi.

Bu nedenle, Çavuşoğlu hakkında, “yayınlarda ihlali bulunmadığından”, Ersin hakkında, “görevi itibarıyla yayımlanan programlarla ilgisi olmadığından, Şahin hakkında ise ihlalin gerçekleştiği programlarda ihlalin gerçekleşmesine iştirak etmediğinden ya da bu şekilde yayın yapılmasına azmettirmediğinden” takipsizlik kararı verildiği bildirildi.

İşte AKP'nin TRT kadrosu!

Son zamanlarda kuruma atanan yeni isimlere bakınca TRT'nin devletin özerk bir kurumu mu yoksa AKP'nin yandaş medyası mı olduğu sorusu akıllara geliyor;

- Ahmet Böken: Samanyolu Haber TV genel yayın yönetmeni iken TRT'ye transfer edildi.

- Mehmet Bilal Çolak: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş Müdürü'yken TRT'ye transfer edildi.

- Şakir Özbek: Büyükşehir Belediyesi 1.Hukuk Müşaviri'ydi, TRT'nin İstanbul Müdürü olarak atandı. Ayrıca 2007 seçimlerinde AKP'nin Tokat'ta milletvekili adaylarından biriydi.

- Bertan Golal, Özcan Keser: Cihan Haber Ajansı'ndan İstanbul Haber Müdürlüğü'nde editör olarak transfer edildiler.

- Ahmet Torun, Cavit Atasever: Samanyolu TV'den TRT Ankara'nın Merkez Haberler Müdürlüğü'ne getirildiler.

Bir liste de Euronews'a ortak olan TRT'nin transfer ettiği gazeteciler... Onlar da tabii ki ağırlıklı olarak Cemaat kökenli...

- Yasin Tuncer: Zaman gazetesinde spor muhabiriydi.

- Faruk Can: Gazeteciliğe Today's Zaman gazetesinde başladı.

- Mustafa Bağ: Cihan Haber Ajansı Kudüs temsilciliği görevi yaptı.

- Ali Çimen: Zaman gazetesinde dış haberler, haber merkezi ve magazin servislerinde çalıştıktan sonra, gazetenin Almanya ve Hollanda merkezlerinde görev yaptı. Çimen, Zaman ve Today's Zaman adına bir süre Londra'da çalıştı.

- Bahtiyar Küçük: Zaman gazetesinde diplomasi muhabirliği yaptı. Samanyolu Haber TV'de 'Diplomatik Misyon' programını hazırladı.

- Zeki Saatçi: 1997'de Samanyolu TV'de çalışmaya başladı. CHA'da yöneticilik yaptı.

- İlker Özyaşar: TMSF döneminde Kral TV'de yöneticilik yaptı.

- Yalçın Ademoğlu: İbrahim Şahin döneminde TRT-Türk'te çalıştı.

- Özgür Zentürk: 2008'de AKP MKYK üyesi Ayşe Böhürler'in eşi Fatih Böhürler ile 'Telerandum' şirketini kurdu.

Rumenler: Komünizm daha iyiydi

Romanya’da anti-komünist kurum tarafından yapılan anket, halkın büyük çoğunluğunun komünizm dönemindeki hayatın, kapitalizm dönemindeki hayattan daha iyi olduğunu düşündüğünü ortaya koydu. Araştırmalar, orta ve doğu Avrupa halklarının komünizme özlem duyduğunu ve özlemin giderek arttığını gösteriyor.

Avrupa Birliği üyesi Romanya’da yapılan bir anket, halkın komünizmi kapitalizme yeğlediğini ortaya koydu. Ankete katılanların yüzde 60’ı, komünizmi ilkesel olarak, “iyi bir fikir” diye niteleyerek sahiplendiklerini söylediler. Komünizmin daha iyi olduğunu düşünenler, kapitalizmin daha iyi olduğunu düşünenlerin iki katından daha fazla.

Üstelik araştırma, tamamen komünizme karşı mücadele etmek için kurulmuş bir kurum, Komünizm Suçları ve Rumen Sürgünlerinin Hafızası Araştırmaları Enstitüsü (IICMER) tarafından finanse edildi.

Araştırma, 4 sene önce yapılan benzer bir araştırmaya göre ülkede komünizme dönük özlemde gözle görülür artış olduğunu ortaya koydu.

Araştırma, Rumen araştırma kuruluşu CSOP tarafından 27 Ağustos-2 Eylül 2010 arasında 15 yaşından büyük 1133 kişiyle evlerde yüzyüze yapıldı. Araştırmanın hata payı yüzde 2,9 olarak belirlendi.

Araştırmaya göre yüzde 49 Nikolay Çavuşesku döneminde komünist partisi liderliğindeki yönetimin daha iyi olduğunu savunurken, sadece yüzde 23’ü kapitalizm altındaki yaşamın eskiye göre daha iyi olduğunu düşünüyor.

Niye komünizm daha iyi?
Ankete göre komünizmin yeğlenmesinin temel sebebi ekonomik. Katılımcıların yüzde 62’si iş güvencesini, yüzde 26’sı insanca yaşam koşullarını ve yüzde 19’u herkesin evi ve barınma hakkı olmasını gerekçe gösterdi.

Komünizmin “halka karşı suçları”
Araştırmayı finanse eden IICMER, komünizmin halka karşı suçlar işlediği ve komünizm döneminde sürekli eziyet edilen insanların kan ağladığı propagandasını yapmak üzere kurulmuş bir kurum. IICMER, insanları “komünizmin suçları” konusunda “eğitiyor”.

