8 aydır Metris Cezaevi'nde tutuklu bulunan Cübbeli Ahmet Hoca, cezaevi günlerini anlattı, Aziz Yıldırım ve Fethullah Gülen'le ilgili ilginç ifadeler kullandı.Kamuoyunun 'Cüppeli Ahmet' olarak bildiği Ahmet Mahmut Ünlü , Karagümrük Çetesi'ne yapılan operasyondan sonra 'fuhuş' iddiasıyla tutuklanmıştı. Özgün tarzı ile bir 'pop star' kadar ünlenen Cüppeli, 8 aydır cezaevinde. Kendisine büyük bir komplo kurulduğuna inanıyor.
"Her şey jet ski ile başladı" diyen Hoca, 'uluslararası odakları' işaret ediyor. Kendisine komplo kurabilecek ülkeler olarak İsrail , ABD ve İran 'ı gösteriyor. 'Fuhuş' iddiasını da reddeden Cüppeli, "Ben zina yapmadım. İslami ölçüden sapmadım" diyor. Poliste kendisine 'Seni rezil edeceğiz' denildiğini söyleyen Cüppeli'ye göre halk iddialara inanmadı. Cüppeli, "Eskiden sevenlerim vardı, şimdi fanatiklerim oldu. İtibarım da cemaatim de kat kat büyüdü" diyor.
Radikal gazetesinden Ömer Şahin'in haberine; "Beni susturmak istediler" diyen Cüppeli Ahmet Hoca, büyük bir komployla karşı karşıya olduğunu savunuyor. "Bunlar 2-3 polisin yapacağı işler değil, memlekette ajanlar cirit atıyor" dedikten sonra şunları anlattı: " TV programlarım çok tesirli oldu. Türkiye 'yi salladı. Teke-Tek'e çıkmadan iki gün önce bir Başbakan Yardımcısı arayıp engellemek istemiş. Ben Mahmut Efendi'den izin alarak çıktım. Beni kontrol edemezler. Mahmut Efendi'den başkasına biat etmem. Vatanseverliğim, milliyetçiliğim dağdaki çobanı bile etkiledi. Askeriye, samimi miyim, değil miyim öğrenmek için yüz kontrolü yaptırmış. 10 milyon izleyicim oldu. Beni Danıştay üyesi de Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi de izledi. Adnan Hocacılar, Diyalogcular, İrancılar hepsi rahatsızdı. İran Sefiri ülkesine davet etti, gitmedim. Ben kendimi küçük görürüm. Birileri beni büyük görüp oyun oynamak istediler." Cüppeli, kısa sürede tahliye olacağına da ihtimal vermiyor. O yüzden yargı paketine umut bağlamıyor.
Samanyolu TV izliyorCüppeli Ahmet Hoca sağlık sorunundan dolayı Metris'te revirde kalıyor. Kalbine stent takılı. Behçet ve şeker hastalıklarından raporlu. Yoğun ziyaretçisi var. CHP , MHP milletvekilleri gelmiş. AKP 'den gelen milletvekili yok. Siyasi görüş olarak her kesimden ziyarete gelenler olmuş. Solcular, Alevilerden de gelenler olmuş. 28 Şubat sürecinde de cezaevinde yattığı için demir parmaklıkların yabancısı değil. Dini ritüellerini burada da sürdürüyor. Günde 2 saat tarikat dersini ihmal etmiyor. Binlerce mektup gelmiş. Hayranları neler yazmış, neler? Yemeden içmeden kesilenler, tatilini iptal edenler… Vaaz veremiyor, ama her hafta 30 sayfayı bulan mektup yazıyor. Radyoda 'mektuplu vaaz' okunuyor. Hoca, cezaevinde 7 aydır ağzına et ve ürünlerini sürmemiş. "Helal" olup olmadığından, kesim şartlarından şüphe duyuyor. 28 Şubat döneminde de cezaevinin etlerini yememiş. Cüppeli, daha önce "Saman TV " dediği "Dansöz izleyin daha iyi" diye dizilerini eleştirdiği Samanyolu TV 'yi izlemeye başlamış: "Haberleri oradan izliyorum. Mahkemeleri, ÖYM'leri en fazla onlar veriyor." Cüppeli, İsmail Ağa Cemaati lideri olan Mahmut Efendi'ye çok düşkün. "En çok o mübareği özledim" diyor. Cemaatle sohbet etmeyi, TV programlarına çıkmayı sabırsızlıkla beklediği izlenimini de aldım. Tahliye olursa mutlaka TV 'lerde yer alacak. Bu sene Umre'ye gidememiş. Mekke ve Medine'nin gözünde tüttüğünü anlatıyor. Eşinin, şeker hastalığına uygun yaptığı zeytinyağlı yemekleri de özlemiş.
'Ben takımlar üstüyüm'Cüppeli Ahmet Hoca'nın Metris'te revir komşusu Aziz Yıldırım 'dı. İkilinin dostluğu günlerdir dillerde. Aziz Başkanın Cüppeli'yi FB'li yaptığı, "En büyük Fener" dedirttiği de gazetelere yansıdı. Peki, bütün bunlar doğru mu? Cüppeli ne diyor? Bir defa Cüppeli, Aziz Yıldırım 'ı çok sevmiş. Hürmet ediyor. Birçok iyiliğini gördüğünü söylüyor. Aziz Yıldırım yaşça büyük olduğu için O'na "Baba" diyormuş. Bir ziyaretçisinin yanında "Baba" dediği Aziz Başkan için "O'nun tebaatinden olduk" demiş. Oysa bu söz dışarıya farklı yansımış. "FB tebaati" olarak haber olmuş. Peki, Aziz Yıldırım 'la bu kadar samimi olan Cüppeli, FB'li mi oldu? "En büyük Fener" mi diyor? Cüppeli, medyaya yansıyan haberlere şaşırmış ve üzülmüş. Hiçbir zaman takım tutmadığını söylüyor. "Ben takımlar üstüyüm" diyor. Niye herhangi bir kulübün taraftarı olmadığını da şöyle anlatıyor: "Ben kamuya mal olmuş bir insanım. Galatasaraylı amigo Sebo da, Fenerbahçe amigosu Sefa da benim cemaatim. Her takımdan insanlar sohbetime geliyor. Bu durumda olan insanın takım açıklaması uygun olmaz." Cüppeli Ahmet Hoca, Metris'te "En büyük Fener" dediği şeklindeki habere de tepkili. "Böyle bir şey olabilir mi?"dedikten sonra, "Vaazlarımda ' En büyük Allah' demiş insanım. En büyük Fener diyebilir miyim" diye soruyor. Cüppeli, maç izlemenin 'boş iş' olduğunu ve böyle işlerle vakit kaybetmediğini de belirtiyor.
Cüppeli Ahmet Hoca, FB'nin şampiyonluğu için dua ettiğini ise gizlemiyor. Aziz Yıldırım 'ın kendisinden dua talep ettiğini söyleyen Cüppeli, "Aziz Başkan'ı sevdim, saydım. Çok mahzundu. Diğer başkanlar dışarıda, o tutukluydu. Sevinsin diye dua ettim. Komşuluk hakkı var. Başkan, 'Hocam dua et' derdi, bazen devre arası dua isterdi. Bir seferinde 'Dua et, kale kapansın' dedi, o maç FB gol yemedi, top içeri girmedi. Ben kim isterse dua ederim."
Aziz Yıldırım , Cüppeli'den liglerin bitmesine 3 ay kala dua istemeye başlamış. Lig Şampiyonu Galatasaray olunca Cüppeli ile Yıldırım arasında ilginç bir diyalog yaşanmış. Cüppeli, Aziz Başkan'a söylediği o sözleri gülerek anlatıyor: "Siz benden dua istediğinizde 9 puan fark vardı. O puan farkı kapandı. Yüzde yüz duayla. GS buçuk puanla şampiyon oldu. 104 kitapta buçuklu duanın yeri yok. Keşke benden daha önce dua isteseydiniz."
Gülen'i rüyamda gördümCüppeli Ahmet Hoca'nın Fethullah Gülen grubuyla arasının iyi olmadığı bilinir. Cüppelinin cezaevine girişinden cemaati sorumlu tuttuğu, hatta Kamer Genç 'e "Bana komplo kurdular" dediği basına yansımıştı.
Cüppeli ile Fethullah Gülen ve camiayı da konuştuk. İşte Cüppeli Ahmet Hoca'nın Fethullah Gülen'le ilgili görüşleri:
"Fethullah Hoca grubu nezih bir cemaat. Hocaefendi'ye saygı duyarım. Mahmut Efendi de kendisini sever, sayar, laf söyletmez. Bunun şahidiyim. Hocaefendi'nin kanunsuz işlere razı olacağını düşünemem. Bu işi onlara konduramam. Belli ki birileri bizi birbirimize düşürmek istedi. Biz bu oyuna gelmedik. Ben 'Cemaat bana komplo kurdu' demedim."
Cüppeli, Fethullah Gülen'i geçtiğimiz günlerde rüyasında görmüş. "Rüyada bana bildirilir, benim rüyam çıkar" diyen Hoca, "Kendisini çok iyi gördüm. Bana dua ediyordu. Üzüldüğünü söylüyordu" dedi.
Ruhban Okulu'na tepkiliCüppeli Ahmet Hoca, hükümetin bazı politikalarına karşı. Bunlardan birisi 4+4+4 olarak bilinen yeni eğitim modeli. "Bize göre 5 yıl zorunlu olmalı. Ondan sonra isteyen istediği yere gitmeli" diyen Cüppeli, Ruhban Okulu'nun açılmasının çok tehlikeli olacağına inanıyor. Gerekçesi de ulusalcıların bakışını aratmıyor: "Din adamı ihtiyaçları yok. Bunlar ajanlık, misyonerlik yapacaklar. Eğer Yunanlılar işgal etmiş olmasaydı, Batı Trakya 'daki Müslüman Türklere hakları verilseydi o zaman açılabilirdi" diyor. Osmanlı zamanında Ruhban Okulu'nun açık olduğunu hatırlatınca da, "Fatih verdi çünkü Osmanlı güçlüydü. Bugün güçlü değiliz. Tehlikelerle karşı karşıyayız" gerekçesini dile getiriyor.
'İçeri girdim, itibarım 1500 arttı'Cüppeli, "fuhuş" iddialarını "faso fiso" olarak niteliyor. Üstüne basa basa, "Başımdan birkaç nikâh geçti ama İslam 'a aykırı bir şey yapmadım, zina yapmadım" diyor. Karagümrük çetesiyle ilgisi olmadığını, Ergenekon 'u bilmediğini de söylüyor. 'Organize'de gözaltındayken, "Seni Türkiye 'ye rezil edeceğiz" dediklerini aktaran Cüppeli, "Bana büyük, karma bir komplo var ama anlayamadım" diyor. Cüppeli'ye göre halk kendisine yönelik suçlamaları kabul etmedi. Bunun en büyük ispatı olarak halkın ilgisini gösteriyor. Tutuklandıktan sonra itibarını da cemaat sayısını da arttırdığını söylüyor. "7 ayda yeni cemaatler edindim. İtibarım 1500 arttı. Ben tahliye olamadım diye hastalananlar olmuş. Annemin cenazesine 60 bin kişi katıldı." Cüppeli'nin bir de beddua ettikleri var. Onları da açıklıyor: "Annem durumuma çok üzülmüştü. Bu zulme alet olanları annemin katili olarak görüyorum. Komplo kuranlara, bilerek tertip edenlere çok beddua ediyorum."
'Cennette bile cüppeli olmak istiyorum'Cüppeli yıllardır sakalı ve cüppesiyle göz önünde. Cezaevinde de kılık ve kıyafetini değiştirmemiş. Bu cüppeyi ne zaman çıkarmayı düşündüğünü sordum. "Hiçbir zaman" demesini bekliyordum ama Cüppeli daha ötesini söyledi. "Cüppe benimle mezara gidecek. Hatta cennette bile cüppeli olmak istiyorum."
'Her şey Jet Ski ile başladı'Cüppeli'yi kamuoyunda daha geniş kitleye tanıtan Jet-Ski'li görüntülerdi. Hoca, "Her şey Jet Ski ile başladı" derken o görüntülerin kendisini itibarsızlaşmak için kullanıldığını, işin arkasında ABD , İsrail ya da İran 'ın olabileceğini söylüyor. Cüppeli'ye göre Çeçenistan, Doğu Türkistan sorunlarına el atması, dinler arası diyaloga karşı çıkması, İran Şia'sına karşı olması kendisini hedef haline getirdi. Jet-Ski olayından sonra TV programlarına çıkması çok dikkat çekmiş.
8 Temmuz 2012 Pazar
12 Haziran 2012 Salı
"Türkiye Ortadoğu'nun Kolombiyası"
Arap Baharı’nın artçı sarsıntıları sürüyor. Mısır’da tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu 16-17 Haziran’da gerçekleşecek. Suriye dünya gündeminin tepesinde duruyor…
Bunları ve Avrupa’nın içinde bulunduğu krizi konuşmak için iyi bir isimdi Samir Amin. Zira “Le Monde arabe dans la longue durée, le printemps arabe?” (Uzun dönemde Arap dünyası, Arap Baharı mı?) adlı kitabı yeni yayımlanmıştı ve 25 yıl önceki “Avrupamerkezcilik” kitabından bu yana bu kıtanın sıkı bir politik takipçisiydi. Üstelik Kahire’de doğmuş, Fransa’da okumuştu; Senegal’in başkenti Dakar’da yaşıyordu ve Üçüncü Dünya Forumu’nun direktörüydü.
Dahası sıkı bir Marksist’ti. Hatta bana Amin’in telefonunu veren dostum onu “çağdaş Marx” olarak adlandırıyordu. Neticede “Çağdaş Marx” ile bu konuları da konuştuk ama söz dönüp dolaşıp Türkiye’ye, AKP’ye ve Başbakan Erdoğan’a geldi. Heyecanlı sohbetin gerilimli anları ise ortalığı kızıştırmak için takındığım müdafi pozisyonundan doğdu…
“PATLAMA ZATEN BEKLENİYORDU”
Arap Baharı nasıl başladı? Sebep ekonomik miydi, sosyal mi, ideolojik mi?..
Mısır başta olmak üzere Tunus, Suriye ve diğer ülkelerde Arap halklarının patlaması bekleniyordu ve hiç sürpriz değildi. Nedeni çok. Birincisi, büyüyen fakirlik, sosyal koşulların bozulması ve artan işsizlik. İkincisi, demokrasi eksikliği ve rejimin giderek daha çok polis rejimine dönüşmesi. Üçüncüsü, ABD ve İsrail’e boyun eğme ve bağımsız milli politikaların terk edilmesi. Bu üçü birleşti ve durum Arap halkları için artık çekilmez hale geldi.
Bu noktaya nasıl gelindi?
Bandoung sürecinden (1955’te Endonezya’nın Bandoung kentinde 29 Afrika ve Asya ülkesinin katıldığı konferans) yaklaşık 1970’e kadar Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı, dönemin Suriye ve Irak’ı, Huari Bumedyen’in Cezayir’i ve sosyalist Güney Yemen gibi bazı Arap rejimleri antiemperyalistti ve ilerici sosyal hareketin öncüleriydi. Sosyalist demiyorum, ilerici sosyal politikalardan bahsediyorum. Bunlar elbette demokratik değildi çünkü tek parti rejimleriydi. Ama halklarının gözünde meşru rejimlerdi. Çünkü üretim ekonomisini göreceli olarak dışarıdan bağımsız ve etkili biçimde gerçekleştiriyorlar, bu da olumlu sosyal sonuçlar doğuruyordu. O dönemde neredeyse herkes iş sahibiydi, şaşırtıcı bir eğitim veriliyordu, sağlık, ulaştırma ve konut sistemi çok düzelmişti. Ayrıca eğitim sayesinde özellikle alt sınıflardan orta sınıfa doğru sosyal hareketlilik sağlanmıştı.
Bu durum ne kadar sürdü?
Mısır’da 1954’ten 1970’e, Nasır’ın ölümüme kadar. Cezayir’de 1962’den Bumedyen’in ölümüne kadar. BAAS’ın Suriye ve Irak’ında da aynı dönemlerde gerçerliydi.
Bu aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin yükseldiği dönem değil miydi?
Kesinlikle. Bu rejimlere meşruiyetini antiemperyalist oluşları da veriyordu. Onlara “nasyonal popüler” rejimler diyorum ben zaten. Tabii bu rejimlerin bir süre sınırı vardı bu da demokratik olmayan rejimlerin sınırıydı. Diğer yandan emperyalist güçlerin güçlü ve şiddet dolu düşmanlığını kazanmışlardı. Şiddet dolu derken mesela İsrail’in başlattığı bitmeyen savaşları kastediyorum. 1956’da, 1967’de, 1973’te… Sonuç olarak bu rejimlerin soluğu tükendi. Buna dünya çapında yaşanan değişim de eklendi. 1964-80 arasında liberal kapitalizmin saldırısı vardı. Bu rejimler de yerlerinde kalabilmek için neo-liberalizme eklemlendiler. Neo-liberalizmin şartlarına boyun eğmek için antiemperyalist, nasyonal popüler ve bağımsız stratejilerinden vazgeçtiler. Mısır’da Nasır’ın ölümünden sonra Enver Sedat tarafından kaba ve hoyratça yapılan bu boyun eğme Hüsnü Mübarek tarafından sürdürüldü. Cezayir’de de aynı şekilde Bumedyen’in ölümünden sonra (1978) Şadli Bin Cedid hükümeti tarafından gerçekleşti. Suriye’de liberalizm Hafız Esad’la başladı. Bu rejimler yerlerini korumak için kapitalizme teslim oldular. Bütün bunlar, çok kısa sürede sosyal bir felâkete yol açtı. Önceki dönemin bütün kazanımları kaybedildi. İşsizlik, fakirlik, eğitim ve sağlık sistemlerinin çöküşü dönemine geri döndük. Buna emperyalist politikalara boyun eğme eşlik etti. Mısır’da bu Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek’le açık bir şekilde yapıldı. Mesela İsrail’le barış ilan edildi. Diğer Arap ülkelerinde ise yarı gizli gerçekleşti bu boyun eğme. Bu doğal olarak ileride bir patlamaya yol açacaktı tabii…
“ARAP BAHARI YOK”
Arap Baharı bu noktadan sonra nereye evrilir? Anti-emperyalist bir dalga yaratır mı peki?
