30 Ağustos 2010 Pazartesi

İran’da kırbaç yedi ABD’de yıldız oldu


ABD’nin Las Vegas kentinde geçen hafta düzenlenen Kainat Güzellik Yarışması’nın mayolarını tasarlayan Tala Raassi (27), İran’da yaşadığı korkunç yılları anlattı.
İngiliz The Sunday Times gazetesine konuşan Raassi İran’da yaşarken 16’ıncı doğum günü sırasında mini etek giydiği için İslam yasalarını ihlal etmekten tutuklandığını ve kırbaçlandığını söyledi. Kırk kırbaç cezasına çarptırılan Raassi, “Kırbaçlanmam yaklaşık iki-üç dakika sürdü ama bana bir yıl gibi geldi” dedi. 18 yaşındayken Amerika’ya taşınan Raassi, istediğini giyme özgürlüğü olan kadınları görünce tasarımcı olmaya karar verdiğini anlattı.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Hani kuyruklar komünizmin icadıydı?

“Komünizmde her şey için beklenen kuyruklar”, Soğuk Savaş’tan beridir kapitalistlerce pek dile dolanırdı. Oysa araştırmalar, bu propagandanın da yalan olduğunu ortaya koydu.
Soğuk Savaş yıllarından itibaren kapitalistlerin komünizmi “aşağılamak” için kullandıkları iddialardan birisi, komünizmde her şey için muazzam uzunlukta kuyruklarda beklemek zorunluluğu olduğu idi. Ancak gerçekler, kapitalizmin bu bahiste eski Sovyet ülkesini ne hale getirdiğini ortaya koyuyor. Rusya’da Nextep piyasa araştırmaları şirketinin yaptığı araştırmaya göre, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin üzerinden tam 20 sene geçmesinin ardından Rusya’da insanlar, günde ortalama 27 dakikalarını sırada bekleyerek geçiriyorlar.
Rusya, sıra bekleme konusunda Avrupa’daki en kötü ülke. En fazla sıra bekleyen ülkeler listesinde Rusya’yı İtalya takip ediyor. İtalyanlar günde 14 dakikalarını sıra bekleyerek geçiriyorlar.
Araştırmada insanların manavlar, bankalar, postaneler, eczaneler, fast food restoranları, otobüs durakları ve tren istasyonlarında bekleme süreleri göz önünde bulundurulmuş.
Avrupa’da ortalama günlük bekleme süresi, 2008 yılından bu yana ikiye katlanarak 10 dakikaya çıkmış.

KPSS skandalı şimdi kanıtlandı

300'ü aşkın kişinin 120'de 120 net yaptığı KPSS'nin şampiyonlarının en az 20'sinin aynı evde yaşayan evli çiftler, kardeşler veya arkadaşlar olduğu anlaşıldı.

Devlet memuru olmak isteyen 800 bin adayın ter döktüğü Kamu Personeli Seçme Sınavı’nda (KPSS) soru veya yanıtların sızdığı iddiası, ‘güçleniyor.’ Radikal'in haberine göre, ‘KPSS şampiyonları’ndan (120 sorulu sınavda 110 ve üzeri net yapanların) en az 20’si, aynı evde yaşayan evli çiftler, kardeşler veya ev arkadaşları.
KPSS’de geçen yıl 120 sorunun tamamını yapan kimse olmamıştı. Bu yıl ise aynı sınavda 300’ü aşkın kişi 120 soruda 120 net doğru yapması, bu kişilerden bir kısmının aynı evde yaşaması, ‘Zordu’ denilen sınavda ortalama doğru sayısının ise 61’de kalması ‘cevap anahtarı bazı evlere servis mi edildi’ kuşkusu yarattı.
Aynı evlerden bu kadar başarılı adayların çıkmasının tesadüf olamayacağını savunan mağdur adaylar, “Kimlik numaraları ve sonuç belgeleri internette çarşaf çarşaf yayımlanan başarılı adaylar neden seslerini çıkarmıyor, neden köşe bucak kaçıyor. Onların suskun kalması bizim iddialarımızı iyice güçlendiriyor” diyor.
İŞTE BAŞARILI HANEHALKLARIAynı adreste yaşayan en az 10 çift, kardeş ya da akraba, sınavda şampiyon oldu. İzmir’den N.B ve H.B, Sakarya’dan L.Ç ve S.Ç, Kayseri’den R.Y ve Z.Y, Ankara’dan N.S ve A.S, Malatya’dan E.Ö ve A.Ö, yine Malatya’dan R.N ve B.K, Ankara’dan H.A ve S.A, Kahramanmaraş’tan B.G ve İ.G, Afyonkarahisar’dan S.A ve H.A, İzmir’den M.S ve M.S’nin sınavda gösterdiği başarılar aynı.
İkili gruplar halinde aynı evde yaşadığı tespit edilen adayların bazılarının eş, bazılarının kardeş, bazılarınınsa arkadaş olduğu belirtiliyor.
İsmi geçen adaylardan bazıları, tüm soruları doğru yanıtlarken, bazılarının birer, ikişer yanlış yaptığı görülüyor.
Resmi kaynaklara göre Ankara’dan N.S ve A.S, Malatya’dan R.Y ve Z.Y, İzmir’den H.B ve N.B, Sakarya’dan L.Ç ve S.Ç, Malatya’dan R.N ve B.K eğitim bilimleri testinde 120’de 120 net yaptı. İkili olarak bu adayların ikametgâh adresleri de puanları gibi aynı.
Ankara’dan H.A ve S.A’nın her ikisinin de 119 doğruya karşılık sadece bir yanlışı var. Eğitim bilimlerinde 117 doğru yapan E.Ö ile Malatya’da aynı evde yaşayan A.Ö aynı testte 111 doğru çıkarmayı başarmış görünüyor. İzmir’de M.S ve M.S çiftlerinin puanları da sırasıyla 113 ve 116 doğru çıkarmayı başarmış görünüyor.
Çiftlerin yanı sıra aynı evden kardeşler de başarılarıyla dikkat çekiyor. Afyonkarahisar’da aynı hanehalkından S.A ile H.A’nın her ikisi de sonuç belgelerine göre, Genel Yetenek testinde 56 doğru çıkarmayı başarmış görünüyor. Genel Kültür testinde ise adaylardan S.A 46, H.A ise 47 doğru yapmış. S.A eğitim bilimleri testinde de 120’de 120 net yapmayı başarmış görünüyor. Bu kişilere ek olarak bazı şampiyonların da aynı ilçelerde birbirine yakın mahallelerde yaşadığı görülüyor.
Eğitimciler ve bazı siyasi parti vekilleri, aynı evden ‘tam puan’ çıkmasının ‘soruların önceden alınmış olduğu’ yönündeki iddialara adeta kanıt teşkil ettiğini öne sürüyor. ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan’ın bu kadar çok sayıda ‘çift’in birlikte tam puan yapmasına nasıl bir açıklama getireceği merak ediliyor.

TRT, Tezel'le çekimden 'tarafsızlık' yüzünden vazgeçmiş

Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), Ali Tezel röportajının, "tarafsızlık ilkesi" nedeniyle yapılmadığını, şarkıcı Zeynep Mansur’un kıyafetine ise sansür uygulanmadığını açıkladı.
Sosyal Güvenlik Uzmanı Ali Tezel kendisiyle röportaj yapmaya gelen TRT ekibinin anayasa değişikliğine ilişkin olumsuz görüşü nedeniyle çekim yapmaktan vazgeçtiğini açıklamıştı. Tezel'in iddiası üzerine TRT'den açıklama geldi.
Açıklamada şöyle denildi:
"TRT program yapımcıları, ısrarla kendilerinin haber değil, program yaptıklarını ve bu programında bir formatı olduğunu söyleseler de Ali Tezel ile ancak çekim anında görüşebilmişlerdir. Kendisine programın formatı anlatılmış ve bu programın kamu yayın ilkelerine göre yapıldığı, yoruma yer verilmediği belirtilmiştir.
Tezel ise bu formatın kendisi için uygun olmadığını belirterek, istediği gibi yorum yapmak, konuşmak istemiştir. Program yapımcıları da kendisine teşekkür ederek, yayın formatında bu tür kişisel yorumların uygun olmayacağını söyleyerek çekimden vazgeçmiştir. Tarafsız yayın ilkesiyle hareket eden ve halkın güvenini her daim kazanmış TRT, yayına çıkardığı hiçbir yorumcuya, ilkeleri dışında yayın yaptırmaz.
TRT, bazı basın yayın organlarının iddia ettiği gibi yanlı program değil, tarafsız yayın için çekimden vazgeçmiştir. TRT ekranları, hiç kimsenin şahsiduygularına alet olmayacak kadar korunaklı yapılardır."Tezel: "Değişiklik işçilerin aleyhine olacak dedim, gittiler"Tezel, 12 Eylül günü halk oyuna sunulacak olan anayasa değişikliğinde yer alan “işçilerin birden fazla sendikaya üye olabilmesine” olanak sağlayan maddeyle ile ilgili kendisiyle röportaj yapmaya gelen TRT ekibine, maddenin işçilerin aleyhinde olacağını söylediğini bunun üzerine ekibin çekimden vazgeçtiğini söylemişti."Çeyiz programına uygun olmayan kıyafette ısrar etti"TRT açıklamasında şarkıcı Zeynep Mansur’un kıyafetine ise sansür uygulanmadığı iddiasına da yanıt verildi.
Açıklamada Mansur'un "Çeyiz Şov" adlı programa davet edildiği kaydedildi. "Çeyiz Şov" TRT’nin iç değil, dış yapımı olduğu belirtilerek, "Bazı gazetelerde yer alan ’Zeynep Mansur’a TRT sansürü’ haberlerinin en büyük yanlışı, Mansur’un yayın kararını TRT yetkilileri değil, dış yapımlar vermiştir" denildi.
Zeynep Mansur’a, "Çeyiz Şov"a davet edilirken, bu programın Türkiye ve Türk cumhuriyetlerindeki çeyiz kültürünü anlatan bir aile programı olduğununbildirildiği, kendisine daha çok geleneksel tarzda giyinmesi yönünde tavsiyede bulunulduğu ifade edilen açıklamada, şu görüşlere yer verildi:"Programın dekoru, yarışmacıları, arşiv görüntüleri, tamamen geleneksel çeyiz kültürümüz üzerine inşa edilmişken Zeynep Mansur ısrarla, yayın formatına uymayan kıyafet giymek istemiştir. Program yapımcıları da karşılaştıkları ısrar üzerine Mansur’u yayına çıkartmamışlardır.
Mansur, Çeyiz Şov’da giymek istediği kıyafeti TRT’nin diğer yayınlarında kullanabilir ve geçmişte de kullanmıştır. Dış yapım olan bir programın yayınbütünlüğü için yaptığı tercihten art niyetli ’sansür yorumları’ yapılmamalıdır.
"TRT, şarkıcıların kaprisleriyle değil ilkeleriyle yayınları hazırlamaktadır"TRT’de yasak olan tek şey ’yasak’ sözcüğüdür. TRT yasaklarla değil, hukukla, ilkelerle yönetilmektedir. TRT’ye ’sansürcü’ diyenler, her şeyden önce13 TRT kanalının birini bir kaç dakika izlemelidirler.
Yasakları yasaklamış TRT, şarkıcıların şahsi kaprisleriyle değil, ilkeleriyle en güzel, en güvenilir yayınları hazırlamaktadır."