Hani nerde “eziyet”?
Ancak araştırmanın sonuçları, IICMER ve tüm komünizm karşıtı propagandacıların çabalarının pek meyve vermediğini ortaya serdi. Ankete katılanların yalnızca yüzde 6’sı kişisel olarak bir eziyet gördüğünü söyledi. Yüzde 7’si ise kendisine bir şey olmadığını, ancak “bir yakınına olduğunu” ifade etti. Eziyet gördüğünü söyleyen kişilerin çoğu, bunun sebebi olarak daha önce sahip oldukları mülkiyetin kamulaştırılmasını gösterdi. Komünizme dair kötü hatıraları olduğunu söyleyen tüm katılımcıların ise sadece yüzde 6’sı kendilerinin ya da ailelerinden birinin gözaltına alındığını belirtti.

Anketler nasıl yalan söyler?
Böylesi sonuçların çıktığı bir araştırmayı, anti-komünist IICMER’in hasıraltı edemeden yayınlamak zorunda kalması manidar. Ancak IICMER, anket sonuçlarını çarpıtma konusunda girişimde bulunmayı da ihmal etmedi.

Anketteki yönlendirici sorulardan birisinde, ankete katılanların yüzde 41’i komünizmin suçlu bir rejim olduğu argümanına, yüzde 42’si ise gayrımeşru bir rejim olduğu argümanına katıldıklarını söylediler. IICMER de anketi sunarken, bu istatistiği öne çıkardı. Ancak ankete katılanların sadece yüzde 27’si komünizme ilkesel olarak karşı olduklarını belirttiler. Belli bir görüş bildirenlerin çoğu, 1989 öncesi rejimde komünistlerin, komünizmi daha iyi bir biçimde yerleştirmeyi başaramadıklarını düşünüyor. Yüzde 14 ise komünizmin iyi olduğunu ve Romanya’da en iyi biçimde yaşatıldığını savunuyor.

“Daha iyisi olabilirdi, ama kapitalizmden iyidir”
Anketin sonuçlarının tümü incelendiğinde, Rumen halkının büyük çoğunluğunun Romanya Komünist Partisi’nin birtakım hatalar yaptığını, ancak parti eliyle kurulan sistemin, eksiklerine rağmen kapitalizmden daha iyi olduğunu düşündükleri görülüyor.

Komünizmin başarıları
Romanya'da 1945'te komünizm iktidara gelmeden önce nüfusun büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu ve hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamıyordu. Kırsal kesimde yalnızca egemenler sağlık hizmetinden ve elektrikten yararlanabiliyordu. Sağlık hizmetinin durumu o kadar vahimdi ki, bebek ölüm oranında Avrupa'nın en kötülerinden olan Romanya'da ortalama ömür beklentisi 40 yaşın altındaydı.

Romanya'da İkinci Dünya Savaşı yıllarında iktidarda olan faşistlerin, ülkedeki Yahudi ve çingene nüfusun büyük kısmını gaz odalarına göndermesi de ülkeye damgasını vurmuştu. Bu yıllar boyunca ve öncesinde yasadışı faaliyet yürüten ve savaş sırasında direnişte büyük bir mücadele sergileyerek çok militanını kaybeden Romanya komünist hareketi, savaş sonrasında halkın büyük desteğine sahip olmasına rağmen birkaç bin militana ancak sahipti. Bu kadrosuzluğa rağmen, Rumen halkının komünistlere duyduğu güven ve heyecan, yeni bir ülkenin kurulmasını sağladı.

Komünistler kısa sürede okuma yazma bilmemezliği bitirdi, herkese sağlık hizmeti sağlandı, ve IICMER'in anketinin de ortaya koyduğu gibi insanca yaşam koşulları ve herkese istihdam sağladı.

Çavuşesku'ya saygı sürüyor
Ancak Romanyalı komünistler, ülkeyi kalkındırma hamlesinde 70'li yıllarda batıdan satın aldıkları pahalı sanayi gereçleri nedeniyle büyük bir dış borç yükünün altına girdiler. Batılı ülkelerin Romanya'dan ithalatlarını artırmaları hesaplanıyordu, ancak strateji tutmadı. Ülke bir dış borç krizine girdi. 1989'da ülkenin lideri Nikolay Çavuşesku ve karısı Elena, bir karşıdevrimci komployla kurşuna dizildiler.

Çavuşesku 30 yıl önce kurşuna dizilmiş olsa da, bugünlerde Rumen halkının gözünde saygın yerini koruyor. CSOP'un araştırmasına göre ankete katılanların sadece yüzde 15'i Çavuşesku'nun "kötü bir lider" olduğunu söyledi. Yüzde 25 ise Çavuşesku'nun liderliğinin açıkça ülke için iyi olduğunu savundu.

Doğu Avrupa halkları komünizmi özlüyor
Romanya'daki tablo, bu ülkeye özgü değil. Orta ve Doğu Avrupa halklarında gözle görülür bir komünizm özlemi sürüyor. ABD araştırma şirketi Pew'in yaptığı araştırmalara göre, bu ülkelerde kapitalizm altındaki yaşamın komünizm altındaki yaşama göre daha kötü olduğunu düşünenlerin oranları şöyle:

Polonya: 35%

Çek Cumhuriyeti: 39%

Slovakya: 42%

Litvanya: 42%

Rusya: 45%

Bulgaristan: 62%

Ukrayna: 62%

Macaristan: 72%

Gidişat da komünizmi tercih edenlerin giderek arttığını gösteriyor. Romanya'da 2006'da yapılan araştırmada komünizmi tercih edenlerin oranı yüzde 53 idi. Komünizme destek, son dört senede yüzde 61'e çıktı.