Ben bugüne kadar bir Arap Baharı olduğundan bahsetmedim. Bu yüzden kitabımın adının sonuna soru işareti koydum. Bir patlama ya da hareket var. Bunun farklı bileşenleri var. İşsizlik, fakirlik gibi sosyal meselelere isyan edenler; işçi sendikaları gibi kendi konumlarının iyileşmesi için mücadele edenler; liberalizmin ürünü olan artan kamulaştırma politikalarına direnen çiftçiler; polis rejimine direnen ve demokrasi isteyen orta sınıflar… Ayrıca gerçekten bağımsız ve anti-emperyalist bir rejim isteyen genel bir milli duygu da var. Ama bu bileşenler ülkeden ülkeye değişiyor. Bunlar halihazırda net bir programla, alternatif sunarak, ortak bir stratejik amaçla cephe oluşturabilmiş değiller.
Bu mümkün mü?
Bugüne kadar, reaksiyoner yerel oyuncuların oyunu olarak görülüyor bu hareket. Bunlar ne genel ekonomi ne ABD’ye boyun eğme politikalarını değiştirmek istiyorlar. Sadece daha az polisiye bir rejim talep edebilirler -demokratik değil. Bu gerici güçleri farklı Arap ülkeleri çerçevesinde analiz ettim. Mısır örneğinde, temel gerici güçlerin iki ayağı var. Bir tarafta ordunun komuta kademesi, diğer tarafta Müslüman Kardeşler. Bunlar birbirine düşman değil, müttefik. Aralarında güç rekabeti var ama müttefikler. Ve başta ABD olmak üzere emperyalizm tarafından destekleniyorlar. Amaçları, atasözünde olduğu gibi: Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirmek.
ABD veya Batı’nın Müslüman Kardeşler gibi İslamcı grupları Ortadoğu’da kullandığını mı söylüyorsunuz?
Kesinlikle. Onlar temel müttefikleri. Batı’nın İslamcılar’a karşı bütün o retorikleri, gevezelikleri yalan. Ayrıca bunlar sadece Mısır’da temel müttefikleri değil. Türkiye’de de böyle.
AKP’den mi bahsediyorsunuz.
Evet. Bunu ayrıca konuşuruz isterseniz. Ama bu ittifak bugüne kadar hareketi yönlendirmeyi başardı. Bu yönlendirmeyle gerici hareketler Mısır’da komedi bir seçim organize ettiler. Parlamento seçimlerinden Müslüman Kardeşler ve Selefiler zaferle ayrıldı çünkü Körfez ülkelerinin milyon dolarlarını kullandılar. Ayrıca askeri rejim onlara sınırsız bir özgürlük verirken diğerlerine hiç tolerans göstermedi.
Kime?
Bu hareket içindeki ilerici güçlere. İşçilere, sosyalistlere, demokratik oluşumlara, çiftçi hareketine; eğer buna bir devrim dersek bu devrimi gerçekten yapan insanlara… Şimdi komedi seçimlerin ikincisindeyiz: Cumhurbaşkanlığı seçimleri. İlk etapta üç aday vardı. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi, oyların yüzde 24’ünü aldı. Eski general, Mübarek’in son başbakanı, eski rejimin adamı Ahmed Şefik, yüzde 23 aldı. Ve hareketin gerçek anlamda tek temsilcisi Hamdin Sabbahi yüzde 21 aldı. Ben bu rakamları kabul etmiyorum. Her şeyi Sabbahi ikinci turda olmasın diye düzenlediler. Çünkü ikinci tura kalsaydı büyük ihtimalle zafere ulaşacaktı. Gerçi şimdi de çok karmaşık bir ortam var. Askeri rejim Mursi’yi suçluyor ki haksız da değiller. Mursi çocuklarının Amerikan vatandaşlığına geçmesini kabul etti. Bu da aslında başkanlık seçimlerine katılmasını engelliyor.
Yani Arap Baharı başladığından bu yana Mısır için bir şey değişmedi.
Öyle demiyorum. Gerici güçlerin amacı hiçbir şeyi değiştirmemekti. Amaçlarına ulaşamayacaklarını ve mücadelenin süreceğini düşünüyorum.
Batı’nın pozisyonu da “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi” mi?
Tunus ve Mısır için bütün propagandaları devlet başkanları üzerine yoğunlaşıyordu. Tunus’ta her şey iyiydi ama Bin Ali kötüydü; Mısır’da her şey iyiydi ama Hüsnü Mübarek katildi. Ama mesele sistem, devlet başkanları değil.
“İSLAM DEMOKRASİDE ÇÖZÜNÜR MÜ?”
Müslüman Kardeşler’in Batı tarafından kullanıldığını söylediniz. Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları zaten yeterince Müslüman hatta “İslamcı” değil mi?
Halklar şunu veya bunu istiyor diyemezsiniz; bu karmaşık bir mesele. Halklar şu anda bir karışıklık ve yanılgı içinde. Müslüman Kardeşler’in gücü topluma yerleşmiş (nüfuz etmiş) durumda. AKP’nin Türkiye’ye yerleştiği gibi. Bu, gerçekliği olmayan bir gecekondu partisi değil elbette. Ama onların bu toplumlara yerleşmesinin nedeni giderek artan fakirlik. Emperyalistler tarafından kullanılan liberal gelişme modelinin ve kapitalist sistemin ürünü olan fakirleşme, halk kitlelerini yaşamaları için günlük bağımlılıklara itiyor. Burada İslamcı partiler onların yardımına geliyor. Özellikle Arap ülkeleri ve Mısır’da Körfez sermayesi sayesinde Müslüman Kardeşler topluma nüfuz ediyor. Artan yoksullukla Müslüman Kardeşler’in topluma yerleşme hızı arasında doğrudan bağlantı var.
Neden sol bu işlevi göremedi Arap toplumlarında?
Belki bir gün olur. Kastımız demokratik halk hareketiyse bu anlamda sol güçlü aslında. Bağımsız sendikalar grevler düzenliyor, çiftçinin, işçinin direnişi sürüyor. Ama ilerleyebilmek için bu organizasyonları tolere edecek az da olsa demokratik bir atmosfere ihtiyaçları var. Rejimse özgürlükleri neredeyse sıfıra indirdi. Dolayısıyla bu çok zaman alacak.
Sol ve siyasal İslam yan yana gelir mi?
Elbette Mısır’da sadece Müslüman Kardeşler yok. Sosyalistlere ve halk güçlerine karşı olmayan, aynı zamanda anti-emperyalist olan küçük İslamcı gruplar da var…
Eski bir tartışmadır ama İslam ve demokrasi bir arada olamaz mı?
Ben bu soruyu şöyle soruyorum: İslam demokraside çözünür mü? İslam’dan bu şekilde bahsetmemeliyiz aslında. Çünkü İslam bir din ve çok farklı yorumları olabilir. Biz siyasal İslam’dan bahsediyoruz. Bugün varolduğu haliyle siyasal İslam’dan. Yani Mısır’daki Müslüman Kardeşler’den veya Türkiye’deki AKP’den. Bunlar sadece Müslüman veya İslami partiler değil bana göre. Sosyal ve ekonomik meselelerde geri bir pozisyonları da var. İşçi hareketine, grevlere, küçük çiftçinin direnişine karşılar... Tunus’taki Nahda da böyle. Bu gerici partilerin ilerici bir toplum amacı olamaz.
“HATAY’DAN SİLAHLANDIRIYORLAR”
AKP, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki partiler için bir model mi?..
Bu Batı medyasında çok söylenen bir şey ama AKP o partilerden biri sadece. Özel bir etkisi yok. Türkiye’de büyük etkisi var tabii, o ayrı. Ama dışarıda yok. Müslüman Kardeşler’in AKP’ye ihtiyacı yok. AKP’den önce de varlardı, sonra da olacaklar. Bu yüzden AKP modelinin ihraç edilmesinden bahsedemeyiz. AKP’yi Türkiye’ye, Müslüman Kardeşler’i Mısır’a getirenin benzer sebepler olduğunu söyleyebiliriz sadece.
Arap toplumlarıyla Türk toplumunun aynı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ben Türk toplumuyla ilgili konuşamam. Sosyal, politik ve ideolojik olarak hakkında çok az şey biliyorum. İsterseniz önce Suriye’den konuşalım ardından Türkiye’den bahsederiz.
Peki ama yine Türkiye konusu açılacak çünkü Suriye’yle ilgili bir yazınızda Türkiye’yi “Ortadoğu’nun Kolombiya’sı” olarak tanımlıyorsunuz…
Tamam ama önce Suriye’den konuşalım çünkü bu, Türkiye’nin bölgedeki rolünü anlamamızı sağlayacak.
Siz bu süreçte Libya ve Suriye’yi ayrı bir yere koyuyorsunuz…
Amerikalılar Tunus ve Mısır’daki patlamayı görünce çok şaşırdılar. Bunu beklemiyorlardı. Mübarek’inki gibi otoriter rejimlerin polis gücü ve baskı sayesinde kalıcı olacaklarını düşünüyorlardı. Bu sürprizi yaşadıktan sonra bundan ders çıkardılar ve yeni bir strateji benimsediler: Hareketi önceden sezmek ve hareket olmadan işe koyulmak. Hareket başlamadan onu yapay olarak oluşturuyorlardı. Bu stratejiyi Libya’da uyguladılar. İnisiyatifi kendileri aldılar. Bingazi gibi yerlerde küçük grupları silahlandırdılar. Libya’da başarıya ulaşınca Suriye’de aynı stratejiyi denediler. Şunu da bilelim; Suriye rejimi tıpkı Mısır’daki Nasır rejimi gibi baba Hafız Esad ve ardından oğlu Beşar’la neoliberal politika uyguluyordu. Bu politikanın sonucunda yine işsizlik, fakirlik artmıştı. Yani aslında Suriye’de de rejime karşı demokratik ve sosyal bir halk hareketi vardı. Emperyalistler bu hareketin kendiliğinden gelişmesini beklemediler. Başlangıçta özellikle Hama gibi yerlerde Müslüman Kardeşler’den küçük grupları destekleyerek inisiyatif aldılar. Lübnan’dan ve Hatay’dan bu grupları silahlandırmaya başladılar. İşte Suriye’de gösteri yapanlar bu gruplar. Gerçek demokratik halk hareketi bu gruplarla birlikte olamaz. Tabii Beşar Esad rejimiyle de. Yani büyük bir karmaşa içindeyiz.
Hatay’daki kamplarda yaşayanların sığınmacı olmadıklarını mı düşünüyorsunuz?
Sizin Hatay’a giden bir vatandaşınız var, Bahar Kimyongür (Belçika’da yargılanıp serbest bırakılan DHKP-C üyesi). Syrianna adlı bir kitap yazdı. Bu kitapta bir Türkiye’yle birlikte yürütülen Amerikan planından bahsediyor. Hatay’daki kamplarda elbette sığınmacılar olabilir ama asıl olarak askeri amaçlarla, müdahale için toplanan kişiler ve onları eğiten Türk subaylar varmış.
Bu kamplarda 25 binden fazla sığınmacı var. Bunları mı eğitiyormuş Türk subayları?
Ben kaç kişi olduğunu ve kaçının gerçek sığınmacı olduğunu bilmiyorum.
“TÜRKİYE ORTADOĞU’NUN KOLOMBİYA’SI”
Türkiye Esad’ın devrilmesiyle ne kazanır? Yani bütün bu söylediklerinizi neden yapıyor Türkiye sizce?
Unutmayın ki Türkiye -Türk halkından değil Türkiye hükümetinden bahsediyorum- NATO üyesi. Yani emperyalist Amerika’nın müttefiki, düşmanı değil. Suriye’de de Amerika’nın çıkarlarını korumak için müdahalede bulunuyor. İşte bu yüzden Türkiye’yi “Ortadoğu’nun Kolombiya’sı” olarak adlandırdım. Latin Amerika’da Kolombiya, Chavez’in Venezuela’sına müdahalede bulunan, gerici ve pro-Amerikan hükümetin bulunduğu bir ülke. Türkiye Ortadoğu’da aynı rolü oynuyor.
Batı’nın Suriye’yle derdi ne sizce? Ne bekliyorlar? Enerji mi?
Batı Suriye’yi ortadan kaldırmak istiyor. Dini temeller üzerinde bölmek istiyor: Sünni, Şii, Alevi diye… Böylece Hıristiyanlar katliama maruz kalacak. Eğitimi, sağlığı, ülkeyi yıkmak istiyorlar. Önce Libya’yı yok ettiler şimdi Suriye’yi yıkmak istiyorlar.
Ben de şunu soruyorum. Bir komplodan bahsediyorsunuz ya, Suriye’yi yıkarak kazanacakları şey ne? Üstelik kendi dindaşları da katliama uğrayacakmış böylece…
Suriye potansiyel olarak İsrail’in düşmanı. Suriye’nin ortadan kalkması İsrail’e Filistinliler’in kökünü kazıma planına kolayca devam etme fırsatı verecek.
Burada garip bir durum yok mu? AKP hükümeti ve özellikle Başbakan Erdoğan her fırsatta Filistin’i savunuyor. Ayrıca İsrail’le Türkiye ilişkileri de son dönemde eskiden hiç olmadığı kadar kötüleşti. Mavi Marmara’dan sonra...
Hayır. Bu tartışmalar çok küçük şeyler ve görüntüde olanlar. Esasta Türkiye, NATO üyesi olarak Amerika’nın, dolayısıyla da İsrail’in en temel müttefiki. Tabii bazı zıtlıklar oluyor. Mesela Mavi Marmara’da yaşananlar. Ama bunlar ikincil zıtlıklar.
Yani diyorsunuz ki, sizin tabirinizle “gerici-İslamcı” bir parti Batı’nın yanında ama Ortadoğu’nun düşmanı. Birkaç yıl önce “Türkiye’nin ekseni kaydı” denmişti Batılılar tarafından. Yani Türkiye Batı’ya sırtını dönüp yüzünü Arap dünyasına çevirmekle suçlanmıştı. Bu da ikincil bir zıtlık mı?
Türkiye Batı’yla birlikte olmayı sürdürüyor ama bunu ikiyüzlülükle yapıyor. Mesele bu.
Çin ve Rusya Esad’ı neden destekliyor? İnsani nedenlerle mi?
Çin ve Rusya’nın, Suriye’ye askeri müdahalede bulunulmasına karşı çıkmaları onların hakkı. Batılılar’ın Libya’da yaptıklarına bakın. Libya şimdi onlarca savaş derebeyi tarafından yönetiliyor ve bunların hepsi siyasal İslamcı.
Rusya Suriye’ye silah göndermiyor mu?
Neden Suriye’nin silahlanma hakkı olmasın? Türkiye de Amerika’dan silah almıyor mu?
Suriye’de her gün yüzlerce kişinin öldüğü bir ortamdan bahsediyoruz.
Bu doğru. Peki bu da emperyalist saldırının sonucu değil mi?
Esad, muhalifleri terörist olarak adlandırıyor. Öyle mi sizce?
Ben Esad rejimini savunmuyorum. Esad rejiminin de diğer Arap rejimlerinden farksız olduğunu söylüyorum. Çünkü hepsi neoliberal sistemle halkı fakirleştirdiler ve sonra halk üzerinde polisiye yöntemler uyguladılar. Esad’ı savunmuyorum. Ama onun gerçek düşmanı yerli demokratik halk güçleri; Müslüman Kardeşler ise sahte düşman çünkü emperyalistlerin dışarıdan müdahale aracı onlar.
“NATO’DAN ÇIKMADAN OLMAZ”
Sırada İran mı var?
Bu mümkün çünkü Suriye’nin yıkılmasının istenmesinde temel amaçlardan biri de İran’ı izole etmek ve ona uluslararası müdahalede bulunmak için en elverişli ortamı yaratmaktı.
Yazılarınızda İsrail’in nükleer gücü varken İran’ın buna sahip olmasının engellenmesini eleştiriyorsunuz.
Evet. Bu kabul edilemez. İsrail’in yüz tane atom bombası varken neden İran’a “atom silahı üretmeni kabul edemeyiz” diyoruz? Öyleyse o coğrafyayı nükleer silahlardan arındıralım.
Başbakan Erdoğan da her uluslararası platformda sizin söylediklerinizi söylüyor. O da nükleer konusunda Batı’nın ikiyüzlülüğünden bahsediyor. Bu da görüntü mü sizce?
Politika karmaşık bir şey. Sonuç alamayacağını biliyor ama söylüyordur. Sadece bu. Eğer Türkiye gerçekten bağımsız olmak ve bağımsızlar sırasında oturmak istiyorsa NATO’dan çıkmalı.
“Türkiye’yi emperyalistlere bağımlı kılan” bir parti nasıl oluyor da her seçimde oylarını artırıyor sizce? Halk yanılıyor mu?
Bunu benden daha iyi bilirsiniz. Bence Türkiye’de de Mısır ve diğer ülkelerle aynı durum sözkonusu. Neoliberal politikalar fakirleşmeye yol açtı. Özellikle de Anadolu’da çiftçiler, köylüler fakirleşti. Böylece AKP topluma yayıldı, yerleşti.
Bütün yazılarınızda Washington’un dünyadaki egemenliğinden bahsediyorsunuz. ABD’nin hâlâ tek başına dünyayı yönettiğine inanıyor musunuz?
Bugüne kadar dünyanın hâkimi kalmayı denediler.
Çin, Hindistan, Rusya göreceli bir denge kurmadı mı?
Bu ülkeler ve Brezilya da ABD’nin hâkimiyetinin sorgulanmasını sağladılar. Bölgelere göre durum değişiyor ama Ortadoğu’da hâlâ tek güç ABD.
“KÜRT DİKTATÖRLÜĞÜ VAR”
Irak’a geçelim. Yazılarınızdan birinde “Saddam’ın devrilişinden sonra bir diktatörün gittiğini, üç diktatörün geldiğini” söylüyorsunuz. “Bu diktatörlüklerden biri de Kürt diktatörlüğü” imiş…
Irak’ta bir hükümet var ama gerçekte üç siyasi rejim var. Biri güneydeki Şii hakimiyeti, biri Sünni rejimi, biri de Kürt rejimi. Bu üç rejim de cani, katil ve demokratik olmayan rejimler.
Neden?
Irak’ın bir ülke olarak varlığını ortadan kaldıran bu üç rejimdir. Onların yüzünden siyasi birlik, sosyal ve ekonomik temel yok oldu. Irak’ın teknik ve bilimsel kadrolarını katlettiler. Mühendisleri, profesörleri, bilim adamlarını, doktorları, binlerce kişiyi öldürdüler.