Bu Ramazan da böyle geçiyor

İftar çadırında, türbelerde "evet kampanyası", iftara gidip hastasına bakmayan doktorlar, içki içtiği diye adam döven "dindarlar", iş adamlarının sponsoruyla açtıkları çadırlarda halkı tüketime çağıran belediyeler, hocaları yarıştıran kanallar... Referandum gündeminde bu yıl da Ramazan böyle geçiyor.
AKP iktadarıyla artan gericilik bu Ramazan'da da tırmanışa geçti. Geçtiğimiz günlerde partilerin iftar sofrası ziyaretleri, türbelerde "referanduma evet" kampanyası haberleri basına yansımıştı. Haberlere yenileri ekleniyor.
Ramazan'da siyasi rakibinin iftar masasını dağıtmacaBu yılki Ramazan-siyaset ilişkisinin en ilginç tezahürlerinden biri Saadet Partisi iftar yemeğinde yaşandı. Erbakancı bir grup Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtuluş'un iftar yemeğini bastı, masaları dağıttı, yemekleri yere döktü. Grubu harekete geçiren Erbakan ile Kurtulmuş arasında Saadet'i kontrol etme rekabetinin son genel kurulda Kurtulmuş'un zaferiyle sonuçlanmasıydı.
Türkiye'de din ve siyasetin iç içe geçmişliğini bilenler dahi, siyasi rekabet uğruna iftar yemeklerinin yerlere saçılabileceğini tahmin etmemişlerdir. Üstelik iftar yemeği basılan parti, Türkiye'nin yakın dönemdeki "dindar siyasetçileri"nin beşiği olan Milli Görüş geleneğinden geliyordu. İftar yemeğini "ibadet" falan dinlemeden basarak, yemekleri dökenler ise bu geleneğin lideri adına yapıyorlardı baskını.
İftardan sonra tedaviGaziantep'te Nizip İlçesi Devlet Hastanesi’nde trafik kazasında yaralanan bir hasta röntgen odasında 'Yemekteyiz, geliyorum' yazılı notla karşılaştı. Bekletilen hastanın iftardan sonra tedavisi yapılırken Başhekim Cengiz Öztop, skandalı "Kazanın tam yemek saatinde meydana gelmesi nedeniyle öyle ufak bir aksaklık olmuş” sözleriyle izah etti.
İstanbul'da KGS'sine yükleme yapmak isteyen bir vatandaş ise Boğaziçi Köprüsü Ziraat Bankası şubesine geldiğinde iftar nedeniyle kapının kilitli olduğunu gördü. Bu günlerde özellikle özel otobüslerde de iftar saatlerine göre sefer yapıldığı da görülüyor.
Ramazan'da can kurtaran yokKocaeli’nin Karadeniz’e sahili olan tek ilçesi Kandıra’da da plaj bölgelerinde görev yapan Kocaeli Belediyesi’ne bağlı yaklaşık 200 kişilik Arama Kurtarma Timi Ramazan ayı ile birlikte geri çekildi. Yazın en sıcak günlerinde denize giren vatandaşları kimin kurtaracağı meçhul. Amasya Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'nün "Yaz Okulu" uygulaması Ramazan nedeniyle kapıldı. Veliler duruma "Küçücük çocuklar oruç mu tutacak " diye tepki gösterdi.
"Referandum kampanyalı'' imsakiyeBunların dışında AKP yanlısı sendikalarla belediyeler de Ramazan hareketliliği başladı. Memur-Sen'e bağlı Sağlık-Sen Nevşehir Şubesi Ramazan'ı hükümete çalışmakla değerlendirdi. Sendikanın hazırlattığı Ramazan imsakiyesinde, referanduma sunulan anayasa değişikliğinin içeriğiyle ilgili 16 madde sıralanarak, bunlara 'evet' denilmesi çağrısı yapıldı.
AKP'li belediyelerden çadır yarışıBelediyeler de iftar çadırı yarışında kıyasıya mücadele verdi.İstanbul'un en yoksul semtlerinden Bağcılar'da belediye Türkiye'nin "en konforlu", klimalı Ramazan çadırını kurdu. Lunapak ve alışveriş stantlarının kurulduğu çadır alanında orucunu bozanlar alışveriş standatlara yönlendirilerek bedava yemeğin bedelini alışverişte para harcayarak fazlasıyla ödüyorlar.
AKP'li Esenler belediye başkanı Mehmet Tevfik Göksu ise büyük bir başarı müjdesi verdi. Esenler'de ramazan ayında, dünyanın en uzun ve en kalabalık sofrasını kurarak, Guinness Rekorlar Kitabı' na girilecek.
Kanalların hoca yarışıBasın da Ramazan hareketliliğine ayak uydurdu. Gericiliğin yansımalarını İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı'nın " Televizyonlarda koşturmaktan canımız çıkıyor" sözleri yansıtıyor.
Müftü, "Bundan 5-6 sene önce, 10 sene önce bırakın bizim imamlarımızı, müezzinlerimizi, müftülerimizi hiçbir medya kuruluşu, belki birkaç devlet televizyonu, radyosu, hariç, davet etmezdi. Onun dışında, bizim görevlilerimize çok az itibar edilirdi. Ama bugün, koşturmaktan canımız çıkıyor. Dünden bugüne 6 tane televizyon programına katıldım.Bunların hepsi bu ülkede bir dönüşümü sağlıyor." diye konuştu.
Kanalların program seyirici müftüyü doğrular nitelikte...Samanyolu "Ramazan Ekranı, İmsakiye, Kabe'den Canlı, Online Fetva, Sohbet-i Canan, Oktay Usta'dan görüntülü yemek tarifleri, Kur'an Öğreniyorum, Cevşen, Tesbihat ve Esma-ül Hüsna.... " gibi yayınlarıyla ATV de Ramazan için Mekke ve Medine'ye stüdyo kurarak Ramazan'da reklam pastasından büyük pay aldı.
Ancak "en iddialı atak" Flash Tv'den geldi. Kanalın "son transfer bombası" Cübbeli Ahmet Hoca her akşam canlı yayınla dini vaazler verirken reklamlara pas atmayı da ihmal etmiyor.
Kamu yayın kuruluşu TRT ise STV, Kanal 7 gibi dinci kanalların gerisinde kalmadı. Neredeyse her saat dilimine bir Ramazan programı koyan TRT AKP'li ünlü Metin Şentürk'ü transfer ederek "atak yaptı". AKP'ye yakınlığı ile bilinen, geçen hafta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na övgüler yağdıran Metin Şentürk Ramazan Gecesi programıyla hafta içi her gün TRT 1'de program yapıyor.
Ramazan'ın gelmesiyle reklam gelirlerinde büyük artış görülen gazeteler de özel Ramazan sayfalarıyla, promosyon ürünlerle atağa geçti.

13 Ağustos 2010 Cuma

Arınç, Moskova'da 'Lenin'i ölü görmek çok güzel' dedi


TBMM Başkanı Bülent Arınç, resmi bir ziyaret için bulunduğu Moskova'da 20. yüzyıla damgasını vuran Sovyet Devrimi'nin lideri Vladimir İlyiç Lenin'den "Kendisini ölü görmek çok güzel" diye söz etti

Resmi ziyaret için önceki gün Moskova'ya gelen TBMM Başkanı Bülent Arınç, dün sabah önce Duma Başkanı Boris Grızlov'la görüştü, ardından Kremlin önündeki Meçhul Asker anıtına "TBMM Başkanı" yazılı bir çelenk bıraktı. 20. yüzyıla damgasını vuran Sovyet Devrimi'nin lideri Vladimir Lenin'in mozolesini görmek için uzun bir kuyruk oluşturanların ilgiyle izledikleri Arınç ve beraberindeki heyet daha sonra bir elçilik görevlisinin rehberliğinde Kızıl Meydan'ı gezmeye başladı. "Büyük gösterilerin yapıldığı o ünlü yer burası mı?" diye soran Arınç yanındakilere, "İşte arkadaşlar, Kızıl Meydan'dayız" dedi.Yayımlamayın ricasıArınç meydandaki Lenin Mozolesi önüne gelindiğinde gazetecilerin fotoğrafını çekme isteğini, "İçeri girmedikten sonra bir anlamı yok" diyerek geri çevirdi ve Türk heyetine eşlik eden Rus görevliye mozoleyi ziyaret edip edemeyeceğini sordu. Programda olmadığı için bu istek karşısında tereddüt geçiren yetkili, mozolenin güvenliğinden sorumlu Federal Güvenlik Servisi (FSB) ajanlarıyla konuşarak Türk heyetinin ricasını iletti. Bu sırada bir Türk muhabir-kameraman "Lenin'i mi görmek istiyorsunuz?" diye sorunca, Arınç tebessüm ederek "Lenin'i ölü olarak görmek çok güzel" dedi. Arınç hemen ardından aynı gazetecinin yanına giderek, "Umuyorum siz Türkiye'deki gazeteciler gibi değilsinizdir, bir şeyi alıp büyütmezsiniz" dedi ve Lenin'le ilgili sözlerinin yayımlanmamasını istedi.Lider mezarlarına ziyaretRus yetkililer, cep telefonları ve fotoğraf makinelerinin sokulmaması koşuluyla Türk heyetinin Lenin Mozolesi'ni ziyaret etmesine izin verdi. Arınç ve beraberindeki heyet mozolenin ardından Sovyet liderlerinin Kremlin duvarları önündeki mezarlarını ziyaret etti, ünlü St.Vasili Kilisesi önünde hatıra fotoğrafı çektirdi.Arınç'ın dün Rusya Parlamentosu'nun alt kanadı olan Duma'nın Başkanı Grızlov ve Senato Başkanı Oleg Mironov'la yaptığı görüşmelerde iki ülke parlamentoları arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesinin yolları ele alındı. Bugün Rusya Başbakan Yardımcısı Aleksandır Jukov'la görüşecek olan TBMM Başkanı, Moskova'dan yarın ayrılacak.