Bu noktada PKK’yı nereye oturtuyorsunuz?
Bu konuda yeteri kadar bilgi sahibi değilim. PKK eskiden Kürt halkını temsil ediyordu, belki hâlâ öyledir. Zira Kürtler Atatürk’ten bu yana yok sayılmışlardı. Çok şey söyleyemem çünkü içlerini bilmiyorum.
“AVRUPA'YA AŞIRI SAĞ YERLEŞECEK”
25 yıl önce yayımlanan “Avrupamerkezcilik” kitabınızda Avrupa’yı emperyalist olmakla suçluyordunuz. Şu anda ekonomik kriz var, hükümetler devriliyor. Avrupa gücünü kaybediyor mu?
Avrupa’daki kriz çok tehlikeli çünkü sadece Euro bölgesini tehdit etmiyor, Avrupa Birliği’nin kendisini de bizzat tehdit ediyor. Bugüne kadar siyasi ve sosyal güçler arasından Avrupa halklarına yeni bir alternatif öneren de çıkmadı.
Ortadoğu ülkelerine çöküşten sonra İslamcılar’ın nüfuz ettiğini söylediniz. Peki Avrupa’ya kim nüfuz edecek?
Aşırı sağ.
16 Mart 2012 Cuma
Akademisyenler Fenerbahçe'ye sahip çıktı

Fenerbahçe taraftarı bir grup akademisyen kulübe sahip çıktı. Akademisyenler yaptıkları açıklamada "Diplomalarımızın fazlalığına kimse bakmasın, bizim de sevinç ve hüzün pusulamız Fener'e ayarlı, yüreğimiz sarı-lacivert çubukluyla bezeli" dedi.Fenerbahçe taraftarı bir grup akademisyen, kulübe sahip çıkan bir açıklama yayımladı. "Tüm renkler hızla kirlendi masumiyet sarı-laciverte kaldı" başlığını taşıyan açıklamayı imzalayan akademisyenler arasında Prof. Dr. Aziz Konukman, Prof. Dr. Erinç Yeldan, Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, Prof. Dr. Özer Pala, Prof. Dr. Ümit Özlale, Prof. Dr. Dilek Çetindamar Kozanoğlu gibi isimler de yer aldı."Uğradığımız büyük haksızlık ve saldırı karşısında tüm Fenerbahçeliler gibi biz de 3 Temmuz'da derin bir acı ve üzüntü yaşadık. Okuduğumuz kitapları kavrayamaz, hazırladığımız makaleler üzerinde kalem oynatamaz, yediğimizden-içtiğimizden haz alamaz hale geldik. Ama o gün, dünyanın dört bir yanında sarı-lacivert renklere gönül verenler gibi Fenerbahçe’yi ne kadar çok sevdiğimizi daha iyi anladık" diyen akademisyenler, açıklamalarına "Zaman içerisinde Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının sergilediği sağlam duruş, öfkemizi umuda dönüştürdü. "60 yaşındayım, ben yatarım. Yeter ki Fenerbahçe aklansın" sözlerinde cisimleşen vakur tutum, bu badireden daha güçlü, daha kararlı, daha kenetlenmiş bir biçimde çıkacağımıza olan inancımızı pekiştirdi" diye devam etti.Açıklamada imzası bulunan akademisyenler "Suskun bırakılmış bir toplumda, takımımıza, yöneticilerimize sahip çıkarken, aynı zamanda bu ülkedeki tüm haksızlıklara, adaletsizliklere, hukuksuzluklara karşı da anlamlı bir tutum sergilediğimize, tüm altta kalanların sesi olarak sadece Fenerbahçelilik değil, aynı zamanda yurttaşlık görevimizi yerine getirdiğimize inanıyoruz" dedi.Aziz Yıldırım'ın savunmasında Özel Yetkili Mahkemeleri teşhir ettiğini, şike iddianamesinin hukuksuzluğunu ve mesnetsizliğini gözler önüne serdiğini söyleyen akademisyenler, Yıldırım'ın savunmasıyla "belki de onca yıl Fenerbahçe'ye yaptığı hizmetin daha fazlasını bir kertede bu ülkeye yaptığını" ileri sürdü. Açıklamada "Bu vesileyle milyonlarca kişinin hukuk ve adalet sistemi üzerine tekrar düşünmesini, diğer davaları da kuşkucu bir gözle sorgulamasını, malum çevrelerin nasırına basanların nasıl da kolaylıkla örgüt liderliğiyle/üyeliğiyle suçlanabileceğini ibretle izlemesini sağlamıştır" sözlerine yer verildi."Biz seversek Fenerbahçeli gibi severiz"Aziz Yıldırım'ın savunmasının kendilerine onur kattığını, sorumluluklarını artırdığını ifade eden akademisyenler, açıklamalarını "Keza, dümen suyunda gidenlerin de, 9 değil 19 kusurlu hareketi ifa etseler dahi nasıl cezasız kalabileceği gözler önüne serildi. Akıl, vicdan, hakkaniyet duyguları bazı 'renklere' ve çok bilmiş zihinlere hitap etmiyorsa, o da Fenerbahçelilerin suçu değil. Artık birilerinin futbolun yalnızca Fenerbahçe düşmanlığı olmadığını öğrenmesi gerekiyor" şeklinde sürdürdü.Akademisyenler açıklamalarını şu şekilde sonlandırdı: "Diplomalarımızın fazlalığına kimse bakmasın, bizim de sevinç ve hüzün pusulamız Fener'e ayarlı, yüreğimiz sarı-lacivert çubukluyla bezeli. Bizler de 3 Temmuz'dan sonra, "sevdamıza kimsenin engel olamayacağını" daha iyi anlayanlardanız. İleride aşk cümlelerinin,"biz seversek Fenerli gibi severiz" biçiminde kurulacağı bilinciyle, Topuk Yaylası’nda, Bağdat Caddesi’nde, Silivri’de, Çağlayan'da, Papazın Çayırı’nda olduğu gibi, her daim sevdamızın peşinden gideceğimizi dosta düşmana ilan ediyor, bu haklı ve anlamlı kavgada Fenerbahçe’nin daima yanında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz."Eski günlerdeki gibi, düşman çatlatmak için bir kez daha: Ya Ya Ya Şa Şa Şa Fenerbahçe Çok Yaşa!" Açıklamada imzası bulunan akademisyenler ise şunlar:Prof.Dr. Aziz KonukmanDr. Derya KömürcüProf. Dr. Dilek Çetindamar KozanoğluProf.Dr. Erinç YeldanÖğ.Gör. Erden KosovaY.Doç.Dr. Funda Sibel PalaY.Doç.Dr. Gökçer ÖzgürDoç.Dr. Hakan YıldırımProf.Dr. Hayri KozanoğluY.Doç.Dr. İlker AktükünY.Doç.Dr. İsmet AkçaDoç.Dr. Kıvanç UlusoyÖğ.Gör. Mahmut KoyuncuProf.Dr. Özer PalaY.Doç.Dr. Sezai TemelliÖğ. Gör Süreyya Evren TürkeliTevfik KızgınkayaProf.Dr. Ümit ÖzlaleOkutman Zerrin Özlale
11 Mart 2012 Pazar
Çin’den Ekonomi Haberleri
Korkut Boratav Çin Başbakanı Wen Jiabao, Ulusal Halk Kongresi’nin açılış konuşmasını yaparken, ülke ekonomisinin gelişim biçimini belirleyecek, etkileyecek hedefleri, kararları, niyetleri açıkladı.Wen, 2012 büyüme hedefinin yüzde 8’den yüzde 7.5’e indirildiğini belirtti ve uluslararası basının ertesi gün manşetlere taşınan ana haber bu oldu. Batı ekonomilerinin bunalım ve durgunluk içinde debelendiği son beş yılda (2007-2011’de) Çin’in ortalama büyüme hızı yüzde 10.5 olmuştur. Bu “yavaşlama” haberi, özellikle Asya, Avustralya piyasalarını dalgalandırdı.Niçin? Zira, Çin artık dünyanın ikinci büyük ekonomisidir. Hatta, alım gücü paritesi diye bilinen (ve ülkelerin iç fiyatları arasındaki farkları dikkate alan) bir yöntemle hesaplandığında (bazı iddialara göre) 2010’da Çin’in toplam milli hasılası ABD’yi geçmiştir. (Bk. Arvind Subramanian, Peterson Institute of International Economy, 26 Şubat 2012).Bir-iki puanlık da olsa bu yavaşlama, bir kere dünyanın hammadde ihracatçılarını etkileyecektir. Örneğin, 2010’da Çin’in petrol hariç hammadde ithalatı 300 milyar dolar civarındadır; beş yıl öncesine göre üç misli artmıştır ve kriz yıllarında uluslararası hammadde üreticilerini ihya etmiştir. Avustralya’nın bunalıma sürüklenmesini önleyen etkenlerin başında, Çin pazarının canlılığı olmuştur.Çin ekonomisinin sorunlarını yakından inceleyen Yılmaz Akyüz, bu ülke ihracatının yüzde kırk oranında sanayi kökenli girdi, yedek parça ithalatına bağımlı olduğunu; bunların büyük bölümünün de Asya’nın “eski ve yeni kaplanları” tarafından üretilmekte olduğunu belirtiyor.Görüldüğü gibi bu dev ekonomideki yavaşlama, dünya ekonomisinin seyrini de önemli ölçülerde etkilemektedir. 19. yüzyılın İngiltere’si gibi, bugün Çin “dünyanın atölyesi” işlevini üstlenmiştir. Bir ikinci güç öğesi ise finans alanındadır. Bugünün Çin’i her yıl astronomik dış fazla vermektedir; 3.2 triyon dolarlık rezerve sahiptir ve bunların (en az) 1.2 trilyon doları ABD hazine bonolarından (borçlarından) oluşmaktadır. Dolayısıyla Çin, artık, dev bir finansal güçtür.Böylece dünya ekonomisinin üretim ve finans alanlarında artan ağırlığıyla Çin, sistemin hegemonik güçlerinden biri olmak üzeredir.***Başbakan Wen konuşmasında Çin ekonomisi için kritik bir strateji değişikliğine de işaret etti. On beş yıl boyunca yüzde 10’luk ortalamalarda gerçekleşen büyümenin ihracata dayandığını tekrarlamaya gerek yok. Ezici bir rekabet gücü üstünlüğünün üç dayanağı olduğunu da biliyoruz: Çok düşük işgücü maliyetleri, giderek yükselen emek verimleri ve döviz kurunun hedeflenebilmesi. Bunlar nasıl sağlandı? Sosyalizmin kazanımlarının tasfiyesi, işgücünü meta haline getirdi; ucuzlattı. Çok yüksek oranlı sermaye birikimi ve doğrudan yabancı yatırımlara denetimli açılma, düşük teknolojiye mahkûmiyeti önledi; emek verimlerinde artışa yol açtı. Sermaye hareketlerinin denetlenmesi de rekabetçi bir döviz kurunun hedeflenmesini mümkün kıldı.Başbakan Wen, bu stratejinin, artık “dengesiz, eşgüdümsüz ve sürdürülemez” olduğunu vurguluyor. Hangi anlamda “dengesizlik”? Çin milli gelirinin (2010’da) yüzde 48’i yatırımlardan; sadece üçte biri özel tüketimden oluşmakta; ulusal tasarruf oranı ise yüzde 53’e ulaşmaktadır. Bunlar iktisat tarihi boyunca gözlenmemiş oranlardır. Yüksek büyüme, tüketimin abartılı baskı altında tutulmasıyla mümkün olmuştur. Başbakan öncelikle bu makro ekonomik dengesizliklerin tasfiyesini hedefliyor.Önümüzdeki dönemde öncelikler iç pazara, tüketime ve halkın gönencine kayacaktır. Wen, ipuçları da veriyor: Asgari ücretler, devletin sağlık, emeklilik harcamaları yukarı çekilecek; sosyal konut yatırımları hızlandırılacak; 2012’de iki milyon sosyal konut tamamlanacak; yedi milyon konutun temel atılacaktır. Dahası, “köylünün toprak üzerindeki hakları, artık ihlâl edilmeyecektir.”Böylece makro ekonomik dengesizliklerden, halkın güncel hayatını etkileyen bozuklukların hafifletilmesine geçilmiş oluyor. Ne gibi bozukluklar? Somut örnekler verelim:Kırsal kökenli göçmen işçilerin her türlü sosyal güvencede yoksun oldukları; çok düşük ücretlerle çalıştıkları bilinmektedir. Çok sayıda belgeye göre çalışma ve barınma koşulları, İngiliz sanayi devrimi ortamını andırmaktadır. Artan işçi intiharları, yaygınlaşan işçi protesto ve direnişleri zaman zaman Batı basınına yansımaktadır. Üretim süreçlerinin önemlice bölümlerini Çin’e taşımış dev ABD-Avrupa şirketlerindeki çalışma koşulları, Batı sendikalarının ve duyarlı çevrelerin ağır eleştirilerine hedef olmaktadır.Emeklilik, eğitim, sağlık alanlarında Çin devriminin halk sınıflarına getirdiği kazanımlar, son yirmi yılda büyük ölçüde aşındırılmıştır. J.B. Foster ve R.W. McChesney (Monthly Review Ocak 2012’de) belgeliyorlar ki, son on beş yıl içinde devletin toplam eğitim ve sağlık harcamalarına yaptığı harcamaların payı çarpıcı boyutlarda düşmüş; halk gönencinin belirleyicisi olan bu alanların finansmanı büyük ölçüde yararlananların ödentilerine devredilmiş; kısacası, eğitim ve sağlık hizmetleri adım adım piyasalaşmıştır. Sosyalist devletin (geçmişte demirden çanak diye adlandırılan) eşitlikçi politikalarının tasfiyesi, Çin halkının tasarruf eğilimlerinin yükselmesine yol açan ana etken olmuştur. Köylülerin toprak üzerindeki haklarının ihlâli sorunu ise, köy arazilerinin düşük fiyatlarla arsa spekülatörlerine, yatırımcılara satışının yaygınlaşmasından kaynaklanıyor. Birkaç ay önce bir balıkçı köyünde (Wuhan’da) bu türden bir satış bir köylü ayaklanmasına yol açtı. Merkezî yönetimin müdahalesiyle satış iptal edildi ve isyancı köylülerden bazılarını yerel yönetime getiren seçimler yapıldı.***Başbakan Wen’in işaret ettiği ve “iç piyasanın önceliği” olarak yorumlanan strateji değişikliği, Çin’in kapitalistleşme sürecinin frenlenmesine dönük işaretler olarak yorumlanabilir mi? Çin işçilerinin, köylülerinin emeğin ve toprağın metalaşmasına karşı çıkan (ve Çin basınına göre her yıl yüzbinlere ulaşan) direnişlerinin bu değişikliği tetiklediği söylenebilir.Toplumun geleceği üzerinde Komünist Partisi’nde iki akım mücadele etmektedir. Bir yanda aydınların, akademisyenlerin desteklediği “piyasacı/reformcu” kanat; öte yanda arsa spekülatörlerine, devletin sırtından zenginleşen iş adamlarına, yolsuzluğa, artan eşitsizliğe karşı mücadeleye öncelik veren, “kızıl bayrağı yükseltme” iddiasının sahipleri…Çin’in dünya sistemi içinde giderek hegemonik bir konuma gelmesinin sonuçları… Çin kapitalizminin (veya sosyalizminin) geleceği… Çin’i bu çerçeve içinde incelemeyi, tartışmayı sürdürmemiz gerekiyor.
12 Şubat 2012 Pazar

ABD'de hapishane olgusu, çığrından çıkmış durumda. Dünya tutuklu nüfusunun beşte birine sahip olan bu ülkedeki hapishanelerin durumuna dair bir ABD'li yazarın, Adam Gopnik'in New Yorker dergisinde yayımlanan makalesinin çevirisini soL okurlarıyla paylaşıyoruz.
AMERİKA’NIN HAPSEDİLMESİ
Bu kadar çok insanı niye içeri atıyoruz?
Adam Gopnik
Hapishaneler zamanı yakalama tuzağıdır. Amerikan hapishanelerinin iç yaşamı hakkında çoğu zaman iyi kayıtlar ortaya çıkmakla birlikte elimizde olan şey, Amerikan hapishanelerinin genellikle dramatik nitelikler taşımadığıdır, bize anlatılan hikâyeler dikkatimizi çekmez, çünkü genelde hiçbir şey olmaz. Ivan Denisoviç'e dair bütün bilmemiz gereken şey onun hayatındaki bir gündür, çünkü herhangi birinin bu koşullar altında bir dakika bile yaşayabileceği düşüncesi imkânsız görünmektedir; Amerikan hapishanesinde geçen yaşamdan bir gün şöyle dursun, öyle bir etkisi vardır ki o tek gün genel anlamda on yıllara uzanır. Sakinleri için hapishaneleri katlanılmaz kılan şey, hâlihazırdaki zaman korkusu değil, zamanın tasavvur edilemez tekdüzeliğidir. Teksas'taki ölüm hücrelerinde bulunan mahkûmlara "zamansız zaman"ın içindeki insanlar denir, çünkü sadece hapis yatmıyorlar: beş yıl ya da on yıl veya bir ömür geçip gitsin diye beklemiyorlar. Amerikan hapishanelerinin temel gerçeği, demir parmaklıklar ardında olmak değil, zamanın kilidi altında olmaktır.
Bu nedenle, sadece bir günlüğüne de olsa hapse girmiş hiç kimse bu duyguyu unutamaz. Zaman durur. Seyrelmiş bir panik durumu, tetikte bekleyen bir paranoya, bir tür sis kaplaması ile karışık anksiyete, sıkıntı ve korku, muhafaza edilenler kadar gardiyanları da kaplar. "Bazen bütün bu dünyanın büyük bir hapishane olduğunu düşünüyorum, bazılarımız tutsak, bazılarımız gardiyan" diyor Dylan; tutsaklara sorabiliriz, tamamen doğru olmasa da bir hakikat içeriyor bu durum: gardiyanlar da hapis yatıyor. Bir zamanlar zeki bir adamın içeri atıldıktan sonra yazdığı gibi, hapishanenin pencerelerinde parmaklıklar vardır ve sizin dışarı çıkmanıza izin vermezler. Bu basit gerçeklik, diğer bütün şeyleri etkilemektedir. Tutsakların, özgür olanlara iletmek istedikleri şey, katlandığınız şeyler yerine, size sunulan bir şey olarak zamanın varlığının zihnimizi her an nasıl değiştirdiğidir. Uygar dünyada herhangi bir başka yerde işlenen benzer suçlar yüzünden daha uzun süreli hapis cezalarına çarptırılan çok sayıdaki Amerikalı tutsaklar için zaman her anlamda buna dönüşür (Sadece Teksas’ta 400’den fazla genç müebbet hapisle cezalandırılmıştır).
Birçok ayrıcalıklı, meslek sahibi insanın hapislikle ilgili tek deneyimi, diyelim bir çocuğun tutuklandığını gördüğünde yaşadığı, kendisine uzak bir tehlike karşısındaki korkudan ibarettir. Zengin beyazlar için lise veya üniversite ne ifade ediyorsa Amerika’daki pek çok yoksul insan için, bilhassa da yoksul siyahlar için de hapishane, normal hayat akışında yer edinen, varılacak bir noktadır. Lise diploması olmayan siyahların yarıdan fazlası yaşamları boyunca bir süreliğine hapse giriyor. İnsanlık tarihinde neredeyse eşi görülmemiş bir ölçeğe ulaşan kitlesel hapislik durumu, 1850’lerde köleliğin temel bir gerçeklik olduğu gibi günümüzde de ülkemizin temel bir gerçeğidir. Doğrusu, bir zamanların kölelik sistemiyle karşılaştırıldığında; hapiste, göz hapsinde ya da şartlı olarak tahliye edilmiş, ceza adaleti sisteminin pençesinde bulunan daha fazla sayıda siyah insan mevcut. Bütün bunlar bir yana, bugün Amerika'da “ıslah gözetimi” altında tutulan insan sayısı (6 milyondan fazla), Stalin'in zirvede olduğu zamanlarda Gulag Takımadalarında bulunanlardan daha fazladır. Hapsedilenlerin ve kontrol altında tutulanların yaşadığı bu Cezaevi Kenti, şu an ABD'nin en büyük ikinci şehri durumunda.
Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde hapsetme oranındaki artış, hapse atılanların sayısı kadar ürkütücü: 1980’de her yüz bin Amerikalı içinde yaklaşık 220 insan vardı hapsedilen; 2010 yılı itibariyle bu sayı, 3 kattan daha fazla artarak 731'e ulaştı. Bu sayıya yaklaşan başka bir ülke yok. Son 20 yıl içinde eyaletlerin cezaevlerine harcadıkları para, yükseköğretime harcanan paranın 6 katına yükseldi. Geçenlerde Florida’da tutuklanan eski muhafazakâr basın lordu ve çiçeği burnunda liberal Conrad Black, devletimizin baştan ayağa bir “hapishane devleti” olduğunu söyleyince, şu eski fıkraya bir ek yapmak zorunlu hale geldi: Muhafazakâr dediğin soyulmuş bir liberaldir, liberal dediğin ise mahkemeye düşmüş bir muhafazakârdır, o da hapse girince ateşli bir hapishane reformcusu olur.
Hapishanelerimizin ölçeği ve vahşeti Amerikan yaşantısının ahlaki bir skandalıdır. Her gün, Yankee Stadyumu’nu dolduracak şekilde en az 50 bin insan hücre hapsinde, çoğunlukla da insanların küçük hücrelere kapatıldığı, hiç kimseyi göremedikleri, özgürce okuyup yazamadıkları ve günde sadece bir saatliğine tek başına "egzersiz" yapmalarına izin verildikleri “süper-maksimum” hapishanelerde (son derece güvenlikli hapishane) veya hapishane koğuşlarında uyanıyor. (Kendinizi bir banyoya kapatın ve on yıl boyunca orada durmak zorunda olduğunuzu hayal edin, birazcık anlarsınız bu duyguyu). Hapishanelerde tecavüz yaygındır, her yıl 70 binden fazla mahkûm tecavüze uğruyor; beklenen cezanın bir parçası olarak rutin bir tehdittir bu vaat edilen. Özne, komedi için standart bir yemdir ve hapiste tecavüzle tehdit edilen ve işbirliğine yanaşmayan sanık, artık polisiye bir şovun sıradan ve dahası sevilen bir parçası olarak her gece televizyonlarda gösterilmektedir. 18. yüzyılda darağaçlarında can veren insanları seyreder gibi hapishane tecavüzlerinin normalleşmesi, bizden sonra gelecek nesilleri kesinlikle, insanın kanını donduracak derecede sadistleştirecek ve kendilerini uygar zanneden insanlar tarafından akıl almaz bir hale getirecektir. Hapishanelere doğrudan bakmaktan kaçınıyor olmamıza rağmen onlar yaşam tarzımıza dolaylı yoldan sızıyorlar. Çuval gibi blucinler, bağcıksız ayakkabılar giyen, vücudunda bir sürü dövme bulunan zengin, beyaz gençler, bilinçsiz bir şekilde, ülkemiz adına gizli bir kuruluş gibi çalışan hapishane gerçeğini dışa vuruyorlar.
Peki, bu noktaya nasıl geldik? İnsan asmayı, kırbaç cezasını ve bağırsak sökmeyi reddeden uygarlığımız nasıl oldu da bir sürü insanı onlarca yıl boyunca bir kafese kapatmanın kabul edilebilir bir insani yaptırım olduğuna inanmaya başladı? Suç ve ceza tarihinde ve sosyolojisinde oldukça geniş bir bilimsel literatür var ve bu literatür, Amerikan tarzı cezalandırma hırsının kökenlerini, suçu iki yöne ayıran 19. yüzyılda arama eğilimindedir. Philadelphia’da kötülüğüyle ün salmış Doğu Eyalet Hapishanesi’nin mirasına ve onun “reformist” geleneğine odaklanan, özü itibariyle bir Kuzey tanımlaması var, bir de hapishane sistemini, aslında başka araçlarla sürdürülen bir köle çiftliği olarak gören Güney tanımlaması var. “Teksas Tarzı: Amerikan Hapishane İmparatorluğu’nun Yükselişi" adlı Güneyli revizyonist çalışmanın yazarı Robert Perkinson, "rehabilitasyon penolojisinin (ceza sosyolojisi) doğum yeri olan Kuzeyden, boyun eğdirici disiplinin öz kaynağı olan Güneye doğru geçmişten gelen iki çizginin izini sürüyor. Bir başka deyişle, insanları sayılara indirgemek ve köle sahiplerini, zencileri hayvanlara indirgemeye kışkırtmak gibi bilimsel bir haz var ortada.
“Amerikan Ceza Adaleti'nin Çöküşü" adlı şaheserinin geçtiğimiz sonbaharda yayımlanmasından kısa bir süre önce ölen Harvard Hukuk Fakültesi profesörü William J. Stuntz, hapishanelerimizin içinde bulunduğu rezaletin, Aydınlanma Çağı'ndan, Amerikan adaletinin "usule ait” doğasından kaynaklandığı görüşünün en güçlü savunucusudur. Yazar, hapsetme salgınının sonuçla doğrudan ilişkisi olan sebepler arasında dolaşır: küçük uyuşturucu suçlarını uzun süreli hapislikle cezalandıran post-Rockefeller uyuşturucu yasalarının gelişimi, gruba eklenen "sıfır tolerans" polisliği ve hâkimleri hüküm vermekten alıkoyan zorunlu ceza kanunları. Ancak onun asıl sebepleri araştırması, daha derin bir şekilde, başından sonuna dek bizi ABD Haklar Bildirgesi’ne götürür. Anayasa tapınıcılığının sağda ve solda aynı şekilde elzem olduğu bir toplumda Stuntz, şaşırtıcı bir şekilde ABD Haklar Bildirgesi’nin, bir adalet sistemi kurmak için berbat bir belge olduğunu ileri sürmektedir. Çağdaş Fransız İnsan Hakları Bildirgesi’nden çok daha aşağı bir bildiridir ki Jefferson’ın işaret ettiği gibi bu belge, çırağı Madison, bizim bildirgeyi yazarken tasarımına yardımcı olmuş olabilir.
Ona göre ABD Haklar Bildirgesi’nin sorunu, ilkelerden ziyade sürece ve yönteme vurgu yapmasıdır. İnsan Hakları Bildirgesi, Adil Olun der! ABD Haklar Bildirgesi ise Hakkaniyetli Olun der! Genel ilkeleri ilan etmek yerine, yöntemsel bir dili vardır (Hiç kimse, suç teşkil etmediği sürece yaptığı bir şey yüzünden suçlanmamalıdır; acımasız cezalar her zaman yanlıştır; adaletin hedefi, her şeyden önce adaletin uygulanmasıdır). Nedensiz yere bir insanı soruşturamazsınız, kanıtları görmesine izin vermeden o kişiyi suçlayamazsınız vs. Stuntz’a göre bu vurgu günümüzdeki karmaşaya yol açtı; itham altındaki suçlular usul ihlallerinden güç bela korunabilseler de adaletin açık ve kaba bir biçimde ihlaline karşı savunmasızdırlar. Eğer polis, İşin içinde sizin de olduğunuzu anladığı zaman yanlış yetkiyle yanlış arabayı ararsa cezadan kurtulabilirsiniz, ancak suç ortaklığınız sizi ömür boyu içeride tutacak olursa başvuracağınız hiçbir makam bulamazsınız. Müdafi ile birlikte ortada bir sorun olduğunu gösterebilirseniz idam cezasından yırtabilirsiniz, fakat daha en başından beri suçsuz olduğunuzu gösteren, geçmişe dönük, çok büyük bir kanıt mevcutsa ancak jüri bunu yanlış anlarsa durum çok daha zor hale gelecektir. Stuntz şöyle devam ediyor; Amerikalıların büyük saygı duydukları maddeler bile o saygıya layık değildir: “acımasız ve sıra dışı” cezaların yasaklanması, zamanında sıra dışı olmayan kırbaçlama ve dağlama gibi acımasız cezaları korumak için tasarlanmıştı.
Argüman şöyle devam ediyor; yargı sürecine yönelik saplantı ve acımasız hapishane kültü birinci derecede önemli bir kişiler-üstülük paylaşmaktadır. Bir sistem ne kadar profesyonelleştirilir ve yöntemselleştirilirse, sistemin gerçek kişiler üstündeki gerçek etkilerinden o derece yalıtılmış oluruz. İşte bu yüzden Amerika, yönteme dayalı adalet sistemi (“Şerefsiz usulden yırttı yine” diye öfkeye kapılır polisiye dizideki dedektif) ve hapishanelerinin acımasızlığı ve gaddarlığıyla ünlüdür. Bütün sanayileşmiş toplumlar, 18. yüzyılda daha fazla sayıda insanı hapishanelere ve daha azını da idam sehpasına göndermeye başlamış olmasına rağmen uzun dönemli, son derece kişiliksizleştirilmiş cezaların ağırlaştırılması konusunda Amerika’ya ilham veren Aydınlanma’dır. Amerikan hapishanelerinin insaniyetsizliği, Amerikalı avukatların sinizmi kadar 1842 yılında Amerika’yı ziyaret eden Dickens için de bir tema teşkil ediyordu. Philadelphia’daki Doğu Eyalet Hapishanesi'ni (bir “model” cezaevi, her mahkûmun sessizlik içinde ayrı ayrı hapis yattığı, zamanında ülkede inşa edilmiş gelmiş geçmiş en pahalı yapı) gördüğü zaman geçirdiği şok hala yankılanmaktadır:
İnanıyorum ki uzun yıllara yayılmış bu korkunç cezanın mağdurlarına çektirdiği uçsuz bucaksız işkence ve ıstırap konusunda çok az insan fikir sahibi olabilir. İnsan bedenine yapılan işkenceden sonsuz derece kötü olması için, beynimin gizemleriyle birlikte taşıyorum bu yavaş ve gündelik tahrifatı: çünkü içler acısı belirtileri ve izleri, insan eti üstündeki yara izleri kadar gözle görülebilir ve hissedilebilir değildir; çünkü yaraları yüzeyde değildir ve insan kulağının duyabileceği birkaç çığlık alır. Bu yüzden bunun, uyuklayan insanlığın buna bir son vermek için ayağa kalkmadığı gizli bir ceza olduğunu açıkça ilan ediyorum.
Son vermek için ayağa kalkmamak, mesele buydu. Prosedür biter bitmez ceza başlar ve acımasızlık rutinleştiği sürece cezalandırılana karşı sivil sorumluluğumuz sona erer. İnsanları içeri atıyoruz ve onların varlığını unutuyoruz. Dickens’e göre eski Londra’nın yozlaşmış ama komünal olan borçlu hapishaneleri bile bundan daha iyiydi. “Bunu üstüne alınma!”, Amerikan hapishanesi Inferno’nun (Dante’nin İlahi Komedyası’nda adı geçen cehennem) kapısının üstünde durmaktadır bu slogan. Sadece bir tarihçi görüşü de değildir bu. Conrad Black, birkaç yıllığına hapse atılmasının hemen öncesinde vekilinin, yargıcın ve savcıların, müşterek profesyonel mükemmellikleri üzerine nasıl hepsinin mutluluk içinde birbirlerini tebrik ettiklerini gösteren ürkütücü ve inandırıcı bir resme sahip. Eğer bir milyoner bile bunu hissediyorsa sıradan sanıkların neler hissettiğini varın siz düşünün.
Soyutlama yerine Stuntz, insani takdir hakkının durumu kurtaran yönünü savunuyor. Temel olarak şöyle düşünüyor; suçun ne olduğunu ve adaletin nasıl bir şey olduğunu anlayarak gitmeliyiz mahkemeye, sonra da sağduyunun, merhametin ve özel koşulların devreye girmesine izin vermeliyiz. İstimlâk tahliyesi nedeniyle kavgalı bir aileyi anlatan Avustralya yapımı “Kale” adlı filmde güzel bir sahne var: mahkemede tahliye ihlallerine dair Avustralya Anayasası’nda yer alan özel kısımlara işaret etmesi istenen talihsiz avukat, ümitsizlik içinde şöyle der, “bu … bu sadece bir şey, bir his bu”. Stuntz’a göre adalet sadece bir his olmalı, ortada dönen yöntemsel bir sorun veya bir gerçeklik değil. Ceza hukuku bir kez daha teamül hukuku gibi olmalı, hâkimler ve jüriler sadece doğruyu bulmamalı, hukuku, evrensel adalet, koşul ve ciddiyet ilkeleri temelinde kurmalı ve cezaları, suçun zaruriyetine göre icra etmelidirler.
Bir diğer argümana (Güney argümanı) göre bu hikâye, gerçekliğe çok parlak bir yüz katmaya çalışmaktadır. Yine bu argümana göre Amerikan hapishanelerinin gerçekliğinin, yöntemsel adaletin sorunları ya da Aydınlanma Çağı ideallerinin çarpıklıklarıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Günümüzde hapishanelerde "Güneyde uzun zamandır uygulanan ve geliştirilen cezalandırıcı modele göre ”Kuzeyli reformcuların rehabilite edici modeli daha az kullanılmaktadır, Amerikalı Profesör Perkinson şöyle yazıyor: “Amerikan hapishaneleri, kökenlerinin izini sadece Pennsylvania cezaevlerine dönerek değil Teksas köle çiftliklerinde de sürüyor.” Bu teze göre, beyazların üstünlüğü gerçek bir ilkedir ve ırki egemenlik gerçek bir sonuçtur. 60’ların göze çarpan zaferlerine karşılık kitlesel hapislik, yeniden Jim Crow'a dönmenin bir yolu haline geldi. Bugün siyahlar, beyazların 7 kat fazlası oranında içeri tıkılıyorlar. “Kitlesel hapsetme sistemi, Afro-Amerikalıları sanal ve gerçek bir kafese kapatmak için işlemektedir" diye yazıyor hukuk bilgini Michelle Alexander. Genç siyahlar çabucak polis tacizi döneminden "resmi kontrol" (yani fiili hapislik) dönemine geçiş yapıyorlar, sonra da yaşamları boyunca bir "gözle görülmez kontrol" sistemine mahkûm ediliyorlar. Oy kullanma hakları ellerinden alınan, yaşamlarının geri kalan dönemi boyunca ayrımcılığa uğrayan pek çoğu hapishane sistemiyle geriye dönüş yapıyor. Bu anlamda sistem gerçekten bozulmuyor; tasarlanma sebeplerini yerine getiriyor. Alexander çirkin bir sonuca varıyor: "Eğer kitlesel hapsetme sistemi, bir toplumsal kontrol sistemi, bilhassa da ırki kontrol sistemi olarak düşünülüyorsa demek ki bu sistem şahane bir başarıya sahiptir.
Kuzeyin kişiler-üstülüğü ve Güneyin intikamcılığı ortak bir Amerikan temasında buluşuyor: artan sayıdaki Amerikan hapishaneleri artık kar amacı güden işletmelere ve şirketlere yaptırılıyor. Devlet tarafından şirketlere ödeme yapılıyor ve yapacakları karlar, mahkûmlara ve hapishanelere mümkün olduğunca az para harcamalarına bağlı. Kamu malı ve özel kar arasında büyük bir kopukluk olduğunu düşünmek zordur: Özel hapishanelerin çıkarları, asgari düzeyde mahkûm sayısına sahip olmanın gözle görülür toplumsal yararına değil mümkün olduğunca çok sayıda mahkûma ve masrafların azlığına bağlıdır. Bu firmaların en büyüğü olan ‘Corrections Corporation of America’nın 2005 yılı raporundan daha tüyler ürpertici bir başka belge bulunmamaktadır Amerika’nın yakın tarihinde. Yasa koyucular arasında yürüttüğü lobi faaliyetlerine milyonlar harcayan şirket, birilerinin, bir şekilde, bir yerlerde mahkûmların musluğunu kapatması riskine karşı yatırımcılarını uyarmak mecburiyetinde hissetmiş kendini:
Büyümemiz genel olarak, yeni ıslah ve tutukluluk tesislerini geliştirmek ve yönetmek için yeni ihaleler alma yeteneğimize bağlıdır. Tesislerimize ve hizmetlerimize yönelik talep, infaz girişimlerinin gevşetilmesi, mahkûmiyet ve cezalandırma uygulamalarında hoşgörü gösterilmesi ve şu an ceza yasalarımızca yasaklanan belirli eylemlerin suç kapsamından çıkarılması yoluyla olumsuz bir şekilde etkilenebilir. Örneğin, uyuşturucu, denetimli maddeler veya yasa-dışı göç gibi etkinliklere yönelik değişiklikler, tutuklanan, suçlanan ve mahkûm edilen insan sayısına etkide bulunacak, bu nedenle de bu insanları barındırmak için gerekli olan ıslah evlerine dönük talebi potansiyel olarak düşürecektir.