Rusya geçmişe saygılıSovyet Devrimi'nin lideri Vladimir İliç Lenin, 1924 yılından bu yana Kızıl Meydan'daki mozolede yatıyor.Sovyetler Birliği'nin dağıldığı 1991 yılından bu yana zaman zaman mozolenin kaldırılıp kaldırılmaması tartışması gündeme geliyor. Mozolenin kaldırılmasını isteyenler, Lenin adının komünizmle özdeşleştiğini belirterek, mezarının demokratik Rusya'da iktidarın sembolü olan Kremlin'in önünde bulunmaması gerektiğini söylüyorlar. Karşı görüştekiler ise, olumlu ve olumsuz yönleriyle dünya tarihine geçen bir lider olması nedeniyle Lenin'in mozolesinin korunması gerektiğini düşünüyorlar. Rus yönetimi, isminin büyüklüğüne ve geçmişe duyulan saygı nedeniyle mozoleyi kaldırmayarak Lenin'e sahip çıkıyor.Aralıklarla mumyalanıyorÖzel tekniklerle cesedi muhafaza eden Rus bilim adamları, değişik kimyasal maddelerle ilaçların kullanıldığı mumyalama işlemini belirli aralıklarla tekrarlıyor. Uzmanlar, bu yolla cesedin bozulmadan çok uzun süre daha korunabileceğini söylüyor. İlk mozole Lenin'in ölümünden kısa süre sonra, 27 Ocak 1924'te bugünkü yerinde yapıldı. Bu ahşap yapı aynı yılın ağustos ayında yenilendi. Beş yıl sonra, mimar Aleksey Şusev'in projesini hazırladığı bugünkü mozole 1930 yılı ekim ayında açıldı. Eni 24, yüksekliği 12 metre olan mozoledeki kırmızı renkli granit komünizmi, siyah labrador da yası temsil ediyor. Mimar Şusev, ölümsüzlük mesajı vermek için yapıda küp şeklini kullanmış.Stalin'in naaşı kaldırıldıMozoleye 1953'te Jozef Stalin'in naaşı da konuldu. Ancak 1961 yılında Nikolay Kruşçev'in talimatıyla Stalin, diğer Sovyet yöneticileri gibi Kremlin duvarları önüne gömüldü. Kremlin özel birliklerine ait askerler tarafından 24 saat korunan mozoledeki askerlerin törensel bir havada yapılan nöbet değişimi ziyaretçiler tarafından ilgiyle izleniyor. Haftanın belirli günlerinde ücretsiz ziyarete açık olan mozoleye fotoğraf makinesi ve kamera ile girmek ve içeride konuşmak yasak. Elçilikte içkili kokteyl, içkisiz akşam yemeğiTürkiye'nin Moskova Büyükelçisi Kurtuluş Taşkent, TBMM Başkanı Arınç'ın onuruna önceki akşam konutunda bir kokteyl verdi.Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in 10 gün önce Moskova'ya geldiğini hatırlatan Arınç, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ricası üzerine ziyaretini gerçekleştirdiğini belirterek, "Yoksa ziyaret başka bir zamanda da yapılabilirdi" dedi.Son 10 yılda Moskova'ya gelen ilk TBMM Başkanı olduğunu söyleyen Arınç, kokteyle katılan konuklara heyet üyelerini tanıtırken, "Eşim Münevver Arınç'ı tanıtmaya gerek yok herhalde, çünkü ünü benimkini geçti" diye şaka yaptı. Konuklara viski, şarap ve cin gibi alkollü içkilerin de ikram edildiği kokteylde Arınç portakal suyunu tercih etti. Daha sonra Arınç onuruna verilen akşam yemeğinde ise alkol servisi yapılmadı.Arınç gafları'Şeyini şey ettiğimin şeyi...'
3 Haziran 2003: (Tokyo Camii'ni ziyaretinde) Umarım Japonlar da İslamiyeti tanıdıkça, bu camiye gelip ibadet edenleri gördükçe, hak dinini intisap edeceklerdir. (Sonra yazılı açıklama yaptı, "Cami imamı, İslamiyet üzerinde araştırma yapan bazı Japonların kendi istekleriyle Müslüman olduklarını ve sayılarının da giderek arttığını bana ifade etti. Ben de bunu ifade ettim" dedi).
14 Nisan 2004: (23 Nisan resepsiyonu davetiyelerine eşinin adını neden yazdırmadığını soran gazetecilere) Bunun karşılığı şeyini şey ettiğimin şeyidir. Bunu bana tekrar niye soruyorsunuz?
2 Ağustos 2004: (Toplu Konut İdaresi'nin (TOKİ) milletvekilleri için site yapması girişimiyle ilgili bir soru üzerine) TOKİ moki diye bir şeyler çıkarmayın. Bakın TOKİ moki derken, adamın (Hürriyet yazarı Bekir Coşkun) Pako'su öldü.
4 Aralık 2004: (Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell'le yaptığı ortak basın toplantısında Kıbrıs koşuluyla ilgili sorular üzerine) İspanyolca'da "palavras" var. Bizde de "palavracı" diye bir tabir vardır. Bunlar olayları olduğundan biraz daha farklı gösterirler. Bizim medya da biraz öyledir.
20 Haziran 2005: (Manisa Dericiler Sitesi Başkanı Hüseyin Akdede'nin "Sayın Başkanım size ağabey olarak hitap etmek isterim" diye izin istemesi üzerine) Bülent Ersoy deme de ne dersen de!
17 Mayıs 2006: (Danıştay'daki silahlı saldırının ardından) Şu anda hastanede bulunan Sayın Bayan Ayfer Hanım'ın da bu karara çekince koyduğunu hepimiz biliyoruz. Yani bu saldırgan o karardan (türban kararı) infial duyarak bu karara imza atan kişilere karşı bir eylem düşünmüşse, bu karara muhalif kalan bir insana silahını boşaltmaması gerekirdi.Arınç gafına büyük tepki68'liler Birliği Vakfı Başkanı: "Mümkün olsa öldürürdü". 78'liler Vakfı Türkiye sözcüsü: "Atatürk iyi ki ölmüş' denilse tepkisi ne olurdu?" 78'liler Girişimi Ankara Başkanı: "Gaf değil, bilinçli söylenmiştir"ŞÜKRAN PAKKAN İstanbulTBMM Başkanı Bülent Arınç'ın Lenin hakkında, "Kendisini ölü görmek çok güzel" demesi tepkiyle karşılandı. Devrimci hareketin önde gelen isimleri, Arınç'ın gaf yapmadığını, bilinçli olarak bu sözleri sarf ettiğini söylerken, "İran Meclis Başkanı aynı sözü Atatürk için söylese ne olurdu?" diye sordu. Görüşler şöyle:'Bu söz asla bir gaf değil'Ruşen Sümbüloğlu (78'liler Girişimi Ankara Başkanı: Aç tavuk rüyasında darı görürmüş. Her zaman istediler ki, devrimin ve sosyalizmin değerleri olmasın, ölü muamelesi görsün. Lenin, dünya sosyalist tarihinde ve Türkiye'de çok önemli biri olarak devrimcilerin ruhunda yaşıyor. Bu söz asla bir gaf değil. Bilinçli, isteyerek, olması gerektiğini düşünerek söylemiştir.'Arınç'a böyle bir laf yakışır'Eren Gökalp (68'liler Birliği Vakfı Başkanı): Duyduğum anda öğürme hissine kapıldığını düşündüm. Yorumlamak dahi istemiyorum. Arınç'a böyle bir laf yakışır. Karşı devrimcinin, İslami temellerle ortaya çıkan dünyadaki gericiliğin esasının ne olduğu, onların mevcut sömürü sisteminin bekçisi olmaktan, onu koruyucu fonksiyon taşımaktan başka hiçbir işe yarar taraflarının olmadığına bir işarettir. Dünya emperyalizminin bir parçasını tam olarak yansıtan ilkel bir davranış biçimi ve yorumu. Ve çok yakışıyor. Mümkün olsa öldürürdü, demek. Lenin gibi birini gördüğü zaman bu lafı eden insanların olmadığı dünya daha güzel.'Atatürk için söylenseydi...'Celalettin Can (78'liler Vakfı Türkiye sözcüsü): İran Meclis Başkanı Anıtkabir'i ziyaret etmiş olsaydı ve "Atatürk'ü ölü görmek çok güzel" deseydi, acaba Türkiye kamuoyunun, demokrasi güçlerinin ve en önemlisi kendisinin tepkisi ne olurdu? Bunun yanıtını, toplumun vicdanına bırakıyorum. Lenin, SSCB'nin kurucusuydu, ilk devlet başkanıydı. Tıpkı Atatürk gibi. Sosyalizm hiçbir şey değildiyse, kapitalist sömürü ve yabancılaşmaya karşı toplumun çıkarlarını koruma, daha iyi bir yaşam kurma arzu ve ideallerini dile getiren bir sistemdi. Sosyalizm, dünya halklarının vicdanıydı. İyi ki öldü demek, vicdanın ölmesini alkışlamaktır.

Abdullah Gül de mi villa işine giriyor?


Erdoğan'ın, Kılıçdaroğlu'nun villası derken, İstanbul Kısıklı’da başka bir “villa” meselesi tartışılıyor: İddialara göre Abdullah Gül, burada 8 milyon dolara aldığı arazi üzerine villa yapmaya hazırlanıyor.
Yarım milyon nüfusa sahip Üsküdar ilçesi, İstanbul’da sağın güçlü olduğu yerlerden birisi. İlçedeki birçok semt, sağcı ve özellikle dinci partilerin oy deposu. Bu semtlerin birçoğu, yoksul semtler. Ancak ilçede son yıllarda bir semt, çok özel bir kimlikle öne çıkmaya başladı: Kısıklı.
Çamlıca tepesinde yer alan, İstanbul Boğazı’na hakim bir konumda bulunan Kısıklı, AKP’nin zenginlerinin uzun süredir yerleştikleri bir semt. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın buradaki, Kısıklı’dan Altunizade’ye doğru giden yoldaki beş villadan oluşan kompleksi, uzun süredir Türkiye’nin en fazla tartışılan konularından. Erdoğan’ın buradaki villalarından boğaz köprüsü yoluna doğrudan bağlantı yolu inşa edilmişti. Yine Kemal Unakıtan’ın 1990’lardan beri sahip olduğu arazi, halihazırdaki villasının bahçesine bir tane de fazladan kaçak villa dikmeye kalkıştığında gündeme oturmuştu. Ülker grubuna ait Şehir Üniversitesi de bu semtte yer alan kampüsünde eğitim vermeye başladı. Ülker’in merkez binası da burada.
AKP’nin zenginlerinin kendilerine bir çeşit “kurtarılmış bölge” oluşturmaya çalışmaları, eski cemaat kültürlerinden geliyor. Siyasetçilerin bu servet basamaklarını onar onar tırmanma örnekleri, siyasette de en fazla tartışılan konulardan birisi.
Son günlerde referandum sürecinde AKP ve CHP liderleri kent kent gezerek halka Anayasa değişiklik paketinin içeriği değil, birbirleri hakkında siyaset dışı iddialar ve atışmalarla nutuk çekerken, en fazla dillendirdikleri konulardan birisi de “villa meselesi” oldu.
Yandaş basın, Erdoğan zaten bilinen villalarının karşısında, bugünkü basılı gazetelerinde “Kılıçdaroğlu’nun da havuzlu villası varmış” haberleriyle çıktı. Kılıçdaroğlu’nun villası henüz taksitleri ödenmekte olan bir kooperatif, havuz da tüm siteye ait ortak bir havuz olsa da, villalar tartışılmaya devam ediliyor.
İşte tam da bu günlerde, konunun ortasına düşecek bir iddia dilden dile dolaşıyor. soL, bu iddiayı ilk kez gündeme getiriyor.İddialara göre Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Üsküdar Kısıklı'da 8 milyon dolara büyük bir arazi satın aldı ve buraya konut yapacak.
Bahçe Restaurant niye kapandı?soL'un edindiği bilgilere göre 11 Ağustos Pazartesi günü üç kişi, Kısıklı Meydan'a oldukça yakın bir yerde, Büyük Çamlıca Caddesi bulunan ve çok geniş bahçesiyle bilinen Bahçe Restaurant'a gelerek, restoranın işletmecisiyle görüştüler. Bu üç kişi, restoranın da içinde bulunduğu araziyi satın aldıklarını, burayı boşaltmaları gerektiğini belirterek işletmeciye 1 milyon dolar teklif ettiler. Piyasa için hayli yüksek olan bu rakam karşısında işletmeci, teklifi kabul etti.
Aracılara araziyi kimin satın aldığını soran işletmeci, çok ilginç bir yanıtla karşılaştı: Başkomutan. Tam da YAŞ görüşmelerinin ardından yapılan bu alışverişte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün aracıları, belli ki bu sıfatı kullanmaktan keyif alıyorlardı. Aracılar, restoranın kapatılacağını, bu araziye konut yapılacağını söylediler. Gül, restoranın arkasında ormanın içine doğru uzanan geniş araziyi de mülk sahibinden 7 milyon dolar karşılığında aldı.
Bahçe Restaurant işletmecileri, restoranı boşaltma işlemlerine başladılar. Hem satın alma sürecinde pazarlık gerektirmeyecek kadar yüksek bir fiyat önerilmesi, hem de işletmenin, hemen birkaç gün içinde boşaltılmak istenmesi, Abdullah Gül'ün buraya hızla yerleşmek niyetinde olduğuna işaret ediyor. Şu an tabelası sökülmüş, kilitli kapısına “Kapalı” yazılı karton asılmış olan Bahçe Restaurant’ta tadilat işleri başlamış durumda.
Kısıklı’daki çevre esnaftan bazıları Cumhurbaşkanı’nın burayı aldığına dair rivayetlerin kulaklarına geldiğini belirtip, “Zaten Başbakanımız da burada” diyerek gurur duyarken, bazıları ise araziyi kimin aldığını bilmiyor, ancak yüksek bir fiyata satıldığını söylüyor. Mahalledeki bir lokantanın garsonu “2 trilyona gitmiş diye duydum” derken, lokanta sahibi “Ne 2 trilyonu, Ümraniye’de ufacık yerler 2 trilyon, oranın arazisi çok geniş, arkaya ormanın içine doğru uzanıyor” yorumunda bulunuyor.
Cumhurbaşkanlığı iddiaları yalanlıyorsoL olarak iddiaları Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanlığı’na da sorduk. Çankaya, iddiaların “Külliyen yalan” olduğunu savunuyor.
Henüz alım-satım işlemi çok yeni. Siyasetçilerin bu gibi örneklerde başka bir vekil aracılığıyla, başkası üzerine alım yapmalarına da sık rastlanıyor. Buraya yapılacak konutu kimin kullanacağı, zaman içerisinde görülecek.
Kısıklı ise, belli ki, AKP’li zenginlerin “kurtarılmış bölgesi” olma hüviyetini koruyacak, güçlendirecek. Bu düzende Türkiye siyasetinde birden muazzam servetler edinen siyasetçilerin hikayeleri ise hiç bitmeyecek.

"Akyol'un susması en iyisidir!"