Brecht, böyle bir belgeyi zor hayal ederdi: insanların ıstıraplarıyla beslenen kapitalist bir girişim, elinden geldiği kadar acımasız bir biçimde bu sefaleti azaltmak için hiçbir şey yapılmamasından emin olmak için çalışıyor.
Oysaki süreç çılgına dönmüş ya da mahkûmların gönderildiği sürgün yerleri iyice belirginleşmiş olsa da bu iki anlatım biçiminde -Kuzey ve Güney- bir hayalet dolaşıyor. Öyle ki aynı dönem içinde hapsetme salgını, suç işleme oranındaki radikal düşüşü izleyecek gibi görünüyor. Görünen o ki hapishanelerde ne kadar kötü adam bulunursa, sokaklardaki suç da o kadar azalacaktır. Hapishane literatüründe sadece belli aralıklarla ortaya çıkan patlamanın gerçek arka-planı, onu önceleyen ve onunla örtüşen suç dalgasıdır.
Bu durum, 60’lı ve 70’li yıllarda ortaya çıkan suç dalgasını hatırlayamayacak kadar genç olanlar için yalnızca bir öcü hikâyesi gibi gelebilir. Bütün çocukluğu ve ergenliği buna karşı kurulmuş olanlar için yakın Amerikan tarihinde yer edinen elzem bir travmadır bu ve aynı dönem içinde daha başka neler yaşandığını da açıklamaktadır. Yeni muhafazakârlarla (neo-cons) yürütülen polemikleri inandırıcı kılacak şekilde, liberal bir yönetim altındaki Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası’nda, sosyalizmle yönetilen Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananların çok daha fazlası vardı. Stuntz’un dediği gibi gerçekten öyleydi, suç üzerine liberal bir konsensüs vardı ve bunun hakikaten kötü etkileri oldu (“Merhametli bir adalet sistemi ve suçun kontrolüne yönelik bütün ciddi girişimlerden vazgeçmiş bir sistem arasındaki çizgi nerede olursa olsun, bu ulus o çizgiyi aşmıştır").
Ancak 1980 yılında, birisi çıkıp da 2012 yılı itibariyle New York şehrindeki suç oranı çok düşük olacak ve şiddet suçları diyalog yoluyla geniş öçlüde ortadan kalkacak diye tahminde bulunsaydı, deliler kadar pek fazla ümitli olmayabilirlerdi. 30 yıl önce, yabancılaşmış süper-yırtıcılardan oluşan bir alt-sınıfın ürettiği suç unsuru, kentin kalıcı bir özelliği olarak görülürdü, şimdi öyle değil. Bu durumu değiştirecek bazı iyi şeyler oldu ve değişimin, kutlamalar yapmak ve iyimser olmak için bir fırsat olduğunu zannediyor olabilirsiniz. Bunun yerine, kırık pencere polisliği gibi birkaç çok-amaçlı yorumla birlikte, çoğu zaman kincilikle ve kentselleşmenin saçma sapan taraflarına yönelik alaycı ifadelerde bulunmakla yetiniyoruz. Bu genel bir insan gerçeğidir: işleyen şeylere olan ilgimiz işlemeyenlere duyduğumuz ilgiden daha azdır.
Öyleyse, kitlesel hapsetme ve suç oranındaki düşüş arasındaki ilişki nedir? Kesinlikle, 1970 ve 1980’lerde birçok uzman, kötü insanları iyi hale getirmekten başka bir yol olmadığına ikna olmuşlardı; yapabileceğimiz tek şey, uzun veya kısa sürelerle onları depoya kapatmaktı. Yapılan en iyi araştırma, iç karartıcı bir şekilde gösteriyor ki hiçbir şey işe yaramıyor, rehabilitasyon denilen şey dalavereden başka bir şey değildi. Daha sonra, 1983 yılında iki mahkûm, Marison, Illinois'de bulunan son derece güvenlikli federal hapishanede iki gardiyanı öldürdüler. Mahkûmlar, uzun süreden beri (ara-sıra) gardiyanları öldürüyorlardı, ancak cinayetlerin zamanlaması ve sıradan kişilerin bile suçlular sınıfında heba edildiğine yönelik varsayımı hazırlayan bir ortamda gerçekleşmeleri, bütün hapishanelerin daimi tecritle donatılması anlamına geldi. Yüz elli yıl sonra mutlak tek kişilik hücre cezası ilk olarak Amerikan hapishanelerinde ortaya çıktı, yeniden hortlatıldı. O korkunç sayılar artmaya başladı.
Bir on yıl sonra, suç oranı düşmeye başladı: ülke çapında düşüş %40’lık bir standart ölçüm oranında iken bu oran New York Kenti’nde yaklaşık %80 idi. 2010 yılı itibariyle, New York’taki suç oranı, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük düşüşü yaşadı; 2002’de Manhattan’da 1900’den beri herhangi bir yıl içinde görülenden daha az sayıda cinayet vardı. Toplum bilimlerinde, aranan bir neden genellikle karmakarışık bir bulgudur; yaşantımızda deneyimlediğimiz gibi çözüme bağlanan bir kriz, nedensellik kurgusudur. Bir hap baş ağrısını geçiriyorsa, çoğu zaman baş ağrısının kendi kendine geçip gitmiş olabileceğini sorgulamayız.
Bütün bunların sayesinde, Franklin E. Zimring’in yeni kitabı, “Güvenlileşen Şehir”in yayımlanmasını büyük bir olaydır. Berkeley Hukuk Fakültesi’nde krimonolog olan Zimring, Amerika’nın diğer bölgelerinde yaşanan olaylar bağlamında, New York’ta yaşananlara dair yoğun hesaplar yapmak için yıllarını harcadı. Bize çok az bildiğimiz bir şeyi öğretiyor. Kıta genelindeki %40’lık düşüş (aslında bütün Batı dünyasının genelinde bir düşüş vardı), Ottawa’nın banliyölerinde yaşananların, Güney Bronx’takiler kadar gizemli olduğu nedenlerden dolayı meydana geldi. Zimring, demografik değişiklikler gibi alışılmış açıklamaların, nedenleri basit bir şekilde açıklanması gereken şeyleri açıklayamadığını göstermektedir. Bu durum, uluslararası gerilemenin biraz esrarengiz görünmesini sağlıyor: gökten kargalar yağıyor, salgınlar duraklıyor ve bitiyor ve zaman içerisinde toplumların bir eyaletten diğerine sıçraması için gerekli hiçbir mutlak neden yok gibi görünüyor. Toplumsal varlığımızın öteki bölümlerinde trendler, modalar ve gelip geçici hevesler ve katıksız tesadüfler çıkıyor ortaya; yani, rastlantısal nedenlerden dolayı suçluların davranışlarında da tarz ve döngüler olabiliyor.
Ancak, New York’a özgü suç oranındaki %40’lık ek düşüş nihayet Zimring’in analizleri karşısında yenik düşüyor. Değişiklik, ne refah kültürünü değişikliğe uğratan süper yırtıcıları içeri atmak, evlenmemiş annelerin sayısını azaltmak gibi sağ politikaların odaklandığı derin bozuklukların (patolojiler) çözülmesi sonucu, ne de adaletsizlik, ayrımcılık, yoksulluk gibi sol politikaların işaret ettiği şeylerin altında yatan nedenlerin çözüme kavuşturulması ile ortaya çıktı. Ne de artan kürtaj ve benzeri olguların gizli kalıplarından kaynaklanan herhangi bir “Presto!” etkisi vardı ortada. Şehir zenginleşmedi, yoksullaşmadı da. Şiddet suçları az çok ortadan kayboldukça, New Yorkluların etnik yapısında, ortalama zenginlik ve eğitim seviyelerinde kayda değer bir değişiklik olmadı. “Kırık pencereler” veya “turnikelerin üstünden atlama” polisliği, yani suça müsamaha göstermeyi reddeden bir atmosfer yaratmak için küçük gibi görünen kabahatlere göz açtırmamak, göz ardı edilebilir etkilere sahip olmuş gibi görünüyor. Zimring şöyle yazıyor; sloganlar ve zamanın özü arasında büyük bir farklılık vardı (sokak fahişeliği ve aleni kumar gibi “görünür” şiddet-dışı suçlar için tutuklama eylemleri süreç içinde genel olarak azaldı).
Bunun yerine, tamamen suçun oluşmasını engellemek için tasarlanmış küçük toplum mühendisliği eylemleri, suçun sona ermesine katkıda bulundu. 90’lı yıllarda NYPD (NY Polis Departmanı), güvenli bölgelerdeki küçük suçlarla savaşarak değil de “sıcak nokta polisliği” adı verilen, birçok suç olayının meydana geldiği bölgelere bir sürü polis doldurmak suretiyle suçu kontrol altına almaya başladı. Aynı zamanda polisler, “durdur ve ara” denilen saldırgan ve tartışmalı bir programı uygulamaya başladılar (tasarının fikir babalarından biri olan Jack Maple’ın tanımladığı gibi, “yunusları değil köpekbalıklarına yakalamak için tasarlandı” ki bunun içinde aşağılayıcı bir biçimde “profil çıkarma” adı verilen eylem de vardı). Bu çok ırkçı bir şey değildi, çünkü verili bir mahallede yaşayan bütün suçlular büyük olasılıkla aynı renk veya ırktan geliyorlardı, toplumsal olarak da polislerin hâlihazırda tanımladığı binlerce küçük ipuçlarını da barındırıyorlardı. Zimring’in vurgusu ile azınlıklardan oluşan topluluklar, durdurulan ve aranan çocuklar için çok büyük paralar harcadılar ancak azalan suç ortamında büyük paralar da kazandılar. “Yoksullar çok ödüyorlar ve çok kazanıyorlar” şeklinde koyuyor bunu Zimring. Ona göre, “hafif” durdur-ara programı verimli olduğu kadar daha az yabancılaştırıcı olabilir, kentlerdeki suç oranını düşüren durdur-ara eyleminin, uzun süre hapishanelerde kalan yoksul, azınlık çocuklarının sayısının büyük ölçüde azalmasında net bir etkisi vardır.
Zimring makul bir biçimde ısrar ediyor; özellikle suçu ve azınlıkları birbirinden ayıran teorilerin (suç nedir, suçlular nerededir) radikal ve iyimser bir şekilde yeniden yazılmasını öneriyor. “1961’de New York kent nüfusunun %26’sı Afro-Amerikalı veya Hispanik azınlıklardan oluşuyordu. Şimdi, New York nüfusunun yarısını onlar oluşturuyor; son derece umutlu olan bu yol ile arz yanlı krimonolojinin kaba varsayımlarını ortadan kaldırmalıyız” diyor. “Arz yanlı krimonoloji” ile kastettiği şey, toplumsal koşulların, açıklanmayı bekleyen belirli bir net miktarda suç doğurduğunu iddia eden muhafazakâr suç teorisidir; suçu burada durdurursanız orada patlak verecektir. Suçu durdurmanın tek yolu bütün potansiyel suçluları içeri tıkmaktı. Doğrusu, suç eylemi daha çok diğer insan tercihleri gibidir, bir tesadüfî elverişli durum ve imkânlar sorunudur. Suç, bir dizi suçlunun sonucu değildir; suçlular, bir dizi suç işleme imkânının sonucudurlar. Washington Meydanı’ndaki açık uyuşturucu pazarını kapatırsanız, o pazar kendi kendine Tompkins Meydanı Parkına taşınmayacaktır. Sadece duracaktır ya da satıcılar kapalı yerlere gideceklerdir ki uyuşturucu satışı sürecek ancak şiddet suçları devam etmeyecektir.
Ve verimli bir döngü içerisinde, suçun azalan yaygınlığı, suçun yaygınlığında bir azalmayı da teşvik eder. Arkadaşlarınız artık sokak soygunları yapmıyorlarsa sizin de yapma olasılığınız düşük olacaktır. Yakın bir tarihte gerçekleştirilen bir röportajda Zimring şöyle diyor: “Unutmayın, hiç kimse birilerine saldırarak hayatını kazanmadı. Şiddet suçunda asgari bir kazanç bile yoktur.” Bir bakıma şunu diyor, bu hobi gibi bir şey, bir yaşam tarzı: “Suç rutin bir davranıştır; insanların alıştıkları zaman yaptıkları bir şeydir.” Ve esas kırılganlığı kendi içinde yatmaktadır. “Son derece motive edilmiş temel bağlantılardan ziyade durumsal ve tesadüfî şeylerle çalışan döngüsel güçlerin” neticesinde sona erer suç. Muhafazakârlar bu görüşü beğenmezler, çünkü sert olmak bir işe yaramıyor; liberaller de beğenmiyor bu görüşü, çünkü görünüşe bakılırsa nazik olmak da işe yaramıyor. Suçun kontrol altına alınması, toplumsal hastalıkları tersine çevirmeye veya toplumsal dertleri hafifletmeye değil, aşılması can sıkıcı olan küçük engeller dikmeye bağlıdır.
Göze çarpan bir gerçek var. Son 20 yıllık dönem içinde ülkenin geri kalanı, şu an elimizde bulunan parmak ısırtan verilere yol açan hapsetme artışına tanık olurken, Rockefeller uyuşturucu yasalarına rağmen New York’taki mahkûm sayısında belirgin bir düşüş var. Zimring’in gözlemlerine göre; “suç oranındaki etkileyici düşüşün orta yerinde duran New York, suç dalgasının tepesinde bulunduğu döneme göre çok daha az sayıda insanı, özellikle de genç insanı hapse atıyor.” Sokaklarda suçu düşüren şey ne olduysa olsun, daha fazla insanı hapse koymakla hiçbir ilgisi kalmamıştır artık. Mantık apaçık ortada, yeter ki onu beyaz yakalıların suç diyarına taşıyabilelim: kolaylıkla kabul edebiliriz ki olması beklenen kesin bir beyaz yakalı suç miktarı mevcut değil, lıkır lıkır Dewar’s viskisi içen babaların ve yüzleri pul pul olmuş M.B.A. (İşletme yönetimi Yüksek Lisansı) profesörlerinin ürettiği, ne anlama geldiği belli olmayan bir süper-yırtıcı nesli de yok. Burada, Üçüncü Cadde’deki bir yolsuzluk tertibini sona erdirirseniz, yandaki ofis binasında doğal olarak başka bir tertip oluşmayacaktır. Beyaz yakalı suçları, patolojinin ve fırsatların kesişme noktasında meydana gelir; ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu’nu (S.E.C.) bu fırsatları sona erdirmekle meşgul etmek patoloji dizisini sınırlandırmak için güzel bir yoldur.
Bize daha derin ve daha az görünür gelen toplumsal trendler, geleceğin tarihçileri ne olup bittiğini inceledikçe boy gösterebilirler. Polislikten başka olgular da olguları açıklayabilir; ucuz kredi kartlarının ve devlet piyangosunun gelişi, FBI’ın yapabileceği gibi tefecilik ve seri numaralara bel bağlamış New York’taki 5 Mafya Ailesi’ni muhtemelen aynı oranda zayıflatmıştır. En azından mümkündür, örneğin, cep telefonlarının ortaya çıkışı, suçun azalmasına yardımcı olurken uyuşturucu satışının kapalı mekânlarda yapılabilmesine katkıda bulunmuştur. Sıcak nokta ve durdur-ara uygulamalarının gerçek değeri şu olabilir; bu uygulamalar, polisin güvendiği tekil bir oyun planı sağlamıştır. Askeri tarihin ortaya koyduğu üzere, kötü bir plan, plansızlıktan daha iyidir, özellikle öte yandan insanlar bunun iyi bir plan olduğunu düşünüyorlarsa. Ancak, kesin olan bir şey var: toplumsal suç veya ceza salgını, tahayyül ettiğimizden daha basit ve daha yüzeysel mekanizmalarla, ümit ettiğimizden daha hızlı bir şekilde tedavi edilebilir. Yara bandı, yaranın kendi kendine iyileşmesine yardımcı olacaksa kötü bir yarayı bantla sarmak gerçekten makul bir stratejidir.
Dahası bu durum bir parça radikal sağduyuya yol açmaktadır: hapishaneler, şiddet suçlarının bile durdurulmasında en iyi ihtimalle küçük bir rol oynadığı için, şiddet-dışı suçlardan dolayı zengin ya da yoksul fark etmez, çok az insan hapse girecektir. Korkunç cezaların artık çok kolay bir biçimde uygulanması bir yana, ne sokaklar ne de toplum, esrar kullanıcılarını veya satıcılarını içeri tıkmakla güvenli hale getirilemez. Bu nedenle, hortumcuları ya da saadet zinciri üyelerini hayatlarının geri kalan bölümünde bir kafese kapatmak toplumsal faydaya hizmet etmez, onun yerine bu insanları iflas ettirmek ve Güney Bronx’ta gelecek bir veya iki on yıl boyunca kamu hizmetinde çalıştırmak yararlı olacaktır. Eğer failler, banka hesaplarını ve şöhretlerini kaybedeceklerini ve beş yıl boyunca haftanın yedi günü kamu hizmetinde çalışmak zorunda kalacaklarını bilselerdi gerçekten daha çok sayıda sahtekâr ve yağmacı hissedara sahip olur muyduk? Öyle görünüyor ki bu yaptırımların kar etmediği bir insan için başka hiçbir yaptırım yeterli olmayacaktır. Zimring’in araştırması açık bir biçimde gösteriyor ki sokaklardaki suç oranı düşerse, hapishaneden çıkan suçlular, suç işlemeye bir son vereceklerdir. Önemli olan dünyadaki suç olgusu ve suç kültürünün devamlılığıdır, hapishanede “öğrenilen bazı dersler” değil.