Sermaye yağcılığını liberal tezlerle süsleyip yıllardır cebini dolduran Taha Akyol, yine özelleştirmelerle ilgili yazdı. Aynı yazıda, sermayedarlara ve özelleştirmelere övgüler yağdıran Akyol, "kamu yararı" ile patron kârını karıştırıp, referandum öncesi yargıya akıl verdi. soL editörlerinden Aşkın Süzük de, Taha Akyol'a yanıt verdi.
AKP hükümeti bu hafta Türk Telekom'un satışından sonra, bir günde gerçekleştirilen en büyük özelleştirme ihalesini yaptı. 4 ayrı dağıtım bölgesinde artık özel sektörün borusu ötecek.
Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş.’ye (TEDAŞ) ait Boğaziçi (İstanbul Rumeli yakası), Gediz (İzmir ve Manisa), Trakya (Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ) ve Dicle (Diyarbakır, Urfa, Mardin, Batman, Siirt, Şırnak) elektrik dağıtım şirketleri özelleştirildi. Yapılan ihaleler sonucunda Mehmet Kazancı-Mehmet Emin Karamehmet ortaklığı olan İş-Kaya-MMEKA grubu Boğaziçi Elektrik’i 3 milyar dolar ve Gediz Elektriği 2 milyar dolara satın alırken; Trakya bölgesi ihalesini 622 milyon dolar ile Aksa Elektrik; Dicle Elektriği ise 228 milyon dolar ile Karavil ve Ceylan ortaklığı kazandı.
Küresel krizin etkisi devam ederken düzenlenen ve yabancı sermayenin ilgi göstermediği ihalelere, Kazancı Biraderlerin rekabeti, Karamehmet'in "muhteşem dönüşü" ve verilen yüksek fiyatlar damga vurdu. İhalelerde gerçekleşen yüksek fiyatların halktan çıkarılacağı aşikâr iken, bu yönde yapılan eleştiriler de artıyor. Elektrik Mühendisleri Odası, ihalelerin iptali için dava açmaya hazırlanıyor.
Belli ki, bu eleştiriler ve bu özelleştirme uygulamalarının da yargıya taşınacak olması liberallerimizi endişelendirmiş. AKP hükümetinin 12 Eylül referandumu öncesi fiyakasının bozulmasını istemiyor olacaklar ki, borazanlığa soyunmuşlar. Konu özelleştirme olunca ve taifemiz liberal ise akla ilk olarak Taha Akyol gelmez mi?
Taha Akyol bugün, "Özelleştirme İyidir" başlıklı bir yazı kaleme almış.
AKP hükümetinin özelleştirme rüzgârını en sert estirdiği dönemde, "o kafa" başlıklı yazılarıyla, özelleştirmelere karşı çıkanları ve satışlara "kamu yararı" doğrultusunda iptal veren yargı mensuplarını eleştiren Akyol, bu kez önceki gün gerçekleştirilen ihalelerle ilgili yazmış.
"Ey Türk burjuvazisi..!"Taha Akyol yazısına, elektrik dağıtım ihalelerini Türk şirketlerinin almasından duyduğu memnuniyetle başlıyor. Küresel kriz ortamında Türk girişimcilerinin 4 dağıtım bölgesi için toplam "trink 5,8 milyar dolar" verebilmesine işaret ediyor.
İhale tutarının trink ödenmeyebileceği, büyük Türk şirketlerinin dilerlerse, alışverişin yüzde 20'sini peşin gerisini taksitle yapabileceklerini not ederek geçelim.
Akyol'un mutluluğu, ihalede ortaya çıkan tablonun; Osmanlı döneminden bu yana Türkiye kapitalizminin başlıca "ideali" olan yerli burjuvazinin yaratılması, her sokakta zenginlerimizin türemesinin bir göstergesi olmasından kaynaklanmış. Şöyle diyor Akyol: "Köylü ve bürokrat Türklerin ticaret ve sanayiye yönelerek milyoner olması 1850’lerdeki Sadık Rıfat Paşa’dan beri milli hedefimiz olmuştur! Abdülhamid de İttihatçılar da bunun için çalışmışlardı."
Atatürk'ün "Kaç milyonerimiz var ki..." şeklinde hayıflanmasını, Menderes'in ise "her mahallede bir milyoner" idealinin aynı özlemin ifadesi olduğunu belirten Akyol, yerli burjuvazinin elektrik ihalelerinde şov yapmasını bu idealin başarıldığına yormuş.
Akyol'a göre bu performansın temelinde girişimci sınıf ve piyasa ekonomi varmış...
Taha Bey, şu sıralar siyasette ikinci baharını yaşayan Necmettin Erbakan'ın meşhur hitabını hak ediyor: "Hadi ordan!"
Elektrik dağıtım ihalelerinde yerli sermayemiz bu paraları dökebiliyorsa, "kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyecek" olmalarındandır. Elektrik fiyat tarifeleri, yani elektrik faturalarını evet EPDK oluşturduğu fiyat mekanizması ile belirliyor. Ancak, elektrik üretim ve satışı yapan şirketlerin önerilerini dikkate alarak. Piyasa şartlarını göz önünde bulundurarak. Yani yüksek ihale tutarları bir şekilde faturalara yansıtılacaktır. Bu bir.
İkincisi, ihalelerde çekişen Kazancı Biraderlerin "esrarengiz" yükselişini ve ihalelerin kazananı Mehmet Emin Karamehmet'in "derin sömürü" ile garantiye aldığı serveti gözden kaçırılıyor.
Kazancı Biraderlerin holdingi Aksa öyle hızlı yükseldi ki, Ağustos 2010'a gelindiğinde gruptan ayrılan büyük kardeş Mehmet Kazancı, kurduğu yeni şirketle, Aksa'da dümene geçen küçük kardeşine karşı kıran kırana çekişebildi. Biraderler, birlikte çalışırken ne birikim yapmışlar ama! 4 bölgeden ikisini Mehmet Kazancı, birini ise ayrıldığı Aksa aldı.
Mehmet Emin Karamehmet'i ise TMSF'den kurtardığı Turkcell ve K. Irak'ta girdiği petrol işi cesaretlendirmişe benziyor. İç ettiği fonlarıyla, Pamukbank örneği de var. Büyük girişimci olmak risk almayı gerektirmez mi? Bazen gerektirmiyor. Karamehmet gibi onbinlerce çalışanını alabildiğine sömüren bir patron için ise hiç gerektirmiyor.
Daha önceki gün internete bir SkyTürk çalışanının feryadı yansımadı mı? Karamehmet'e aylardır ödenmeyen maaşlarının hesabını soruyordu. Akyol, binlerce personeli ücret ödemeden çalıştıran ve batırdığı banka ile milyonlarca vatandaşın vergisine daha kaynakta el koyan bu girişimciyi piyasa adına selamlıyor.
Sormadan edemiyoruz: "Acaba Akyol, satılması gündemde olan Milliyet'ten kaçıp sığınabileceği yeni bir liman mı arıyor?"Referandum özel: "Kamu yararı ve yargı"Taha Akyol, yazısının kalan kısmını ise "o kafa" serisinde olduğu gibi "kamu yararı ve yargı"ya ayırmış.
Önce elektrik sektörüne stratejik diyerek, özelleştirmeye karşı çıkanlara çatmış: "Elektrik iletim hatlarının özelleştirilmesine karşı çıkanlar var. “Stratejik sektör” diyorlar. Niye stratejikmiş?.. Stratejik olsa bile niye özelleştirilmesin?"
Telekom'un özelleştirmesinin de aynı nedenle engellenmek istendiğini yazan Akyol, o özelleştirme sırasında "sömürgecilik" tehlikesi ileri sürenlerle dalga geçmiş. Bırakalım Akyol, yazıda atıf yaptığı Mümtaz Soysal ve Necmettin Erbakan'ın özelleştirme karşıtlığındaki yamuklukları, alıcı yabancı olmasın yerli olsun mantığını dilediği gibi eleştirsin. Ancak onları eleştirirken, Türk Telekom'un özelleştirilmesinin "faydalı" sonuçlarını sıralaması cahilliğini ortaya çıkarıyor.
Sermayenin yerlisi de yabancısı da farketmiyor. Akyol her türlüsünü seviyor. Özel sektörün telekomünikasyona girmesinin, fiyatların ucuzlamasına neden olduğunu, yatırımların arttığını, teknoloji ihracı gerçekleştirilebilir hale gelindiğini sıralıyor.
Bırakın yeni sahibi Lübnanlı Oger Grubunu, Türk Telekom'u 2-3 yıllık kârına alan herkes, bu altın yumurtlayan tavuktan piyasa koşullarında "bir başarı öyküsü" çıkarabilirdi.
Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi 6 milyar 550 milyon dolara satıldı. 2006-2009 yılları arasında şirketin elde ettiği net kâr ise tam 8 milyar 79 milyon TL! Üstelik yapılan ödeme de üç taksitle yapıldı.
Akyol, fiyatların ucuzladığı verisini nereden elde ettiğini bilemiyoruz. Bildiğimiz şu; Türk Telekom'un 2007 yılından bu yana çeşitli tarifelerine ve sabit ücretlere yaptığı zamlarla ilgili tüketici dernekleri tarafından çeşitli davalar açıldı. Bu zamların bir kısmı geri alındı. Bir kısmı ise sözde sektörü kamu adına denetleyecek olan Telekomünikasyon Kurumu'nun tarifelerle ilgili tebliği ile çelişmesine rağmen geri çekilmedi. Olan vatandaşa oldu.
Telekom’un özelleştirilmesi sırasında Oger Telekom, 48 bin kişiye iş vaadinde bulunmuştu. Vaadler elbette unutulacaktı. Şirkette çalışan sayısı değil artmak, giderek azaltıldı. Özelleştirme sonrasında on binlerce işçi ya emekli edildi, ya da maaşları dondurularak başka kurumlara nakledildi. Şirkete alınan sınırlı sayıdaki yeni personelin ise tarikat mensubu olmasına dikkat edildi.
Türk Telekom'un özelleştirildiği 2005 yılında 52 bine yaklaşan çalışan sayısı, 2009'a gelindiğinde 27 bin 530 düştü! 16 Ekim 2007’de başlayan ve 44 gün boyunca devam eden grevin ardından 2008’in bahar aylarında şirket, emekliliği hak eden 4 bin telekom emekçisini emekliliğe zorladı.
Akyol'un yazısında övdüğü "rasyonel iş idaresi"nin beklenen sonuçları bunlar...
Kısacası konu özelleştirmeleri savunmak ve yargıya çatmak olunca, kamu yararını kendine göre tanımlayıp, bu tabloyu yok sayarak gerçekleri saptırmakta Akyol'un üzerine yok.
Öyle ki, elektrik dağıtım özelleştirmesinden elde edilecek gelirin halka hizmet olarak döneceğini bile yazabiliyor: "Devlet de aldığı 5 milyar dolarla yol, okul, hastane, santral yapacak."
Yani "kamu yararı" var.
Hangi özelleştirmede elde edilen gelir, yol-su-elektrik olarak halka geri döndü ki? Akyol, özelleştirme gelirlerinin Hazine'ye ve bütçeye borç ödemek için aktarıldığını ve ancak borç faizlerinin bir kısmını ödeyebildiğini bilmiyor mu?
Özelleştirmede kamu yararı olduğunu Türk Telekom özelleştirmesiyle kanıtladığını düşünen Akyol, elektrik dağıtım ihalelerinde açılacak davada mahkemenin "kamu yararı yoktur" kararı vermemesi gerektiğini söylüyor. Zaten Akyol'a göre mahkemeler, sadece "teknik hukuki" inceleme yapmalılar. Yani "taraf tutmadan" karar vermeliler. AKP hükümeti de Anayasa değişiklik paketinde yargıya ilişkin düzenlemeleri aynı gerekçeyle sunmadı mı?
Referandumda oyunun rengini belli etmemeyi tercih eden Akyol, bu yazısıyla aslında koca bir "EVET" demiş olmuyor mu?
Akyol yazısını, "Başta Turgut Özal olmak üzere, 1980’lerden beri özelleştirme yapanlara ve elini taşın altına koyan girişimcilerimize saygı duyuyorum" diyerek bitiriyor.
Yani aslında Taha Akyol, alenen suçu ve suçluyu övüyor.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

sapık doktor eşine tecavüz etti

Avustralya'da bir doktor, eşine defalarca tecavüz ettikten sonra olayı fotoğraflayıp bilgisayarına yükledi..

Avustralya'da bir doktor, uyku hapıyla bilinçsiz hale getirdiği eşine defalarca tecavüz etmek suçundan 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Adelaide'deki Bölge Mahkemesi, yasal nedenlerden dolayı ismi açıklanmayan pataloğun olayı fotoğraflayarak bilgisayarına yüklediğini belirtti.
Mahkeme, doktorun 2002 ve 2003 yıllarında gerçekleştirdiği tecavüzler sırasında fiziksel saldırı niteliği taşıyan yabancı maddeler kullandığını bildirdi.Bölge Mahkemesi Hakimi Marie Shaw bugün yaptığı açıklamada, mağdurun 'en tiksindirici şekilde küçük düşürüldüğü' gerekçesiyle açılan davada doktorun 10 yıl hapis cezasına çarptırıldığını söyledi.

Engin Ardıç sen nesin?


Engin Ardıç, isim vermeden Ruhat Mengi hakkında öyle şeyler yazdı ki, şaşkınlık ve sinirden ne yazacağımızı bilemedik. Yorumculardan ricacıyız...
“Şarlamaya hazırlanıyorlar” başlıklı bir yazı kaleme alan Engin Ardıç, söze “CHP basınının ‘seçim sonuçlarına şarlama’ geleneğinden” girerek, seçimlerde hile yapılabileceğine dair düşünceleri eleştirdi.
Vatan gazetesi yazarı Ruhat Mengi, dünkü yazısında “Gümrük kapılarındaki binlerce oyu kim denetliyor?” diye sormuş ve bu şekilde kullanılan oyların sayımının yolsuzluğa çok açık olduğunu savunmuştu.
Ardıç, “Hile yapılacağını nereden biliyorlar? ‘Ayol bu Tayyip her şeyi yapar kardeş’ şeklinde mahalle karısı yaklaşımıyla yazı yazanlar var” diyerek sözü Mengi’ye getirdi.
Cemaat basınının saatler öncesinden “Gülen Hocaefendi şu saatte referandum açıklaması yapacak” diyerek servis ettiği, tüm Türkiye’nin ilgisini çeken referandum açıklamasında Gülen’in söylediği “Mezardakiler bile oy kullanmalıdır” sözü için Ardıç, “Gülen espri yapmış” dedi.
Ardıç, ardından şu satırları yazdı:
Şimdi tutturdular: Sınır kapılarında kullanılmakta olan oyları kim denetliyormuş?Yüksek Seçim Kurulu niçin denetlemiyor muhterem ablacığım?"Sizin partinin" adamları niçin sandığın başında durmuyorlar?Pasaportları mı yok? "O tarafa" geçemiyorlar mı?Zarar yok canım, kafanıza takmayınız: Referandumda evet çıkar ama ablamı da eşek değillerse genel seçimlerde CHP'den milletvekili adayı gösterirler artık...Ayol Nesrin girdi, Güldal girdi, Nevin girdi, Jale girdi, Fatma Nur girdi, Birgen girdi, Canan girdi, Özlem girdi, Bihlun girdi, Necla girdi meclise... Senin neyin eksik? Güzellik desen güzellik, olgunluk desen olgunluk, hava desen hava... Amigoluk desen amigoluk.Yoksa Baykal kadından anlıyor da Sav anlamıyor mu?Kılıçdaroğlu'nu boşver, ondan kaset bile olmaz.
Ardıç’a ne denir bilemedik, takdiri okurlarımıza bırakıyoruz.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

'Dahi çocuk' Harvard'da pastırma-sucuk satıyor

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün oğlu Mehmet Emre Gül'ün nasıl bir birikimle Harvard'ı kazandığı ortaya çıktı. Oğul Gül, üniversiteye başlar başlamaz e-ticarette yeni bir hamle yaparak "memlekettengelsin.com" sitesi ile pastırma-sucuk "işine girdi".
Harvard üniversitesini kazanmasının ardından "dahi çocuk" denilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün oğlu Mehmet Emre Gül 15 yaşında başladığı ticarette emin adımlarla ilerliyor. 18 yaşını doldurur doldurmaz şirket müdürü oluveren oğul Gül, "memlekettengelsin.com" adlı site ile memleketi Kayseri'den büyük kentlere pastırma, sucuk, mantı, peynir gibi ürünler satmaya başladı.
Radikal gazetesinden Nuriye Doğu'nun haberine göre, daha önceden 'adresimegelsin.com' sitesi ile yöresel gıdaları internet yolu ile büyük kentlere pazarlama işini yapan oğul Gül, 'memlekettengelsin.com' sitesi ile bu alanda yeni bir girişim başlattı. Şirketin genel müdürü olduğu belirtilen Bahadır Turanlı, “Hem ‘adresimegelsin.com’da hem de gezdiğimiz illerde müşterilerin yöresel gıdalara olan ilgisini gördük. Bunun üzerine bu siteyi kurduk” dedi.
Memleket hasreti çekenlere...Sitede şu anda 200’e yakın ürün sattıklarını söyleyen Turanlı, "daha çok büyükşehirlerde memleket hasreti çekenlerden sipariş aldıklarını ve sitenin insanların doğal ve yöresel gıda ihtiyaçlarına cevap verdiğini" belirtti.
Turanlı ayrıca, “Müşterinin ilgisinden memnunuz. Ama henüz yeni bir girişim olduğundan büyümeye çok müsait. İlgi her geçen gün artıyor. Hedefimiz yakın bir zamanda 81 ile yayılmak” dedi.
Emre Gül, daha önce de Ankara’da ardı ardına açılan dev alışveriş merkezlerindeki ‘bardak içinde soslu haşlanmış mısır satışı’ işiyle de gündeme gelmişti.
AKP'li bakan ve milletvekillerinin çocukları en yaşta kurdukları şirketler ve kazandıkları büyük paralarla dikkat çekiyor.

Türkiye ulemaya teslim!

Yapılan bir düzenlemeyle, imamların SHÇEK’de yönetici olabilmesi AKP hükümetinin İmam Hatip Liseleri'ni yaygınlaştırma çabasının son halkası oldu. İşte Türkiye'de "din adamları"nın önlenemez yükselişinde İHL'lerin rolü!
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun (SHÇEK) yürürlüğe koyduğu “Ünvan Değişikliği Sınavı” imamların yönetici olmalarının önünü açtı. Sınavla birlikte din görevlisi adı altında imamlar, SHÇEK kuruluşlarında il müdür yardımcısı, ilçe sosyal hizmetler müdürü, şube müdürü ve kuruluş müdürü olabilecek. Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu haber, devlet kadrolarında özellikle yönetici kademesinde imam istihdamı için yeni bir alan daha açıldığını ortaya koydu.
Sağlık Bakanlığı da bu yılın Mart ayında yayımladığı yeni "Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelik" ile etik kurullara ilahiyat fakültesi mezunlarının atanmasına karar vermiş, ilaç araştırmalarını dine uygunluğu yönünde incelemesi istenen ilahiyatçılara yeni bir iş sahası daha açmıştı.
Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nda il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile okul müdürleri ve yardımcılarının din öğretmenlerinden seçildiği biliniyor. 2009 yılında mecliste kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlayan eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, AKP hükümetinin iktidarda olduğu 3 dönemde atanan 529 yöneticiden 5 il 55 de ilçe milli eğitim müdürünün din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni olduğunu açıklamıştı. Çiçek’in verdiği rakamlar AKP’nin atadığı her 10 il ve ilçe milli eğitim müdürünün birinin din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni olduğunu ortaya koydu. Bu rakamın okul müdürlüğü ve müdür yardımcılığı düzeyinde daha da yüksek olduğu sanılıyor.
Eğitim ve sağlık gibi önemli alanlar söz konusu olduğunda imamların önünü alabildiğine açan AKP hükümeti, özellikle üst düzey bürokrasiye imamları getiriyor. Bir süre önce valiler arasında çok sayıda imam hatip lisesi mezunu olduğu öne sürülmüş, İçişleri Bakanlığı, 81 valinin 12'sinin imam hatip mezunu olduğunu açıklamıştı. Bu sayı yaklaşık olarak her 7 validen birinin imamlık eğitimi aldığını gösteriyor. Emniyet müdürleri ve kaymakamlar arasında da sayının yüksek olduğu tahmin ediliyor.İmam hatip mezunu olmak iş garantisiGenç işsizliğinin, özellikle de üniversite mezunu işsizlerin oranının çok yüksek olduğu Türkiye’de çok sayıda ve farklı alanlarda istihdam edilen imam hatip kökenliler işsiz kalmıyor. AKP döneminde yüksek bürokratlar arasındaki imam hatip kökenlilerin sayısı hızla artarken, alt düzey memur kadrolarında da imam hatipliler diğer lise mezunlarıyla karşılaştırıldığında iş bulmak konusunda oldukça avantajlılar.
Temmuz ayı başında kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu ile Diyanet’e 17 bin kadro tahsis edilmesi de, kamuda istihdam edilmek için Kamu Personeli Seçme Sınavı’na hazırlanan ve aralarında öğretmenlerin de olduğu genç işsizlerin tepkisini çekti.
İmam hatip mezunları devletin farklı kurumlarında imam-hatip, imam, vaiz, kuran kursu öğreticisi, kayyım, gassal olarak istihdam edilebiliyorlar. Tercih ederlerse ilahiyat fakültelerinde yükseköğretimlerini sürdürebilen imam-hatipliler din öğretmeni olabildikleri gibi, bu fakültelerde öğretim üyesi de olabiliyorlar. Bir kez memur olarak atanan imam hatiplerin kurumlar arası geçişte önlerinin açıldığı ve Diyanet’in diğer kamu kurumlarına geçiş için bir atlama tahtası vazifesi gördüğü de bilinen bir gerçek.
İmam hatiplere talep patlamasıİmam hatiplerin bu geniş istihdam sahası, 12 Eylül’den sonra özellikle yüksek bürokraside tercih ediliyor olmaları bu okullara talebi de zaman içinde artırdı. 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçilmeden önce, 1995-1996 yılında imam hatip lisesi öğrencilerinin ortaöğrenimde oranı yüzde 10’a kadar çıktı. Sekiz yıllık zorunlu temel eğitim ile birlikte üniversitelere girişte kendi alanları dışında tercih yapan imam hatip mezunlarının düşük katsayı hesaplamasıyla dezavantajlı hale gelmesi bu okullara talebi düşürdü. 2003-2004 öğrenim yılında imam hatip lisesi öğrencilerinin orta öğretimdeki oranı 2.3'e düştü. Oran düşmüş olsa da AKP hükümetinin katsayı dezavantajını kaldırmak yönündeki çabaları, mezunlara adeta istihdam garantisi sağlayan uygulamaları bu okullara talebi hızla sıçratabiliyor.
İmam hatip liseleri arasında, dil ağırlıklı eğitim veren ve başarılı okullar oldukları için genellikle tercih edilen Anadolu liselerine yaklaştırılarak oluşturulan Anadolu imam hatip liselerinin bu okulların çekiciliğini artırdığı biliniyor.
Bugün Türkiye’de çok programlı liselerin imam hatip programları hariç 340'ın üzerinde imam hatip ve anadulu imam hatip lisesi var. Toplam içerisinde Anadolu imam hatip lisesi sayısı ise 220'yi buluyor. Daha fazla tercih edilen Anadolu imam hatiplerin toplam kontenjanı yaklaşık olarak 19 binin üzerinde. AKP’nin 2009 yılında bu okulların önünü açmasıyla birlikte bu okullara başvurusu sayısı 160 binin üzerinde gerçekleşti.
Kanun ne diyor: İmam mı yetiştiriyorlar?İmam hatiplerle ilgili tartışmalarda üzerinde en fazla durulan noktalardan biri, bu okullar ülkenin ihtiyaç duyduğu din görevlilerini yetiştirmek için kurulduğu halde, okulların bu işlevinden hızla uzaklaşarak “seküler eğitime paralel” eğitim kurumları haline gelmesiydi. Bu okullara kız öğrencilerin de kabul edilmesi ve kız öğrencilerin sayısının zaman içinde hızla artarak yüzde 40’lara ulaşması bu yeni işlevin en çarpıcı kanıtı oldu. 8 yıllık zorunlu temel eğitim kararının alınmasından önce imam-hatip öğrencileri üzerine yapılan çalışmalar, bu liselerden çıkanların çok azının imam olduğunu, önemli bir kesiminin üniversite eğitimini sürdürerek hukuk ve kamu yönetimi okumayı tercih ettiklerini ortaya koymuştu. AKP’nin bürokrasiye atadığı imam hatip kökenlileri esas olarak bunlar oluşturuyor.
AKP döneminde, yapılan bir yasal düzenlemeyle bu okulların imam yetiştirmek dışında yükseköğretime öğrenci yetiştirdiği de kaydedildi.2009 yılının Temmuz ayında Milli Eğitim Bakanlığı İmam Hatip Liseleri Yönetmeliğini değiştirdi. 1972 tarihli eski yönetmelikte, imam hatiplerin özellikle “din adamı” yetiştirmek için kurulduğu belirtilirken yeni yönetmelikte, bu okulların “hem mesleğe hem de yükseköğretime” hazırlayıcı programlar uygulayacağı belirtildi.
Yönetmelikte, imam hatip liselerinin kuruluş amacı şöyle tarif edildi: “Milli Eğitim Bakanlığı’nca açılan ortaöğretim sistemi içinde hem mesleğe hem yükseköğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan imam-hatip liseleri, ilköğretimden sonra dört yıl öğretim veren, bölge şartlarına ve imkânlarına göre gündüzlü veya yatılı ve gündüzlü olarak karma eğitim ve öğretim yapan okullardır.”
Yeni yönetmelikte din adamı yetiştirilmesi imam hatiplerin kuruluş amaçları arasından çıkarıldı, “hedefler” kısmında yer aldı.
Ne tür dersler veriliyor?AKP döneminde devletin bürokrat ve memur kaynaklarından biri haline gelen imam hatip liselerinde verilen eğitim konusunda da önemli tartışmalar var.
Bu liselerde okutulan alan dersleri arasında Kuran-ı Kerim, Arapça, Kelam, Siyer, Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Tefsir, Hitabet ve Mesleki Uygulama ve Karşılaştırmalı Dinler Tarihi bulunuyor. Uygulanan bu müfredatla imam formasyonu kazanan öğrencilerin bürokrat olmak için gerekli niteliklere sahip olamayacağı görülüyor.
Öte yandan AKP hükümeti bu okulların eğitim müfredatını da değiştirerek imam hatip mezunlarının, imamlık formasyonunun yanı sıra diğer lise mezunlarıyla aynı eğitimi almasını olanaklı kıldı. Yapılan değişikliğin bir başka nedeni ise mesleki eğitim aldıkları için üniversite sınavında başarılı olamayan imam hatiplilerin daha başarılı olabilmesini sağlamak.
2006 yılında yaptığı bir düzenlemeyle Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) İmam hatip liseleri ve Anadolu İmam Hatip liselerinin ders programlarını değiştirdi. MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tarafından ilan edilen yeni ders çizelgesinde, öğrencilerin genel liselerde uygulanan derslerden bir eksiği bırakılmadı. Matematik, fizik, kimya, biyoloji, geometri, tarih, coğrafya gibi, genel liselerde 10, 11 ve 12. sınıflarda gösterilecek dersler, seçmeli ders olarak programa yerleştirildi.
İmam-hatiplilerin önü 12 Eylül darbesiyle açıldıCumhuriyet Halk Partisi döneminde 1949 yılında din adamı açığını kapatmak için imam hatip kursları açıldı. İktidara gelen Demokrat Parti’nin icraatlarından biri 1951 yılında bu kursları imam hatip okullarına dönüştürmek oldu.
1971 yılında 12 Mart muhtırasının ardından imam hatipler için iki önemli değişiklik yapıldı. Bu okulların orta kısımları kapandı. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle o güne kadar imam hatip okulu olarak anılan okullar imam hatip lisesine dönüştürüldü.
1973 yılında Milli Eğitim Temel Kanunu'nda yapılan değişiklikle İHL mezunları ilk kez doğrudan üniversiteye gitme hakkını elde etti. Ancak bu düzenleme, liselerin edebiyat kollarından mezun olan öğrencilerin girebileceği fakülte ve yüksekokullarla sınırlı bir haktı. 12 Eylül askeri yönetiminin 1982 yılında aynı yasada yaptığı değişiklikle imam hatip mezunları, sınavda diledikleri fakülteleri tercih etme hakkına sahip oldu. Böylece 12 Eylül bugün imam hatiplilerin katsayı tartışmasının tohumunu atmış oldu.
1976’de verilen bir Danıştay kararı ile bu okullara kız öğrencilerin de kaydolmaya başlaması, sayısı artan imam hatip liseleri ile birlikte bu okulların misyonunun imam yetiştirmekle sınırlı olmadığı ortaya çıktı.
1980 yılına gelindiğinde İHL öğrenci sayısı 200 bini geçerken, 1997 yılında bu rakam 500 bini buldu.