Aynı zamanda, durdur-ara uygulamasının çirkin yanı da hafifletilebilir. Zimring’in çalışmasında öngördüğü gibi, yunusları değil de köpekbalıklarını yakalamak için, esrar taşımak gibi suçları değil, durdur-ara uygulamasının konusu olan gerçek suçları ortaya çıkartacak ağların deliklerinin büyüklüğünü ona göre ayarlamaya gereksinimimiz var. New York polisi çocukları durdurup aradığında, temel amaç, esrar taşıdıkları için onlara içeri atmak değil, parmak izlerini almaktı; böylece daha ciddi bir suç işlediklerinde bu çocukların kimlikleri tespit edilebilecekti. Ancak bütün Amerika’da bunun tam tersi oldu: esrar taşımak ciddi bir suç haline geldi. İnsanların hayatlarının mahvolmasının ve harcanan paraların bedeli çok büyük olsa da yapılması gereken bariz şey, yasayı daha az uygulamak değil, artık onu değiştirmektir. Bir zamanlar Dr. John’un dediği gibi, yasayı yapan tutumlardır, tutumlar değiştiği zaman yasalar da değişmek zorundadır. Çok açık ki bugün Amerika’da esrar neredeyse evrensel olarak kabul görmüş bir uyuşturucu. Sadece günlük olarak kullanılmıyor (on yılların bir gerçeği) aynı zamanda televizyonlarda ve filmlerde gelişigüzel bir biçimde bahsi geçiyor. Esrar içmenin hissettirdiği riskleri görmek için sadece bir otçu filmi izlemek, tutuklanacağınız anlamına gelmez ama okul derneğinden bir rakibinizle başınız belaya girebilir veya bir kadına aptal gibi görünebilirsiniz. Esrarın suç unsurundan çıkarılması, hapsetme salgınının sona ermesine katkı koyacaktır.
Tarihsel farklılıkları ne olursa olsun, diğer birçok zengin ve özgür ülkelerdeki hapis cezası oranı dikkat çekecek derecede dengelidir. Napolyon kanunları veya genel hukuk ya da ikisinin karışımının yer aldığı ülkelerde, ihtilaf halinde delillerin bilirkişi veya jüriye sunulduğu yargılama biçimlerine veya hâkim kararına dayalı bir sisteme sahip ülkelerde, Fransa’da olduğu gibi ister ülke bir zamanlar acımasız bir sürgün cezası deneyimine sahip olsun veya Avustralya’da olduğu gibi ülke bir zamanların sürgün yeri olsun, hapis cezasının doğal oranı, 100 bin kişide yaklaşık 100 kişidir. (Zengin ve homojen ülkelerde bu oranın daha düşük olacağı anlamına gelmiyor bu, şöyle ki bizim ülkemiz dışındaki ülkelerde söz konusu oran hiçbir zaman daha yüksek olmuyor). Öyle ki her bin insandan birinin bir süreliğine hapse girmesi gerçekten kötü bir şey. Diğer koşullar sabitken, adalet sisteminin temel noktası, o bininci adamın kimliğini saptayıp diğer insanlara zarar vermekten alıkoymanın bir yolunu bulmalı ve herkese biraz huzur vermeli.
Salgınlar nadiren mucizevî tedavilerle geçerler. Tıp tarihinde hastalığa son vermenin en iyi yolu, çoğu zaman daha iyi bir kanalizasyon sistemi kurmak ve insanların ellerini yıkamalarını sağlamaktı. “Ortadaki sorunu sadece küçük parçalara ayırmak” genellikle bir sorunla başa çıkmada en iyi yoldur: sabır içinde sorunu ufalamayı sürdürün, sonunda özüne ulaşacaksınızdır. Oranları düşmeden önce suç üzerine yazılan literatürü okuduğumuz zaman, cezaya dair yeni literatürde bulduğumuz aynı türden distopik umutsuzlukla karşılaşabiliriz: yoksulluğa son vermeliyiz, gettoların kökünü kurutmalıyız, parçalanmış ailelere savaş açmalıyız ya da benzer şekilde suç dalgasına bir son vermeliyiz. Gerçek şu ki bir dizi küçük eylem ve olaylar, her şeyin etkisini devam ettiriyor gibi görünen bir sorunun ortadan kaldırılmasıyla son buldu. Mucizevî bir tedavi yoktu, olan sadece binlerce küçük ruh hastalığına arabuluculuk etmekti. Uyuşturucu kabahatini işleyenlerin cezalandırılmasına son vermek, esrarı suç kapsamından çıkarmak, hâkim ve yargıçları sağduyuyu kullanmaları konusunda serbest bırakmak (mümkünse politikacıdan ziyade yargıç gibi olanları seçmek) vs. bu tür pek çok küçük eylem, suç salgının sona ermesinde olduğu gibi hapsetme salgınının da sona ermesine yardımcı olacaktır.
Hayal gördüğü sırada, çalılıklarda “Oh, buna çok az özen gösterdim” diye haykırıyordu Kral Lear. “Al ilacını, saltanatlı adam; biçare insanların hissettiği şeylere bırak kendini.” “Bu” durum, Shakespeare’in zamanında değişir, kimilerini açlıktan öldüren, kimilerini de zavallı Tom kadar delirten adamakıllı bir köylü yoksulluğuydu bu. Dickens ve Hugo’nun zamanında çocukları madenlere süren de sanayi devrimiydi. Ancak her toplum, insanları perişan eden bir yoksulluk fırtınasına yakalanmıştır ve buna karşı takınılacak tutum her zaman aynıdır: ya çektikleri ıstırap yüzünden zaten insanlıktan çıkmış perişan insanlar acınmayı hak etmiyorlar ya da adaletsizliğin altında kalan ezilenler daha iyi bir dünyayı beklemek zorunda kalacaklar. Adaletsizlik, her an toplum yaşantısından ayrılamaz gibi görünür ve her durumda sistemi yerinde tutmayı sürdürmek için ortaya atılan argümanları dönüştürmek için bütün toplumsal düzeni bir devrimle alaşağı etmek zorundasınızdır ki böylece bütün toplumsal düzenin devrilmesi argümanı hakim hale gelir. Her durumda, insanlık ve sağduyu, çözümsüz sorunları yerinden kaldırır ve defeder. Bu hapishaneler bizim. Daha fazla özen göstermeye ihtiyacımız var.
AMERİKA’NIN HAPSEDİLMESİ
Bu kadar çok insanı niye içeri atıyoruz?
Adam Gopnik
Hapishaneler zamanı yakalama tuzağıdır. Amerikan hapishanelerinin iç yaşamı hakkında çoğu zaman iyi kayıtlar ortaya çıkmakla birlikte elimizde olan şey, Amerikan hapishanelerinin genellikle dramatik nitelikler taşımadığıdır, bize anlatılan hikâyeler dikkatimizi çekmez, çünkü genelde hiçbir şey olmaz. Ivan Denisoviç'e dair bütün bilmemiz gereken şey onun hayatındaki bir gündür, çünkü herhangi birinin bu koşullar altında bir dakika bile yaşayabileceği düşüncesi imkânsız görünmektedir; Amerikan hapishanesinde geçen yaşamdan bir gün şöyle dursun, öyle bir etkisi vardır ki o tek gün genel anlamda on yıllara uzanır. Sakinleri için hapishaneleri katlanılmaz kılan şey, hâlihazırdaki zaman korkusu değil, zamanın tasavvur edilemez tekdüzeliğidir. Teksas'taki ölüm hücrelerinde bulunan mahkûmlara "zamansız zaman"ın içindeki insanlar denir, çünkü sadece hapis yatmıyorlar: beş yıl ya da on yıl veya bir ömür geçip gitsin diye beklemiyorlar. Amerikan hapishanelerinin temel gerçeği, demir parmaklıklar ardında olmak değil, zamanın kilidi altında olmaktır.
Bu nedenle, sadece bir günlüğüne de olsa hapse girmiş hiç kimse bu duyguyu unutamaz. Zaman durur. Seyrelmiş bir panik durumu, tetikte bekleyen bir paranoya, bir tür sis kaplaması ile karışık anksiyete, sıkıntı ve korku, muhafaza edilenler kadar gardiyanları da kaplar. "Bazen bütün bu dünyanın büyük bir hapishane olduğunu düşünüyorum, bazılarımız tutsak, bazılarımız gardiyan" diyor Dylan; tutsaklara sorabiliriz, tamamen doğru olmasa da bir hakikat içeriyor bu durum: gardiyanlar da hapis yatıyor. Bir zamanlar zeki bir adamın içeri atıldıktan sonra yazdığı gibi, hapishanenin pencerelerinde parmaklıklar vardır ve sizin dışarı çıkmanıza izin vermezler. Bu basit gerçeklik, diğer bütün şeyleri etkilemektedir. Tutsakların, özgür olanlara iletmek istedikleri şey, katlandığınız şeyler yerine, size sunulan bir şey olarak zamanın varlığının zihnimizi her an nasıl değiştirdiğidir. Uygar dünyada herhangi bir başka yerde işlenen benzer suçlar yüzünden daha uzun süreli hapis cezalarına çarptırılan çok sayıdaki Amerikalı tutsaklar için zaman her anlamda buna dönüşür (Sadece Teksas’ta 400’den fazla genç müebbet hapisle cezalandırılmıştır).
Birçok ayrıcalıklı, meslek sahibi insanın hapislikle ilgili tek deneyimi, diyelim bir çocuğun tutuklandığını gördüğünde yaşadığı, kendisine uzak bir tehlike karşısındaki korkudan ibarettir. Zengin beyazlar için lise veya üniversite ne ifade ediyorsa Amerika’daki pek çok yoksul insan için, bilhassa da yoksul siyahlar için de hapishane, normal hayat akışında yer edinen, varılacak bir noktadır. Lise diploması olmayan siyahların yarıdan fazlası yaşamları boyunca bir süreliğine hapse giriyor. İnsanlık tarihinde neredeyse eşi görülmemiş bir ölçeğe ulaşan kitlesel hapislik durumu, 1850’lerde köleliğin temel bir gerçeklik olduğu gibi günümüzde de ülkemizin temel bir gerçeğidir. Doğrusu, bir zamanların kölelik sistemiyle karşılaştırıldığında; hapiste, göz hapsinde ya da şartlı olarak tahliye edilmiş, ceza adaleti sisteminin pençesinde bulunan daha fazla sayıda siyah insan mevcut. Bütün bunlar bir yana, bugün Amerika'da “ıslah gözetimi” altında tutulan insan sayısı (6 milyondan fazla), Stalin'in zirvede olduğu zamanlarda Gulag Takımadalarında bulunanlardan daha fazladır. Hapsedilenlerin ve kontrol altında tutulanların yaşadığı bu Cezaevi Kenti, şu an ABD'nin en büyük ikinci şehri durumunda.
Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde hapsetme oranındaki artış, hapse atılanların sayısı kadar ürkütücü: 1980’de her yüz bin Amerikalı içinde yaklaşık 220 insan vardı hapsedilen; 2010 yılı itibariyle bu sayı, 3 kattan daha fazla artarak 731'e ulaştı. Bu sayıya yaklaşan başka bir ülke yok. Son 20 yıl içinde eyaletlerin cezaevlerine harcadıkları para, yükseköğretime harcanan paranın 6 katına yükseldi. Geçenlerde Florida’da tutuklanan eski muhafazakâr basın lordu ve çiçeği burnunda liberal Conrad Black, devletimizin baştan ayağa bir “hapishane devleti” olduğunu söyleyince, şu eski fıkraya bir ek yapmak zorunlu hale geldi: Muhafazakâr dediğin soyulmuş bir liberaldir, liberal dediğin ise mahkemeye düşmüş bir muhafazakârdır, o da hapse girince ateşli bir hapishane reformcusu olur.
Hapishanelerimizin ölçeği ve vahşeti Amerikan yaşantısının ahlaki bir skandalıdır. Her gün, Yankee Stadyumu’nu dolduracak şekilde en az 50 bin insan hücre hapsinde, çoğunlukla da insanların küçük hücrelere kapatıldığı, hiç kimseyi göremedikleri, özgürce okuyup yazamadıkları ve günde sadece bir saatliğine tek başına "egzersiz" yapmalarına izin verildikleri “süper-maksimum” hapishanelerde (son derece güvenlikli hapishane) veya hapishane koğuşlarında uyanıyor. (Kendinizi bir banyoya kapatın ve on yıl boyunca orada durmak zorunda olduğunuzu hayal edin, birazcık anlarsınız bu duyguyu). Hapishanelerde tecavüz yaygındır, her yıl 70 binden fazla mahkûm tecavüze uğruyor; beklenen cezanın bir parçası olarak rutin bir tehdittir bu vaat edilen. Özne, komedi için standart bir yemdir ve hapiste tecavüzle tehdit edilen ve işbirliğine yanaşmayan sanık, artık polisiye bir şovun sıradan ve dahası sevilen bir parçası olarak her gece televizyonlarda gösterilmektedir. 18. yüzyılda darağaçlarında can veren insanları seyreder gibi hapishane tecavüzlerinin normalleşmesi, bizden sonra gelecek nesilleri kesinlikle, insanın kanını donduracak derecede sadistleştirecek ve kendilerini uygar zanneden insanlar tarafından akıl almaz bir hale getirecektir. Hapishanelere doğrudan bakmaktan kaçınıyor olmamıza rağmen onlar yaşam tarzımıza dolaylı yoldan sızıyorlar. Çuval gibi blucinler, bağcıksız ayakkabılar giyen, vücudunda bir sürü dövme bulunan zengin, beyaz gençler, bilinçsiz bir şekilde, ülkemiz adına gizli bir kuruluş gibi çalışan hapishane gerçeğini dışa vuruyorlar.
Peki, bu noktaya nasıl geldik? İnsan asmayı, kırbaç cezasını ve bağırsak sökmeyi reddeden uygarlığımız nasıl oldu da bir sürü insanı onlarca yıl boyunca bir kafese kapatmanın kabul edilebilir bir insani yaptırım olduğuna inanmaya başladı? Suç ve ceza tarihinde ve sosyolojisinde oldukça geniş bir bilimsel literatür var ve bu literatür, Amerikan tarzı cezalandırma hırsının kökenlerini, suçu iki yöne ayıran 19. yüzyılda arama eğilimindedir. Philadelphia’da kötülüğüyle ün salmış Doğu Eyalet Hapishanesi’nin mirasına ve onun “reformist” geleneğine odaklanan, özü itibariyle bir Kuzey tanımlaması var, bir de hapishane sistemini, aslında başka araçlarla sürdürülen bir köle çiftliği olarak gören Güney tanımlaması var. “Teksas Tarzı: Amerikan Hapishane İmparatorluğu’nun Yükselişi" adlı Güneyli revizyonist çalışmanın yazarı Robert Perkinson, "rehabilitasyon penolojisinin (ceza sosyolojisi) doğum yeri olan Kuzeyden, boyun eğdirici disiplinin öz kaynağı olan Güneye doğru geçmişten gelen iki çizginin izini sürüyor. Bir başka deyişle, insanları sayılara indirgemek ve köle sahiplerini, zencileri hayvanlara indirgemeye kışkırtmak gibi bilimsel bir haz var ortada.
“Amerikan Ceza Adaleti'nin Çöküşü" adlı şaheserinin geçtiğimiz sonbaharda yayımlanmasından kısa bir süre önce ölen Harvard Hukuk Fakültesi profesörü William J. Stuntz, hapishanelerimizin içinde bulunduğu rezaletin, Aydınlanma Çağı'ndan, Amerikan adaletinin "usule ait” doğasından kaynaklandığı görüşünün en güçlü savunucusudur. Yazar, hapsetme salgınının sonuçla doğrudan ilişkisi olan sebepler arasında dolaşır: küçük uyuşturucu suçlarını uzun süreli hapislikle cezalandıran post-Rockefeller uyuşturucu yasalarının gelişimi, gruba eklenen "sıfır tolerans" polisliği ve hâkimleri hüküm vermekten alıkoyan zorunlu ceza kanunları. Ancak onun asıl sebepleri araştırması, daha derin bir şekilde, başından sonuna dek bizi ABD Haklar Bildirgesi’ne götürür. Anayasa tapınıcılığının sağda ve solda aynı şekilde elzem olduğu bir toplumda Stuntz, şaşırtıcı bir şekilde ABD Haklar Bildirgesi’nin, bir adalet sistemi kurmak için berbat bir belge olduğunu ileri sürmektedir. Çağdaş Fransız İnsan Hakları Bildirgesi’nden çok daha aşağı bir bildiridir ki Jefferson’ın işaret ettiği gibi bu belge, çırağı Madison, bizim bildirgeyi yazarken tasarımına yardımcı olmuş olabilir.
Ona göre ABD Haklar Bildirgesi’nin sorunu, ilkelerden ziyade sürece ve yönteme vurgu yapmasıdır. İnsan Hakları Bildirgesi, Adil Olun der! ABD Haklar Bildirgesi ise Hakkaniyetli Olun der! Genel ilkeleri ilan etmek yerine, yöntemsel bir dili vardır (Hiç kimse, suç teşkil etmediği sürece yaptığı bir şey yüzünden suçlanmamalıdır; acımasız cezalar her zaman yanlıştır; adaletin hedefi, her şeyden önce adaletin uygulanmasıdır). Nedensiz yere bir insanı soruşturamazsınız, kanıtları görmesine izin vermeden o kişiyi suçlayamazsınız vs. Stuntz’a göre bu vurgu günümüzdeki karmaşaya yol açtı; itham altındaki suçlular usul ihlallerinden güç bela korunabilseler de adaletin açık ve kaba bir biçimde ihlaline karşı savunmasızdırlar. Eğer polis, İşin içinde sizin de olduğunuzu anladığı zaman yanlış yetkiyle yanlış arabayı ararsa cezadan kurtulabilirsiniz, ancak suç ortaklığınız sizi ömür boyu içeride tutacak olursa başvuracağınız hiçbir makam bulamazsınız. Müdafi ile birlikte ortada bir sorun olduğunu gösterebilirseniz idam cezasından yırtabilirsiniz, fakat daha en başından beri suçsuz olduğunuzu gösteren, geçmişe dönük, çok büyük bir kanıt mevcutsa ancak jüri bunu yanlış anlarsa durum çok daha zor hale gelecektir. Stuntz şöyle devam ediyor; Amerikalıların büyük saygı duydukları maddeler bile o saygıya layık değildir: “acımasız ve sıra dışı” cezaların yasaklanması, zamanında sıra dışı olmayan kırbaçlama ve dağlama gibi acımasız cezaları korumak için tasarlanmıştı.