Her mücadelenin rengi ve işareti vardır

Küba’da devrimciler, kendilerinden önce başka başka kıtalardaki ve kültürlerdeki ezilenler, başkaldıranlar ve devrimciler ile paylaştıkları “tarihsel görevi”, kendi sembol ve bayraklarıyla betimlediler. İşte tarihin sayfalarına çalınan devrimci renkler ve işaretlerin tarihi…
Kızıl, kara, yıldız, orak, çekiç, kitap, kalem, çark, çapa, maşeta, tarihler, sayılar, isimler, kısaltmalar… Adalet, eşitlik, özgürlük için, ezilen sınıflar, halklar isyan ederken, örgütleriyle, ordularıyla başkaldırırken, savaşırken bu işaret ve renkleri kullandı. Her bir mücadele, kendinden önce gelenin ve mücadelesini devraldığı geleneğin bayrağını ve işaretini yükseltti.
Küba devrimini gerçekleştiren Fidel ve yoldaşlarının 26 Temmuz Hareketi, hâlâ köşegenle bölünmüş ve üzerinde “M-26-7” ya da “26 Julio” yazan kızıl-siyah bayrakla onurlandırılıyor bugün. Moncada Kışlası baskınının yapıldığı günden ismini alan hareketin bayrağı, özellikle devrimin yıldönümünde, zaferin anısının yaşatıldığı müze ve bazı devlet dairelerinde resmi Küba bayrağıyla aynı yükseklikte dalgalandırılıyor. Bayraktaki kızıl ve siyahın, Che’nin ve daha sonra Fidel’in dillendirdiği “Patria o Muerte!” (Ya Vatan Ya Ölüm!) parolasını betimlediği belirtiliyor. Kızıl, zaferi ve uğrunda ölünen mücadeleyi, siyah ise ölümü, yitirileni… Küba’da devrim adına canını yitirenler uğruna taşınan siyahı komünistler ilk defa 26 Temmuz Hareketi içerisinde benimsiyor ve taşıyor. Daha sonra Afrika’daki halk kurtuluş hareketlerinin bayraklarına taşınacak olan siyahın tarihsel yeri “kızıl”dan sonra geliyor.
Kanla yazılan tarih: Ezilenler başkaldırıyorBayraklar ve sembollerle ilgilenenler kızıl ve siyahı bayraklarında ilk kullananların korsanlar olduğunda hemfikir. “Jolly Roger” olarak bilinen siyah bayrak üzerinde beyaz kuru kafa sembolü, yerini kimi zaman kızıla bırakıyor. Eğer korsanların saldırdığı gemi ya da filo teslim olmazsa… Ölüm fermanı anlamına geliyor. Kızıl bayrağın sınıf mücadelesi tarihindeki yerini kesin olarak korsanlara bağlamanın çok doğru olmadığı konusunda araştırmacılar ortaklaşıyor, ancak ilk defa onlar akıl erdirmiş.(*)
Kızıl bayrak, isyan tarihinde ilk olarak köleler tarafından kullanıldığı belirtilir. Kızıl bayrak Britanya'da ilk olarak Merthyr ayaklanması sırasında Galler’de dalgalandırılıyor.
1831 yılında, William Crawshay'in sahibi olduğu kömür madenlerinde çalışan işçilerin bazılarının işten atılması, kalan işçilerin de ücretlerinin düşürülmesi kanlı bir ayaklanmaya yol açar. Madendeki işçiler, ücretlerin eski haline getirilmesi ve işten atılan işçilerin geri alınması talebiyle protesto eylemlerine başlar, patronun geri adım atamaması sonucu grev kararı alır. Yayılan grev dalgası hak talebinin yükselmesiyle birlikte büyük bir eyleme dönüşür, esnafın, şehir merkezinde ekmek fiyatları üzerine yaptığı toplantıdan haberdar olan işçiler, toplantının yapıldığı hanın önüne kadar ilerler. Burada Britanya askerlerince durdurulan işçiler, temsilci yollayarak, ekmek ve peynir fiyatlarının eski haline döndürülmesine ilişkin taleplerini yinelerler. Ancak talepleri kabul edilmez ve eylemlerine son vermeleri istenir. İşçiler dağılmayı reddedince üzerlerine ateş açılır ve çoğu işçi hayatını kaybeder.
Bunun üzerine işçiler daha da öfkelenerek eylemin çapını büyütür ve ölen arkadaşlarından birinin kana bulanmış gömleğini bir sopanın ucuna takarak bunun etrafında yeniden toplanırlar. Diğer yerleşimlerden insanların da katılımıyla kent işgal edilir. Mayıs ayından Ağustos ayına kadar süren işgalin ardından büyük bir askeri birlikle burjuvazi kenti yeniden ele geçirir ve isyanın öncüleri idam edilir.
Kızıl bayrak Fransa’da öncülerin elinde görünür. Fransız Devrimi yıllarında Jakoben kulübünün bayrağı kızıldır. 1848’de Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’nun yayımlandığı, Luis Philippe ile birlikte Fransa’da işçi sınıfının ve mücadelesinin yükseldiği dönemde kızıl bayrak artık tartışmasız işçilerin bayrağıdır. 1848’de, mücadele sürecinde, kızıl bayrağın Fransa’nın resmi bayrağı olması talebi Lamartine tarafından hükümete önerilir. Öneri reddedilir ve Fransız devrimindeki üç renkli bayrak kabul edilir, üç renkten ilkinin kızıl olması kararlaştırılır.
1848 sürecinin ardından 1871’de kızıl bayrak artık uluslararası bir anlam kazanacaktır. Paris Komünü’nde işçi sınıfının bayrağı kızıldı, sınırları aştı. Kızıl, uluslararası işçi sınıfının kendi devletini kurma fikrini somutlarken, insanlığın umutlarını Paris sokaklarından dünyadaki diğer mücadelelere taşıdı. Rusya’da olduğu gibi…
Kızıl yıldız ve orak çekiçBirinci paylaşım savaşında ve öncesinde emperyalistler kendi ulusal bayraklarını yükseltirken Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler işçilerin uluslararası bayrağını, kızıl bayrağı yükseltiyordu. İlk işçi devleti Sovyetler Birliği (SSCB), işçilerin “kızıl bayrağıydı”. Sovyetler kızıl bayrakla birlikte sosyalizm mücadelesine yeni bir sembol ekledi. Orak çekiç ve kızıl yıldız…
Çekiç sanayi işçisini, orak tarım işçisini, yıldız ise sosyalizmin ordusunu simgeler. İlk başlarda SSCB’nin bayrağı düz kızılken, orak çekiç, sadece askeri arma ve madalyalarda kullanılıyordu. Beyazların yenilmesi ve Rusya’yla diğer ülkelerde işçi iktidarının kesinleşmesiyle orak çekicin kullanımı resmileşti. Orak çekiç ve kızıl yıldız 1924’ten sonra resmi olarak SSCB bayrağında yerini aldı.
Kızıl yıldız, ilk başlarda Birinci Savaş’ta yer alan ve başkaldıran Rus askerlerinin kullandığı semboldü. Kullanılagelen, sadece kenarları kırmızı renkli olan beş kenarlı yıldız, Troçki komutanlığındaki Kızıl Ordu askerlerinin içi dolu beş kenarlı yıldızı oldu ve arma olarak taşındı. İç savaş dönemi fotoğraf ve afişlerinde görülebileceği gibi kızıl yıldız Bolşevik askerlerin üniformalarında yer aldı. Beş kenarlı yıldızın işçi, köylü, asker, öğrenci ve aydın kesimi, kızılınsa sosyalizm mücadelesini temsil ettiği kabul edildi. Kızıl yıldız SSCB bayrağında altın sarısı halini alırken, ordu bayraklarında kullanılmaya devam etti.
Komünist Enternasyonal’de yer alan, SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti çizgisindeki partiler, kendi ülkelerinde verdikleri mücadelede orak çekiç ve yıldız sembollerini bayraklarında taşıdılar. SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti ile birlikte dünyanın üçte birinin bayrağı kızıl bayrak olurken, Yugoslavya, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ve Demokratik Alman Cumhuriyeti (DAC) kendi bayraklarında orijinal figürleri kullandılar. Vietnam ise Çin gibi kızıl arka alanda sarı yıldızı kullanıyor.
Yugoslavya ve KDHC kendi ulusal renkleri üzerine yıldızı, DAC üç renkli Alman bayrağını esas aldı. 1848 devrimleri sürecinde şekillenen siyah, altın sarısı ve kızıl renkli bayrağı temel alan DAC, 1959 yılından sonra ortasında kızıl arka alanda iki buğday buklesiyle çevrili çekiç ve pergel kullanıldı. BU bayrakla DAC tarım ve sanayi işçisiyle mühendisliği simgeliyordu.
Ulusal Kurtuluş ve sosyalizm mücadeleleri: AK-47 ve Kızıl YıldızKüba’da 1953’te Fidel ve yoldaşlarının Moncada baskınıyla başlayan ve 1959’da Havana’nın ele geçirilişiyle zafere ulaşan 26 Temmuz Hareketi’nde gerillalar kızıl-siyah bayrak taşıyor, Che yıldızlı beresiyle boy gösteriyordu. Latin Amerika’daki silahlı antiemperyalist ve devrimci mücadelelerinin rengi haline gelecek olan kızıl ve siyahı 26 Temmuz Hareketi’nden sonra ilk kullanan ve daha ünlü (**) hale getiren, Nikaragua’da FSLN oldu. Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (Frente Sandinista de Liberación Nacional) aynı bayrağı kullanarak, üzerine örgütün isminin baş harflerini yerleştirdi.
Sandinistler dışında kızıl ve siyah bayrak Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerce kullanıldı. Angola’da Portekiz’e karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten Angola Halk Kurtuluş Hareketi (MPLA) kızıl-siyah bayrağın üzerinde sarı yıldız kullandı. Bayrak renkleri ve sembolleri 26 Temmuz Hareketi ile Vietkong bayraklarının karışımıdır. Angola, bağımsızlık savaşı ile Portekiz’deki devrim sonrasında bağımsızlığına kavuşur. Bayraktaki kızıl ve siyah korunurken, bayrağın ortasında, bir orak çekiç gibi birleştirilmiş çark ve maşeta ile yıldız iç içe bulunur. Çark işçilerle sanayiyi, maşeta tarımı ve silahlı mücadeleyi, yıldız ise dayanışmayı simgeler. Bayrağın renginin kızıl-siyah olmasında, Che’nin Angola’daki bağımsızlık mücadelesine katılmasının etkisini unutmamak gerekir.
Diğer Portekiz sömürgesi ve Angola ile aynı dönemde bağımsızlığını kazanan Mozambik, bayrağında AK-47 bulunduran tek ülkedir. Kızıl üstüne sarı yıldız devrimci dayanışmayı, kitap aydınlanmayı, kitap üstünde AK-47 bağımsızlık savaşını, silahla çakışan çapa ülkedeki tarımsal üretimi betimler. Bayrak, Mozambik Kurtuluş Ordusu FRELIMO’nun bayrağının yeniden düzenlenmiş halidir.
Batı Almanya’da Vietnam savaşı döneminde faaliyetini sürdüren Kızıl Ordu Fraksiyonu AK-47’yi bayrağında kullanan en ünlü örgüttür. RAF olarak bilinen örgüt, ülkede özellikle ABD üslerine ve Nazi kalıntısı sermayedarlara düzenlenen suikast ve bozgunlarla dikkat çekmiş, Ortadoğu’daki halk kurtuluş örgütlerinden destek bulmuştur.
Emrah Kartal (soL)
(*) Jolly Rogger Alman ikinci ligindeki St. Pauli takımı taraftarları tarafından kullanılmaktadır. Hamburg kentinin bu semti bir dönemler açık şehirdi ve korsanların uğrak yeriydi. Şimdi Almanya’daki Neo-Nazi gruplara karşı net tavır alan bir kulüptür. Korsan bayrağının en ilerici hali bu olsa gerek.
(**) Ünlü İngiliz Punk Rock grubu The Clash Aralık 1980’de çıkardıkları albüme “Sandinista!” adını vermişlerdi. Albüm Rollingstones dergisinin tüm zamanların en iyi 500 albümü listesine girdi.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Fethullah Gülen mazoşist mi?




Cemaatin yayın organları, Gülen'in referandum açıklaması öncesinde Hocaefendi'nin 12 Eylül darbesinden ne çok çektiğini anlatan bir mağduriyet edebiyatına başladılar. Arşivde Gülen'in darbe için söylediklerine bakılırsa ya Hocaefendi'nin çok çektiği yalan, ya da kendisi ileri derecede mazoşist...
12 Eylül'deki Anayasa referandumu yaklaşırken "mağduriyet yarışı" da devam ediyor. Kılıçdaroğlu'nun "bütün darbeler CHP'ye karşı yapıldı" açıklaması ile aynı günlerde "Fethullah Gülen Hocaefendi"nin sitesine "Hocaefendi'yi de hedef almışlardı" başlıklı bir video-haber konuldu.
MHP'den CHP'ye, Saadet Partisi'nden AKP'ye kadar herkes mağduriyet yarışına girerken, Hocaefendi'nin "mağduriyet öyküsü" hepimizin gözlerini yaşartıyor.
"Hocaefendi'yi de hedef almışlardı"Gülen'in "mağduriyet öyküsü" Samanyolu TV'de şöyle özetleniyor: "Ömrünü insanlığın hizmetine adayan Fethullah Gülen, 12 Eylül döneminin mağdurlarından biri. Hiçbir delil olmamasına rağmen hakkında arama kararı çıkarılmıştı ve yine hiç ilgisinin bulunmadığı dosyalara bulaştırılmak istendi. Ancak hepsinden de beraat etti. Karanlık odaklar, onu hapishanelerde çürütmenin yollarını aramışlardı. Bugün ortaya çıkan olaylar, kendisine yapılmak istenenleri çok daha net anlatıyor."
Oysa geçmişe bakıldığında, Fethullah Gülen'in darbeler ve askerlerle ilişkisi için çok farklı bir tablo ortaya çıkıyor.
O doğuştan bir askerciGülen'in Nurcularla tanışması henüz 16 yaşındayken Erzurum’da üsteğmenlik yapan Esat Kesafoğlu aracılığı ile oluyor. Yani O, bu camiaya daha ilk adımını bir askerin yardımı ile atıyor.
"Yeter ki postal giysin"Cemal Tural, Said-i Nursi'nin mezarını yıktıran komutan olarak biliniyor ama o dönem Gülen'in "postal aşkı" o kadar fazla ki gözü başka bir şey görmüyor; "Cemal Tural o sıralarda 2. Ordu Komutanıydı. Ve hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzani hareketini adım adım takip ediyordu. O günlerde, Güneydoğu’daki bazı evlerde, Barzani’nin resimleri asılıydı. Barzani her an halkı ayaklandırabilir şeklinde şayia vardı. Cemal Tural’a karşı duyduğumuz alaka biraz da Barzani’yi yakın takibe almasından dolayıydı."
"Deniz Gezmişler devlete başkaldırınca öldürüldüler, ne merasimi"Cemaate ait Samanyolu TV'nin hazırladığı video-haberin bir sahnesinde Deniz Gezmiş'lerin idam kararını veren hakim de görünüyor. Malum, Gülen Hocaefendi'nin yanı sıra bugünün AKP kadroları da o dönemde Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde solculara saldırsalar da, bugünlerde "mağduriyet edebiyatının" dibine vurdukları için utanmazca sol değerleri sahiplenebiliyorlar. Fethullah Gülen'in Deniz Gezmiş hikayesi, haberdekinden biraz farklı. 12 Mart 1971'de gerçekleşen darbenin ardından kısa bir süre tutuklu kalan Fethullah Gülen, çıkar çıkmaz şöyle diyordu: "Deniz Gezmişler, ömürleri boyunca dine, Allah’a, mukaddesata küfrediyor, devlete baş kaldırınca öldürülüyor. Sonra da dini merasimle gömülüyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?"
"Marx'ın bayrağı altında mitingler yapılıyor, neden müdahale edilmiyor!"Fethullah Gülen, 1980 yılı Haziran ayına gelindiğinde şöyle sesleniyordu: "İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet... Bu nasıl iştir! Türkiye’de devlet ve hükümet yok mu? Ne oldu askere? Polisler nerede? Marx’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır."
12 Eylül darbesinden önce orduya böyle seslenen Gülen, darbenin hemen ardından, Sızıntı dergisinin internetteki arşivinden de bulunabilecek olan Ekim 1980 tarihli ve "Son Karakol" başlıklı yazısında şu satırları kaleme alıyor:
"Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe selam duruyoruz""Sahnenin bu rengarenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızla yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında, buna bir (sezmek) demek de uygun değildir.
Bu düşman kıskıvrak yakalama.. Ve bir zaferdir. İçtimaî bünyenin harici bir kısım eracifden temizlenme, arındırılma düşüncesiyle onu aslına irca zaferidir. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en mualla yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, bir evvelki sene selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçik’e teşekkürler sunulmuştu.
Ne var ki, yıllardan beri, binbir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar berteraf edilebilsin.
Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz."
"Kanlıya merhamet en korkunç merhametsizliktir"Sızıntı'nın bir sonraki, 1980 Kasım tarihli sayısında, binlerce kişi cezaevlerinde işkenceden geçirilirken Fethullah Gülen "Merhamet" isimli yazısı ile merhametsizlik çağrısı yapıyordu:
"Bir de, merhamet duygusunun, ölçüsüz kullanılması ve su-i istimal edilmesi vardır ki, o da, merhametsizlik kadar, belki daha fazla sevimsiz ve zararlıdır.
Yerinde kullanılan merhamet, bir ab-ı hayat, bir iksir ise, onun su-i istimal edilmesi de, bir zehir bir zakkumdur. Ve, asıl olan da, işte bu terkibi kavramaktır. Oksijen ve hidrojen, belli nisbetleriyle terkibe girince, en hayati bir unsuru meydana getirirler. Nisbet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları anda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler.
Bunun gibi, merhametin de, hem dozu, hem de kime karşı yapılacağı çok mühimdir. ‘Canavara karşı merhamet göstermek iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister’ Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir.
Eli kanlı, yüzü kanlı; gönlü kanlı, gözü kanlı; hasılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir. Böyle bir tutum ise, kurda acıyıp da, kuzuların hukukunu kâle almama gibi bir şeye benzer ki, kurtları güldürse bile, bütün âsumanı h u efgâna getirecektir.
Merhamet hissinden mahrumiyet, nasıl bir hoyratlıktır. Öyle de, “zulmü alkışlama, zalimi sevme,’’ en az o kadar, insani değerlere karşı saygısızlık ve i’tisafdır. Ve günümüzde, daha çok, bu türlü havan taslaklarına rastlanıldığı için, milletin kader çizgisinde, adalet tevzii vazifesini yüklenenlerin bunlara karşı müteyakkız olmaları gerekmektedir."
Sızıntı dergisinin arşivinden "Merhamet" yazısının son paragrafının çıkartılmış olması ise, cemaatin ve Gülen'in kendi sözlerini sansürlemesi haber değeri taşısa da, yazının kalan kısmı dahi o kadar darbe sevdalısı ifadeler içeriyor ki, özel bir değer taşımıyor.
"Kenan Evren cennetliktir"Fethullah Gülen'in mağduriyet hikayesi o kadar "hüzünlü" ki, Kenan Evren hakkındaki fetvası hepimizi ağlatıyor; "Kenan Evren cennetliktir. Koruyucu ve kurtarıcı melektir."
Bugünlerde referandumda "Evet" denmesini isteyen ve AKP'nin "12 Eylül'le hesaplaşma" söylemine destek veren, sayfalarını birtakım "solcu"lara açan cemaat, 12 Eylül Anayasası'na elbette "Evet" oyu vermişti. Cemaat, 28 Şubat'ın ardından da "Erbakan hükümeti bırakmalı, ülkeyi daha fazla germemeli" diyerek "darbe karşıtı" yüzlerini göstermişlerdi.
Cemaat ve lideri, darbelerden "çok çekmiş". Eğer dedikleri doğruysa, her darbenin ardından söyledikleri sözler, ancak mazoşizmle açıklanabiliyor.