Argüman şöyle devam ediyor; yargı sürecine yönelik saplantı ve acımasız hapishane kültü birinci derecede önemli bir kişiler-üstülük paylaşmaktadır. Bir sistem ne kadar profesyonelleştirilir ve yöntemselleştirilirse, sistemin gerçek kişiler üstündeki gerçek etkilerinden o derece yalıtılmış oluruz. İşte bu yüzden Amerika, yönteme dayalı adalet sistemi (“Şerefsiz usulden yırttı yine” diye öfkeye kapılır polisiye dizideki dedektif) ve hapishanelerinin acımasızlığı ve gaddarlığıyla ünlüdür. Bütün sanayileşmiş toplumlar, 18. yüzyılda daha fazla sayıda insanı hapishanelere ve daha azını da idam sehpasına göndermeye başlamış olmasına rağmen uzun dönemli, son derece kişiliksizleştirilmiş cezaların ağırlaştırılması konusunda Amerika’ya ilham veren Aydınlanma’dır. Amerikan hapishanelerinin insaniyetsizliği, Amerikalı avukatların sinizmi kadar 1842 yılında Amerika’yı ziyaret eden Dickens için de bir tema teşkil ediyordu. Philadelphia’daki Doğu Eyalet Hapishanesi'ni (bir “model” cezaevi, her mahkûmun sessizlik içinde ayrı ayrı hapis yattığı, zamanında ülkede inşa edilmiş gelmiş geçmiş en pahalı yapı) gördüğü zaman geçirdiği şok hala yankılanmaktadır:
İnanıyorum ki uzun yıllara yayılmış bu korkunç cezanın mağdurlarına çektirdiği uçsuz bucaksız işkence ve ıstırap konusunda çok az insan fikir sahibi olabilir. İnsan bedenine yapılan işkenceden sonsuz derece kötü olması için, beynimin gizemleriyle birlikte taşıyorum bu yavaş ve gündelik tahrifatı: çünkü içler acısı belirtileri ve izleri, insan eti üstündeki yara izleri kadar gözle görülebilir ve hissedilebilir değildir; çünkü yaraları yüzeyde değildir ve insan kulağının duyabileceği birkaç çığlık alır. Bu yüzden bunun, uyuklayan insanlığın buna bir son vermek için ayağa kalkmadığı gizli bir ceza olduğunu açıkça ilan ediyorum.
Son vermek için ayağa kalkmamak, mesele buydu. Prosedür biter bitmez ceza başlar ve acımasızlık rutinleştiği sürece cezalandırılana karşı sivil sorumluluğumuz sona erer. İnsanları içeri atıyoruz ve onların varlığını unutuyoruz. Dickens’e göre eski Londra’nın yozlaşmış ama komünal olan borçlu hapishaneleri bile bundan daha iyiydi. “Bunu üstüne alınma!”, Amerikan hapishanesi Inferno’nun (Dante’nin İlahi Komedyası’nda adı geçen cehennem) kapısının üstünde durmaktadır bu slogan. Sadece bir tarihçi görüşü de değildir bu. Conrad Black, birkaç yıllığına hapse atılmasının hemen öncesinde vekilinin, yargıcın ve savcıların, müşterek profesyonel mükemmellikleri üzerine nasıl hepsinin mutluluk içinde birbirlerini tebrik ettiklerini gösteren ürkütücü ve inandırıcı bir resme sahip. Eğer bir milyoner bile bunu hissediyorsa sıradan sanıkların neler hissettiğini varın siz düşünün.
Soyutlama yerine Stuntz, insani takdir hakkının durumu kurtaran yönünü savunuyor. Temel olarak şöyle düşünüyor; suçun ne olduğunu ve adaletin nasıl bir şey olduğunu anlayarak gitmeliyiz mahkemeye, sonra da sağduyunun, merhametin ve özel koşulların devreye girmesine izin vermeliyiz. İstimlâk tahliyesi nedeniyle kavgalı bir aileyi anlatan Avustralya yapımı “Kale” adlı filmde güzel bir sahne var: mahkemede tahliye ihlallerine dair Avustralya Anayasası’nda yer alan özel kısımlara işaret etmesi istenen talihsiz avukat, ümitsizlik içinde şöyle der, “bu … bu sadece bir şey, bir his bu”. Stuntz’a göre adalet sadece bir his olmalı, ortada dönen yöntemsel bir sorun veya bir gerçeklik değil. Ceza hukuku bir kez daha teamül hukuku gibi olmalı, hâkimler ve jüriler sadece doğruyu bulmamalı, hukuku, evrensel adalet, koşul ve ciddiyet ilkeleri temelinde kurmalı ve cezaları, suçun zaruriyetine göre icra etmelidirler.
Bir diğer argümana (Güney argümanı) göre bu hikâye, gerçekliğe çok parlak bir yüz katmaya çalışmaktadır. Yine bu argümana göre Amerikan hapishanelerinin gerçekliğinin, yöntemsel adaletin sorunları ya da Aydınlanma Çağı ideallerinin çarpıklıklarıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Günümüzde hapishanelerde "Güneyde uzun zamandır uygulanan ve geliştirilen cezalandırıcı modele göre ”Kuzeyli reformcuların rehabilite edici modeli daha az kullanılmaktadır, Amerikalı Profesör Perkinson şöyle yazıyor: “Amerikan hapishaneleri, kökenlerinin izini sadece Pennsylvania cezaevlerine dönerek değil Teksas köle çiftliklerinde de sürüyor.” Bu teze göre, beyazların üstünlüğü gerçek bir ilkedir ve ırki egemenlik gerçek bir sonuçtur. 60’ların göze çarpan zaferlerine karşılık kitlesel hapislik, yeniden Jim Crow'a dönmenin bir yolu haline geldi. Bugün siyahlar, beyazların 7 kat fazlası oranında içeri tıkılıyorlar. “Kitlesel hapsetme sistemi, Afro-Amerikalıları sanal ve gerçek bir kafese kapatmak için işlemektedir" diye yazıyor hukuk bilgini Michelle Alexander. Genç siyahlar çabucak polis tacizi döneminden "resmi kontrol" (yani fiili hapislik) dönemine geçiş yapıyorlar, sonra da yaşamları boyunca bir "gözle görülmez kontrol" sistemine mahkûm ediliyorlar. Oy kullanma hakları ellerinden alınan, yaşamlarının geri kalan dönemi boyunca ayrımcılığa uğrayan pek çoğu hapishane sistemiyle geriye dönüş yapıyor. Bu anlamda sistem gerçekten bozulmuyor; tasarlanma sebeplerini yerine getiriyor. Alexander çirkin bir sonuca varıyor: "Eğer kitlesel hapsetme sistemi, bir toplumsal kontrol sistemi, bilhassa da ırki kontrol sistemi olarak düşünülüyorsa demek ki bu sistem şahane bir başarıya sahiptir.
Kuzeyin kişiler-üstülüğü ve Güneyin intikamcılığı ortak bir Amerikan temasında buluşuyor: artan sayıdaki Amerikan hapishaneleri artık kar amacı güden işletmelere ve şirketlere yaptırılıyor. Devlet tarafından şirketlere ödeme yapılıyor ve yapacakları karlar, mahkûmlara ve hapishanelere mümkün olduğunca az para harcamalarına bağlı. Kamu malı ve özel kar arasında büyük bir kopukluk olduğunu düşünmek zordur: Özel hapishanelerin çıkarları, asgari düzeyde mahkûm sayısına sahip olmanın gözle görülür toplumsal yararına değil mümkün olduğunca çok sayıda mahkûma ve masrafların azlığına bağlıdır. Bu firmaların en büyüğü olan ‘Corrections Corporation of America’nın 2005 yılı raporundan daha tüyler ürpertici bir başka belge bulunmamaktadır Amerika’nın yakın tarihinde. Yasa koyucular arasında yürüttüğü lobi faaliyetlerine milyonlar harcayan şirket, birilerinin, bir şekilde, bir yerlerde mahkûmların musluğunu kapatması riskine karşı yatırımcılarını uyarmak mecburiyetinde hissetmiş kendini:
Büyümemiz genel olarak, yeni ıslah ve tutukluluk tesislerini geliştirmek ve yönetmek için yeni ihaleler alma yeteneğimize bağlıdır. Tesislerimize ve hizmetlerimize yönelik talep, infaz girişimlerinin gevşetilmesi, mahkûmiyet ve cezalandırma uygulamalarında hoşgörü gösterilmesi ve şu an ceza yasalarımızca yasaklanan belirli eylemlerin suç kapsamından çıkarılması yoluyla olumsuz bir şekilde etkilenebilir. Örneğin, uyuşturucu, denetimli maddeler veya yasa-dışı göç gibi etkinliklere yönelik değişiklikler, tutuklanan, suçlanan ve mahkûm edilen insan sayısına etkide bulunacak, bu nedenle de bu insanları barındırmak için gerekli olan ıslah evlerine dönük talebi potansiyel olarak düşürecektir.
Brecht, böyle bir belgeyi zor hayal ederdi: insanların ıstıraplarıyla beslenen kapitalist bir girişim, elinden geldiği kadar acımasız bir biçimde bu sefaleti azaltmak için hiçbir şey yapılmamasından emin olmak için çalışıyor.
Oysaki süreç çılgına dönmüş ya da mahkûmların gönderildiği sürgün yerleri iyice belirginleşmiş olsa da bu iki anlatım biçiminde -Kuzey ve Güney- bir hayalet dolaşıyor. Öyle ki aynı dönem içinde hapsetme salgını, suç işleme oranındaki radikal düşüşü izleyecek gibi görünüyor. Görünen o ki hapishanelerde ne kadar kötü adam bulunursa, sokaklardaki suç da o kadar azalacaktır. Hapishane literatüründe sadece belli aralıklarla ortaya çıkan patlamanın gerçek arka-planı, onu önceleyen ve onunla örtüşen suç dalgasıdır.
Bu durum, 60’lı ve 70’li yıllarda ortaya çıkan suç dalgasını hatırlayamayacak kadar genç olanlar için yalnızca bir öcü hikâyesi gibi gelebilir. Bütün çocukluğu ve ergenliği buna karşı kurulmuş olanlar için yakın Amerikan tarihinde yer edinen elzem bir travmadır bu ve aynı dönem içinde daha başka neler yaşandığını da açıklamaktadır. Yeni muhafazakârlarla (neo-cons) yürütülen polemikleri inandırıcı kılacak şekilde, liberal bir yönetim altındaki Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası’nda, sosyalizmle yönetilen Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananların çok daha fazlası vardı. Stuntz’un dediği gibi gerçekten öyleydi, suç üzerine liberal bir konsensüs vardı ve bunun hakikaten kötü etkileri oldu (“Merhametli bir adalet sistemi ve suçun kontrolüne yönelik bütün ciddi girişimlerden vazgeçmiş bir sistem arasındaki çizgi nerede olursa olsun, bu ulus o çizgiyi aşmıştır").
Ancak 1980 yılında, birisi çıkıp da 2012 yılı itibariyle New York şehrindeki suç oranı çok düşük olacak ve şiddet suçları diyalog yoluyla geniş öçlüde ortadan kalkacak diye tahminde bulunsaydı, deliler kadar pek fazla ümitli olmayabilirlerdi. 30 yıl önce, yabancılaşmış süper-yırtıcılardan oluşan bir alt-sınıfın ürettiği suç unsuru, kentin kalıcı bir özelliği olarak görülürdü, şimdi öyle değil. Bu durumu değiştirecek bazı iyi şeyler oldu ve değişimin, kutlamalar yapmak ve iyimser olmak için bir fırsat olduğunu zannediyor olabilirsiniz. Bunun yerine, kırık pencere polisliği gibi birkaç çok-amaçlı yorumla birlikte, çoğu zaman kincilikle ve kentselleşmenin saçma sapan taraflarına yönelik alaycı ifadelerde bulunmakla yetiniyoruz. Bu genel bir insan gerçeğidir: işleyen şeylere olan ilgimiz işlemeyenlere duyduğumuz ilgiden daha azdır.
Öyleyse, kitlesel hapsetme ve suç oranındaki düşüş arasındaki ilişki nedir? Kesinlikle, 1970 ve 1980’lerde birçok uzman, kötü insanları iyi hale getirmekten başka bir yol olmadığına ikna olmuşlardı; yapabileceğimiz tek şey, uzun veya kısa sürelerle onları depoya kapatmaktı. Yapılan en iyi araştırma, iç karartıcı bir şekilde gösteriyor ki hiçbir şey işe yaramıyor, rehabilitasyon denilen şey dalavereden başka bir şey değildi. Daha sonra, 1983 yılında iki mahkûm, Marison, Illinois'de bulunan son derece güvenlikli federal hapishanede iki gardiyanı öldürdüler. Mahkûmlar, uzun süreden beri (ara-sıra) gardiyanları öldürüyorlardı, ancak cinayetlerin zamanlaması ve sıradan kişilerin bile suçlular sınıfında heba edildiğine yönelik varsayımı hazırlayan bir ortamda gerçekleşmeleri, bütün hapishanelerin daimi tecritle donatılması anlamına geldi. Yüz elli yıl sonra mutlak tek kişilik hücre cezası ilk olarak Amerikan hapishanelerinde ortaya çıktı, yeniden hortlatıldı. O korkunç sayılar artmaya başladı.
Bir on yıl sonra, suç oranı düşmeye başladı: ülke çapında düşüş %40’lık bir standart ölçüm oranında iken bu oran New York Kenti’nde yaklaşık %80 idi. 2010 yılı itibariyle, New York’taki suç oranı, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük düşüşü yaşadı; 2002’de Manhattan’da 1900’den beri herhangi bir yıl içinde görülenden daha az sayıda cinayet vardı. Toplum bilimlerinde, aranan bir neden genellikle karmakarışık bir bulgudur; yaşantımızda deneyimlediğimiz gibi çözüme bağlanan bir kriz, nedensellik kurgusudur. Bir hap baş ağrısını geçiriyorsa, çoğu zaman baş ağrısının kendi kendine geçip gitmiş olabileceğini sorgulamayız.
Bütün bunların sayesinde, Franklin E. Zimring’in yeni kitabı, “Güvenlileşen Şehir”in yayımlanmasını büyük bir olaydır. Berkeley Hukuk Fakültesi’nde krimonolog olan Zimring, Amerika’nın diğer bölgelerinde yaşanan olaylar bağlamında, New York’ta yaşananlara dair yoğun hesaplar yapmak için yıllarını harcadı. Bize çok az bildiğimiz bir şeyi öğretiyor. Kıta genelindeki %40’lık düşüş (aslında bütün Batı dünyasının genelinde bir düşüş vardı), Ottawa’nın banliyölerinde yaşananların, Güney Bronx’takiler kadar gizemli olduğu nedenlerden dolayı meydana geldi. Zimring, demografik değişiklikler gibi alışılmış açıklamaların, nedenleri basit bir şekilde açıklanması gereken şeyleri açıklayamadığını göstermektedir. Bu durum, uluslararası gerilemenin biraz esrarengiz görünmesini sağlıyor: gökten kargalar yağıyor, salgınlar duraklıyor ve bitiyor ve zaman içerisinde toplumların bir eyaletten diğerine sıçraması için gerekli hiçbir mutlak neden yok gibi görünüyor. Toplumsal varlığımızın öteki bölümlerinde trendler, modalar ve gelip geçici hevesler ve katıksız tesadüfler çıkıyor ortaya; yani, rastlantısal nedenlerden dolayı suçluların davranışlarında da tarz ve döngüler olabiliyor.
Ancak, New York’a özgü suç oranındaki %40’lık ek düşüş nihayet Zimring’in analizleri karşısında yenik düşüyor. Değişiklik, ne refah kültürünü değişikliğe uğratan süper yırtıcıları içeri atmak, evlenmemiş annelerin sayısını azaltmak gibi sağ politikaların odaklandığı derin bozuklukların (patolojiler) çözülmesi sonucu, ne de adaletsizlik, ayrımcılık, yoksulluk gibi sol politikaların işaret ettiği şeylerin altında yatan nedenlerin çözüme kavuşturulması ile ortaya çıktı. Ne de artan kürtaj ve benzeri olguların gizli kalıplarından kaynaklanan herhangi bir “Presto!” etkisi vardı ortada. Şehir zenginleşmedi, yoksullaşmadı da. Şiddet suçları az çok ortadan kayboldukça, New Yorkluların etnik yapısında, ortalama zenginlik ve eğitim seviyelerinde kayda değer bir değişiklik olmadı. “Kırık pencereler” veya “turnikelerin üstünden atlama” polisliği, yani suça müsamaha göstermeyi reddeden bir atmosfer yaratmak için küçük gibi görünen kabahatlere göz açtırmamak, göz ardı edilebilir etkilere sahip olmuş gibi görünüyor. Zimring şöyle yazıyor; sloganlar ve zamanın özü arasında büyük bir farklılık vardı (sokak fahişeliği ve aleni kumar gibi “görünür” şiddet-dışı suçlar için tutuklama eylemleri süreç içinde genel olarak azaldı).
Bunun yerine, tamamen suçun oluşmasını engellemek için tasarlanmış küçük toplum mühendisliği eylemleri, suçun sona ermesine katkıda bulundu. 90’lı yıllarda NYPD (NY Polis Departmanı), güvenli bölgelerdeki küçük suçlarla savaşarak değil de “sıcak nokta polisliği” adı verilen, birçok suç olayının meydana geldiği bölgelere bir sürü polis doldurmak suretiyle suçu kontrol altına almaya başladı. Aynı zamanda polisler, “durdur ve ara” denilen saldırgan ve tartışmalı bir programı uygulamaya başladılar (tasarının fikir babalarından biri olan Jack Maple’ın tanımladığı gibi, “yunusları değil köpekbalıklarına yakalamak için tasarlandı” ki bunun içinde aşağılayıcı bir biçimde “profil çıkarma” adı verilen eylem de vardı). Bu çok ırkçı bir şey değildi, çünkü verili bir mahallede yaşayan bütün suçlular büyük olasılıkla aynı renk veya ırktan geliyorlardı, toplumsal olarak da polislerin hâlihazırda tanımladığı binlerce küçük ipuçlarını da barındırıyorlardı. Zimring’in vurgusu ile azınlıklardan oluşan topluluklar, durdurulan ve aranan çocuklar için çok büyük paralar harcadılar ancak azalan suç ortamında büyük paralar da kazandılar. “Yoksullar çok ödüyorlar ve çok kazanıyorlar” şeklinde koyuyor bunu Zimring. Ona göre, “hafif” durdur-ara programı verimli olduğu kadar daha az yabancılaştırıcı olabilir, kentlerdeki suç oranını düşüren durdur-ara eyleminin, uzun süre hapishanelerde kalan yoksul, azınlık çocuklarının sayısının büyük ölçüde azalmasında net bir etkisi vardır.