Osman Baydemir'den çok tartışılacak açıklamalar


"... belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur" diye soran Baydemir, AK PARTİ'nin milli birlik ve beraberlik projesi olarak dillendirdiği açılıma karşılık "bir milli birlik ve beraberlik açılımı da bizden" diyerek şu görüşlere yer verdi: "Demokratik Türkiye bütün etnik kimliklerin, emekçilerin inançların hiç birtanesinin kendisini dışarıda görmediği, baskılanmadığı, kendini özgürce ifade ettiği ve aynı zamanda gelir dağılımında da adeletin sağlandığı demokratik, müreffeh bir Türkiye yaratma projesidir. Peki demokratik müreffeh bir Türkiye nasıl olacak? Özerk Doğu Karadeniz olacak Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Demokratik Türkiye Özerk Kürdistan olacak.
Biri çıkıp sen yanlış anlamışsın diyebilir ama ben böyle anladım. Ben böyle yorumluyorum. Demokratik özerklik projesinde TBMM var olmaya kesinlikle devam edecektir. Asla buna bir itiraz yok TBMM devam edecektir İstiklal Marşı, Türkiye'de okunmaya devam edecektir. Buna hiçbir itiraz yok Türk bayrağı Türkiye’de dalgalanmaya devam edecektir. Buna da hiçbir itirazımız yok ama bununla birlikte her bölgede bölgesel parlemento olacaktır. Bu bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacaktır. Türk bayrağının yanında Türkiye bayrağının yanında benim dedelerimin, hepinizin dedelerinin de katkısı ile ödemiş olduğu bedelle elde edilen ve şu an asılan bayrağın yanında elbette ki Kürt halkının da yerel renkleri, bayrağı da gökyüzünde olacktır. Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur"

“Rüyasında soyundular” diye karısı ve kızını öldürdü


Tarikat üyesi Selahattin Alkan, “rüyasında soyunduklarını gördüğü” için karısını ve kızını uykularında elleriyle boğarak öldürdü.
DHA’nın haberine göre Dudullu’da oturan Sebahattin Alkan (48), dün gece, uyumakta olan eşi Ruzkat Alkan’ı ve misafirliğe gelmiş olan, evli ve bir çocuk annesi kızı Sevgi Aslan’ı elleriyle boğdu.
Alkan daha sonra bir üst katında oturan ağabeyinin yanına çıkıp durumu anlattı. Gözaltına alınan Alkan, polise verdiği ifadede karısı ve kızını, “rüyasında soyunduklarını gördüğü için” öldürdüğünü söyledi.
Tutuklanan Alkan’ın, bir tarikata bağlı olduğunu söyleyip, “Kötü niyetli kişiler tarafından evim, yatak odam gözetleniyor” dediği öğrenildi.

"Arapça farz, Türkçe vacip, Kürtçe de caizdir"


Zaman gazetesinin 'referandumda evet' kampanyası kapsamında hazırladığı, "solcu", ülkücü ve dincilerden oluşan röportaj üçlemesinin dinci kısmına bugün Nurcuların liderlerinden Mehmet Fırıncı konuk olmuş. Fırıncı öyle bir konuşmuş ki...
Said-i Nursi'nin hayatta kalan 6 talebesinden biri olarak tanıtılan Mehmet Fırıncı, anayasa referandumu ile ilgili soruya Said-i Nursi'ye ait olduğunu söylediği "Ekmeksiz kalırım ama hürriyetsiz asla" sözleri ile başlıyor. Sanırsınız ki, bir hürriyet kahramanı ile karşı karşıyasınız.
Dünyadaki haysiyetimizi korumak için referandumda "evet" demeliyiz diyerek Anayasa tartışmalarına yeni bir boyut getiren Fırıncı Hoca, "demokratik açılım"a da değiniveriyor: Üstad hazretleri, 100 yıl önce Kürt sorununa çözüm için Van, Bitlis ve Diyarbakır'a üniversite kurulması için çalıştı."
Said-i Nursi'nin bütün cümlelerini ezbere söyleyerek çok iyi bir talebe olduğunu gösteren Fırıncı Hoca şu alıntı ile Kürt sorununa son noktayı koyuyor: "Arapça farz, Türkçe vacip, Kürtçe de caizdir."
İnegöl ve Dörtyol'daki olayları da değerlendiren "hürriyet kahramanı", yaşanan gerilime Aristocu bir mantıkla çareyi buluveriyor: "Türklerin menfi bir hareketin içine girmesi yanlıştır. Nerede Türk varsa o Müslüman'dır, nerede Kürt varsa o da Müslüman'dır. Müslüman olmayanlar Türklükten ve Kürtlükten çıkmışlardır. Biz Hz. Resulullah'ın salihleriyiz. Bunu kabul edelim ve kardeşlikle bu güzel vatanda beraber olalım."
Mehmet Fırıncı'nın ülkemiz meselelerine dair değerlendirmeleri o kadar ilgimizi çekti ki, eski röportajları var mı diye biraz baktık.
İşte iki örnek;
Zaman muhabiri (Yıl 2006): Siyasete elini veren kolunu kaptırır. Yani bir kirlilik akmadı mı politikadan size?Zarar vermedi değil. Ama mesela şu anda imam hatipleri kapatmak için her türlü tedbiri alıyorlar. Biz milli eğitim bakanlarından hep müspet insanları tayin ettirme hususunda istifade ettik. İmam hatiplerin artmasını temin etmek sadedinde Demirel'in dindarlar tarafında söz söylemesini temin ettik. En küçük bir yanlış konuşma olunca, Demirel'i ikaz ediyorduk.
Sabah (2004): ABD'yi nasıl değerlendiriyorsunuz?Bediüzzaman Avrupa'yla değil de Amerika'yla müttefik olmak gerektiğini, Demokrat Parti hükümetinin Amerika gibi büyük bir devlet ile müttefik olmasını istedi. O zamanki ABD idaresinde dünyayı hayra götürmeye çalışan ekipler vardı. Ama 1969'da çıkan İslami hareketler 'Rusya neyse ABD odur' diye yanlış bir tavır aldılar. Katiyen iştirak etmedik. O zamanki İslamcı liderler Ortak Pazar'a girersek biz Hıristiyan oluruz diyordu. Bizse 'Avrupa Birliği bizi kabul etmezse, buraya gelmezse, biz oraya gideriz, onları Müslüman yaparız' diyorduk
Mehmet Fırıncı hocanın değerli röportajlarına daha sık yer verilmesini yandaşlardan rica ediyoruz. Ülkemiz bu dehadan mahrum kalmamalı, değil mi?

Gülen'in mesajında bu tartışılıyor


Fethullah Gülen'in referandumla ilgili mesajında söylediği bazı sözlerin, yandaşlarına "Ne gerekiyorsa yapın, her yol mübah" mesajı olup olmadığı tartışılıyor.
Konuşmalarında üstü kapalı mesajlar vermeyi seven bir kişi olarak bilinen Fethullah Gülen'in, referandumla ilgili mesajında söylediği sözler, yandaşlarına "Ne gerekiyorsa yapın" mesajı olarak yorumlanıyor.
Gülen, mesajında şöyle dedi: "Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda 'Evet' oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da.. Ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır."
Bu sözlerin cemaate her yolu kullanmaları için yeşil ışık anlamına mı geldiği merak ediliyor.

Kılıçdaroğlu’nun emek açılımı da böyle olur!


Emekten yana bir parti olduklarını vurgulayan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu;, işçi, çiftçi ve esnafın yanı sıra sanayicinin de emeğine sahip çıktıklarını söyleyerek, ‘emek’ anlayışının farklılığını ortaya koydu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, miting için gittiği Rize’de Tek Gıda-İş Sendikası Bölge Başkanlığını ziyaret etti. 3 Nolu Şube Başkanı Ziya Aksoy ve diğer sendika üyeleriyle görüşen Kılıçdaroğlu, hükümeti eleştirdi. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının devamında emekten yana olmak üzerine söyledikleri ise şaşkınlık yarattı.
Geçtiğimiz aylarda Rize’de, Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş ile Hak-İş’e bağlı Öz Gıda-iş arasında Çaykur’da yetki konusunda yaşanan hukuki süreci bildiğini dile getiren Kılıçdaroğlu, hükümetin bütün sendikalara eşit yaklaşması gerektiğini belirtti. Kılıçdaroğlu, çalışanlara haklarının eşit şekilde verilmesi gerektiğini söyleyerek, “ Demokrasiden, eşitlikten bahsediyorlar ama işçileri sürmekten çekinmiyorlar, bu yanlıştır'' dedi.
Konuşmasında TEKEL işçilerinden de bahseden Kılıçdaroğlu, ''Başbakan bu işçilere 'kul hakkı yiyorlar' demişti. Böyle bir şey olabilir mi? Soruyorum buradakilere, kul hakkı mı yiyorsunuz? Biz emekten yana bir partiyiz. İşçinin, çiftçinin, esnafın, sanayicinin emeğinin, üretenin, çalışanın yanındayız'' diye konuştu. Kılıçdaroğlu'nun sendikaya yaptığı ziyarette işçinin emeğinden bahsederken, sanayicinin "emeğini" de vurgulamayı tercih etmesi dikkat çekti.
Kul hakkı mı dediniz?"Emekten" yana olduğunu savunan Kılıçdaroğlu'nun, "emeğini" vurguladığı sanayiciler işçiler söz konusu olduğunda kul hakkını pek önemsemiyorlar.
Geçtiğimiz aylarda “Ağır ve Tehlikeli işler Yönetmeliği”nde değişiklik yapılmasını sağlayan sanayiciler, bu kapsamdan çıkarılan 45 işkolunda çocukların da çalıştırılmasının önünü açmışlardı. Aynı zamanda, bu işlerin yönetmelik kapsamı dışına çıkarılması ile kadın işçilerin ayda beş gün adet izin kullanmaları da engellenmiş oldu.
Bu süreçte, kadınların yoğun olarak çalıştıkları tekstil iş kolunda faaliyet yürüten patronlar etkili olmuşlar, Gaziantep şirketlerinden SANKO Holding’in patronu Abdulkadir Konukoğlu, yönetmelik değişmezse 4 bin kadın işçiyi işten çıkarmakla tehdit etmişti.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Temmuz ayında yayınladığı raporda, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun patronları zor durumda bıraktığını savunarak, işverenlerin iş güvenliği konusunda “her koşulda ceza alıyorsak, tedbir almasak da olur” rahatlığı ile hareket edebileceğini ifade etmişti.

'Sosyalizmden geri dönüş yok'

Küba'da bazı alanlarda devlet denetimini azaltacağını açıklayan Raul Castro, "Ancak sosyalizmden geri dönüş yok" dedi.
HAVANA - Küba Devlet Başkanı Raul Castro, zor durumdaki ülke ekonomisini canlandırmak için geniş kapsamlı piyasa reformları yapmayı planlamadığını ancak bazı alanlarda devlet denetiminin azaltılacağını açıkladı.
Bu kapsamda daha fazla sayıda kişiye kendi işlerini kurma imkanı verilecek. Raul Castro, kamu çalışanlarına yapılan ödemelerde de kesintiye gideceklerini söyledi.
Küba lideri, parlamentoda yaptığı konuşmada, sosyalist sistemden geri dönüş olmayacağını vurguladı.
ÇALIŞMADAN YAŞANABİLECEK TEK YER KÜBA OLMAYACAK79 yaşındaki Castro, yeterli derece verim alınamayan kamu sektörü çalışanlarının işine son verileceğini belirterek "Küba'nın dünyada insanların çalışmadan yaşayabildiği tek yer olduğu olgusuna ilelebet son ver vermeliyiz" dedi.
Yabancı basında yer alan "Kapitalist reçetelere" dayalı ekonomik reformlar planlandığı yolundaki haberleri reddeden Raul Castro, Komünist Parti içinde değişimin hızı ve derinliği konusunda görüş ayrılıkları olduğunu da yalanladı. Castro, devrim etrafındaki birliğin her zamankinden daha güçlü olduğunu söyledi.
Küba'da bu yılın başlarında bazı kuaförlerin kendileri için çalışmalarına izin verilmişti. Bu uygulamanın başka alanları da kapsayacak şekilde genişletilmesi bekleniyor.
Raul Castro, konuşmasında ilk kez 52 Kübalı muhalifi serbest bırakma kararına da değindi. Castro, bu kişilerin fikirleri nedeniyle değil, Amerika için çalışarak "karşı devrimcilik" suçları işledikleri için hapse atıldıklarını söyledi.
DEVRİM GÜÇLÜ OLUNCA, CÖMERT OLABİLİRKüba lideri, "Devrim, güçlü olduğu için cömert olabilir" dedi.
48 yıldır Amerikan ambargosu altında olan Küba'da son iki yıldır yaşanan ağır ekonomik kriz nedeniyle ithalata sınırlama getirilmişti.
Küba'nın en önemli ihraç kalemlerinden biri olan nikelin satışı düşerken turizm gelirleri de azalmıştı.