Zimring makul bir biçimde ısrar ediyor; özellikle suçu ve azınlıkları birbirinden ayıran teorilerin (suç nedir, suçlular nerededir) radikal ve iyimser bir şekilde yeniden yazılmasını öneriyor. “1961’de New York kent nüfusunun %26’sı Afro-Amerikalı veya Hispanik azınlıklardan oluşuyordu. Şimdi, New York nüfusunun yarısını onlar oluşturuyor; son derece umutlu olan bu yol ile arz yanlı krimonolojinin kaba varsayımlarını ortadan kaldırmalıyız” diyor. “Arz yanlı krimonoloji” ile kastettiği şey, toplumsal koşulların, açıklanmayı bekleyen belirli bir net miktarda suç doğurduğunu iddia eden muhafazakâr suç teorisidir; suçu burada durdurursanız orada patlak verecektir. Suçu durdurmanın tek yolu bütün potansiyel suçluları içeri tıkmaktı. Doğrusu, suç eylemi daha çok diğer insan tercihleri gibidir, bir tesadüfî elverişli durum ve imkânlar sorunudur. Suç, bir dizi suçlunun sonucu değildir; suçlular, bir dizi suç işleme imkânının sonucudurlar. Washington Meydanı’ndaki açık uyuşturucu pazarını kapatırsanız, o pazar kendi kendine Tompkins Meydanı Parkına taşınmayacaktır. Sadece duracaktır ya da satıcılar kapalı yerlere gideceklerdir ki uyuşturucu satışı sürecek ancak şiddet suçları devam etmeyecektir.
Ve verimli bir döngü içerisinde, suçun azalan yaygınlığı, suçun yaygınlığında bir azalmayı da teşvik eder. Arkadaşlarınız artık sokak soygunları yapmıyorlarsa sizin de yapma olasılığınız düşük olacaktır. Yakın bir tarihte gerçekleştirilen bir röportajda Zimring şöyle diyor: “Unutmayın, hiç kimse birilerine saldırarak hayatını kazanmadı. Şiddet suçunda asgari bir kazanç bile yoktur.” Bir bakıma şunu diyor, bu hobi gibi bir şey, bir yaşam tarzı: “Suç rutin bir davranıştır; insanların alıştıkları zaman yaptıkları bir şeydir.” Ve esas kırılganlığı kendi içinde yatmaktadır. “Son derece motive edilmiş temel bağlantılardan ziyade durumsal ve tesadüfî şeylerle çalışan döngüsel güçlerin” neticesinde sona erer suç. Muhafazakârlar bu görüşü beğenmezler, çünkü sert olmak bir işe yaramıyor; liberaller de beğenmiyor bu görüşü, çünkü görünüşe bakılırsa nazik olmak da işe yaramıyor. Suçun kontrol altına alınması, toplumsal hastalıkları tersine çevirmeye veya toplumsal dertleri hafifletmeye değil, aşılması can sıkıcı olan küçük engeller dikmeye bağlıdır.
Göze çarpan bir gerçek var. Son 20 yıllık dönem içinde ülkenin geri kalanı, şu an elimizde bulunan parmak ısırtan verilere yol açan hapsetme artışına tanık olurken, Rockefeller uyuşturucu yasalarına rağmen New York’taki mahkûm sayısında belirgin bir düşüş var. Zimring’in gözlemlerine göre; “suç oranındaki etkileyici düşüşün orta yerinde duran New York, suç dalgasının tepesinde bulunduğu döneme göre çok daha az sayıda insanı, özellikle de genç insanı hapse atıyor.” Sokaklarda suçu düşüren şey ne olduysa olsun, daha fazla insanı hapse koymakla hiçbir ilgisi kalmamıştır artık. Mantık apaçık ortada, yeter ki onu beyaz yakalıların suç diyarına taşıyabilelim: kolaylıkla kabul edebiliriz ki olması beklenen kesin bir beyaz yakalı suç miktarı mevcut değil, lıkır lıkır Dewar’s viskisi içen babaların ve yüzleri pul pul olmuş M.B.A. (İşletme yönetimi Yüksek Lisansı) profesörlerinin ürettiği, ne anlama geldiği belli olmayan bir süper-yırtıcı nesli de yok. Burada, Üçüncü Cadde’deki bir yolsuzluk tertibini sona erdirirseniz, yandaki ofis binasında doğal olarak başka bir tertip oluşmayacaktır. Beyaz yakalı suçları, patolojinin ve fırsatların kesişme noktasında meydana gelir; ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu’nu (S.E.C.) bu fırsatları sona erdirmekle meşgul etmek patoloji dizisini sınırlandırmak için güzel bir yoldur.
Bize daha derin ve daha az görünür gelen toplumsal trendler, geleceğin tarihçileri ne olup bittiğini inceledikçe boy gösterebilirler. Polislikten başka olgular da olguları açıklayabilir; ucuz kredi kartlarının ve devlet piyangosunun gelişi, FBI’ın yapabileceği gibi tefecilik ve seri numaralara bel bağlamış New York’taki 5 Mafya Ailesi’ni muhtemelen aynı oranda zayıflatmıştır. En azından mümkündür, örneğin, cep telefonlarının ortaya çıkışı, suçun azalmasına yardımcı olurken uyuşturucu satışının kapalı mekânlarda yapılabilmesine katkıda bulunmuştur. Sıcak nokta ve durdur-ara uygulamalarının gerçek değeri şu olabilir; bu uygulamalar, polisin güvendiği tekil bir oyun planı sağlamıştır. Askeri tarihin ortaya koyduğu üzere, kötü bir plan, plansızlıktan daha iyidir, özellikle öte yandan insanlar bunun iyi bir plan olduğunu düşünüyorlarsa. Ancak, kesin olan bir şey var: toplumsal suç veya ceza salgını, tahayyül ettiğimizden daha basit ve daha yüzeysel mekanizmalarla, ümit ettiğimizden daha hızlı bir şekilde tedavi edilebilir. Yara bandı, yaranın kendi kendine iyileşmesine yardımcı olacaksa kötü bir yarayı bantla sarmak gerçekten makul bir stratejidir.
Dahası bu durum bir parça radikal sağduyuya yol açmaktadır: hapishaneler, şiddet suçlarının bile durdurulmasında en iyi ihtimalle küçük bir rol oynadığı için, şiddet-dışı suçlardan dolayı zengin ya da yoksul fark etmez, çok az insan hapse girecektir. Korkunç cezaların artık çok kolay bir biçimde uygulanması bir yana, ne sokaklar ne de toplum, esrar kullanıcılarını veya satıcılarını içeri tıkmakla güvenli hale getirilemez. Bu nedenle, hortumcuları ya da saadet zinciri üyelerini hayatlarının geri kalan bölümünde bir kafese kapatmak toplumsal faydaya hizmet etmez, onun yerine bu insanları iflas ettirmek ve Güney Bronx’ta gelecek bir veya iki on yıl boyunca kamu hizmetinde çalıştırmak yararlı olacaktır. Eğer failler, banka hesaplarını ve şöhretlerini kaybedeceklerini ve beş yıl boyunca haftanın yedi günü kamu hizmetinde çalışmak zorunda kalacaklarını bilselerdi gerçekten daha çok sayıda sahtekâr ve yağmacı hissedara sahip olur muyduk? Öyle görünüyor ki bu yaptırımların kar etmediği bir insan için başka hiçbir yaptırım yeterli olmayacaktır. Zimring’in araştırması açık bir biçimde gösteriyor ki sokaklardaki suç oranı düşerse, hapishaneden çıkan suçlular, suç işlemeye bir son vereceklerdir. Önemli olan dünyadaki suç olgusu ve suç kültürünün devamlılığıdır, hapishanede “öğrenilen bazı dersler” değil.
Aynı zamanda, durdur-ara uygulamasının çirkin yanı da hafifletilebilir. Zimring’in çalışmasında öngördüğü gibi, yunusları değil de köpekbalıklarını yakalamak için, esrar taşımak gibi suçları değil, durdur-ara uygulamasının konusu olan gerçek suçları ortaya çıkartacak ağların deliklerinin büyüklüğünü ona göre ayarlamaya gereksinimimiz var. New York polisi çocukları durdurup aradığında, temel amaç, esrar taşıdıkları için onlara içeri atmak değil, parmak izlerini almaktı; böylece daha ciddi bir suç işlediklerinde bu çocukların kimlikleri tespit edilebilecekti. Ancak bütün Amerika’da bunun tam tersi oldu: esrar taşımak ciddi bir suç haline geldi. İnsanların hayatlarının mahvolmasının ve harcanan paraların bedeli çok büyük olsa da yapılması gereken bariz şey, yasayı daha az uygulamak değil, artık onu değiştirmektir. Bir zamanlar Dr. John’un dediği gibi, yasayı yapan tutumlardır, tutumlar değiştiği zaman yasalar da değişmek zorundadır. Çok açık ki bugün Amerika’da esrar neredeyse evrensel olarak kabul görmüş bir uyuşturucu. Sadece günlük olarak kullanılmıyor (on yılların bir gerçeği) aynı zamanda televizyonlarda ve filmlerde gelişigüzel bir biçimde bahsi geçiyor. Esrar içmenin hissettirdiği riskleri görmek için sadece bir otçu filmi izlemek, tutuklanacağınız anlamına gelmez ama okul derneğinden bir rakibinizle başınız belaya girebilir veya bir kadına aptal gibi görünebilirsiniz. Esrarın suç unsurundan çıkarılması, hapsetme salgınının sona ermesine katkı koyacaktır.
Tarihsel farklılıkları ne olursa olsun, diğer birçok zengin ve özgür ülkelerdeki hapis cezası oranı dikkat çekecek derecede dengelidir. Napolyon kanunları veya genel hukuk ya da ikisinin karışımının yer aldığı ülkelerde, ihtilaf halinde delillerin bilirkişi veya jüriye sunulduğu yargılama biçimlerine veya hâkim kararına dayalı bir sisteme sahip ülkelerde, Fransa’da olduğu gibi ister ülke bir zamanlar acımasız bir sürgün cezası deneyimine sahip olsun veya Avustralya’da olduğu gibi ülke bir zamanların sürgün yeri olsun, hapis cezasının doğal oranı, 100 bin kişide yaklaşık 100 kişidir. (Zengin ve homojen ülkelerde bu oranın daha düşük olacağı anlamına gelmiyor bu, şöyle ki bizim ülkemiz dışındaki ülkelerde söz konusu oran hiçbir zaman daha yüksek olmuyor). Öyle ki her bin insandan birinin bir süreliğine hapse girmesi gerçekten kötü bir şey. Diğer koşullar sabitken, adalet sisteminin temel noktası, o bininci adamın kimliğini saptayıp diğer insanlara zarar vermekten alıkoymanın bir yolunu bulmalı ve herkese biraz huzur vermeli.
Salgınlar nadiren mucizevî tedavilerle geçerler. Tıp tarihinde hastalığa son vermenin en iyi yolu, çoğu zaman daha iyi bir kanalizasyon sistemi kurmak ve insanların ellerini yıkamalarını sağlamaktı. “Ortadaki sorunu sadece küçük parçalara ayırmak” genellikle bir sorunla başa çıkmada en iyi yoldur: sabır içinde sorunu ufalamayı sürdürün, sonunda özüne ulaşacaksınızdır. Oranları düşmeden önce suç üzerine yazılan literatürü okuduğumuz zaman, cezaya dair yeni literatürde bulduğumuz aynı türden distopik umutsuzlukla karşılaşabiliriz: yoksulluğa son vermeliyiz, gettoların kökünü kurutmalıyız, parçalanmış ailelere savaş açmalıyız ya da benzer şekilde suç dalgasına bir son vermeliyiz. Gerçek şu ki bir dizi küçük eylem ve olaylar, her şeyin etkisini devam ettiriyor gibi görünen bir sorunun ortadan kaldırılmasıyla son buldu. Mucizevî bir tedavi yoktu, olan sadece binlerce küçük ruh hastalığına arabuluculuk etmekti. Uyuşturucu kabahatini işleyenlerin cezalandırılmasına son vermek, esrarı suç kapsamından çıkarmak, hâkim ve yargıçları sağduyuyu kullanmaları konusunda serbest bırakmak (mümkünse politikacıdan ziyade yargıç gibi olanları seçmek) vs. bu tür pek çok küçük eylem, suç salgının sona ermesinde olduğu gibi hapsetme salgınının da sona ermesine yardımcı olacaktır.
Hayal gördüğü sırada, çalılıklarda “Oh, buna çok az özen gösterdim” diye haykırıyordu Kral Lear. “Al ilacını, saltanatlı adam; biçare insanların hissettiği şeylere bırak kendini.” “Bu” durum, Shakespeare’in zamanında değişir, kimilerini açlıktan öldüren, kimilerini de zavallı Tom kadar delirten adamakıllı bir köylü yoksulluğuydu bu. Dickens ve Hugo’nun zamanında çocukları madenlere süren de sanayi devrimiydi. Ancak her toplum, insanları perişan eden bir yoksulluk fırtınasına yakalanmıştır ve buna karşı takınılacak tutum her zaman aynıdır: ya çektikleri ıstırap yüzünden zaten insanlıktan çıkmış perişan insanlar acınmayı hak etmiyorlar ya da adaletsizliğin altında kalan ezilenler daha iyi bir dünyayı beklemek zorunda kalacaklar. Adaletsizlik, her an toplum yaşantısından ayrılamaz gibi görünür ve her durumda sistemi yerinde tutmayı sürdürmek için ortaya atılan argümanları dönüştürmek için bütün toplumsal düzeni bir devrimle alaşağı etmek zorundasınızdır ki böylece bütün toplumsal düzenin devrilmesi argümanı hakim hale gelir. Her durumda, insanlık ve sağduyu, çözümsüz sorunları yerinden kaldırır ve defeder. Bu hapishaneler bizim. Daha fazla özen göstermeye ihtiyacımız var.
6 Şubat 2012 Pazartesi
Fenerbahçe 28 maçta 3 kez yenildi

Spor Toto Süper Lig'de 2012'nin ilk derbisinde Beşiktaş'ı 2-0 yenen Fenerbahçe, ezeli rakipleri ile yaptığı son 28 lig maçında sadece 3 kez yenildi, 19'unu kazandı, 6'sında da berabere kaldı.Spor Toto Süper Lig'de 2012'nin ilk derbisinde Beşiktaş'ı 2-0 yenen Fenerbahçe, son yıllardaki derbi zaferlerine bir yenisini daha ekledi.
Fenerbahçe'nin, ezeli rakiplerine karşı son yıllarda lig maçlarında galibiyet ve gol sayısı açısından büyük üstünlüğü göze çarpıyor.
Fenerbahçe, Beşiktaş ile ligde oynadığı son 14 maçtan 9'unu kazanıp, 4'ünde berabere kalırken, sadece 1 kez kaybetti. Sarı-lacivertliler, Galatasaray karşısında ise son 14 lig maçından 10'unu kazanıp, 2'sinde berabere kalıp, 2 kez de yenildi.
Ezeli rakipleri ile yaptığı son 28 lig maçında sadece 3 kez yenilen, 19'unu kazanan, 6'sında da berabere kalan “Sarı Kanaryalar”, bu maçlarda rakip fileleri toplam 46 kez havalandırıp, kalesinde 24 gol gördü.
Fenerbahçe-Beşiktaş
Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında Süper Lig'de yapılan son 14 maçın sonucu şöyle:
Tarih Stat Sonuç (FB-BJK)
18.09.2005 BJK İnönü 2 - 1
26.02.2006 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 2
19.11.2006 FB Şükrü Saracoğlu 0 - 0
05.05.2007 BJK İnönü 1 - 0
03.11.2007 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
29.03.2008 BJK İnönü 2 - 1
29.11.2008 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
03.05.2009 BJK İnönü 2 - 1
21.11.2009 BJK İnönü 0 - 3
18.04.2010 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 0
19.09.2010 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 1
20.02.2011 Fiyapı İnönü 4 - 2
27.10.2011 Fiyapı İnönü 2 - 2
05.02.2012 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 0
Fenerbahçe-Galatasaray
Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan son 14 Süper Lig maçının sonuçları ise şöyle:
Tarih Stat Sonuç (FB-GS)
---------- ------------------ -------------
22.05.2005 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 0
27.11.2005 Ali Sami Yen 1 - 0
22.04.2006 FB Şükrü Saracoğlu 4 - 0
03.12.2006 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
19.05.2007 Ali Sami Yen 2 - 1
08.12.2007 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 0
27.04.2008 Ali Sami Yen 0 - 1
09.11.2008 FB Şükrü Saracoğlu 4 - 1
12.04.2009 Ali Sami Yen 0 - 0
25.10.2009 FB Şükrü Saracoğlu 3 - 1
28.03.2010 Ali Sami Yen 1 - 0
24.10.2010 FB Şükrü Saracoğlu 0 - 0
18.03.2011 Türk Telekom Arena 2 - 1
07.12.2011 Türk Telekom Arena 1 - 3
Fenerbahçe'nin, ezeli rakiplerine karşı son yıllarda lig maçlarında galibiyet ve gol sayısı açısından büyük üstünlüğü göze çarpıyor.
Fenerbahçe, Beşiktaş ile ligde oynadığı son 14 maçtan 9'unu kazanıp, 4'ünde berabere kalırken, sadece 1 kez kaybetti. Sarı-lacivertliler, Galatasaray karşısında ise son 14 lig maçından 10'unu kazanıp, 2'sinde berabere kalıp, 2 kez de yenildi.
Ezeli rakipleri ile yaptığı son 28 lig maçında sadece 3 kez yenilen, 19'unu kazanan, 6'sında da berabere kalan “Sarı Kanaryalar”, bu maçlarda rakip fileleri toplam 46 kez havalandırıp, kalesinde 24 gol gördü.
Fenerbahçe-Beşiktaş
Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında Süper Lig'de yapılan son 14 maçın sonucu şöyle:
Tarih Stat Sonuç (FB-BJK)
18.09.2005 BJK İnönü 2 - 1
26.02.2006 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 2
19.11.2006 FB Şükrü Saracoğlu 0 - 0
05.05.2007 BJK İnönü 1 - 0
03.11.2007 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
29.03.2008 BJK İnönü 2 - 1
29.11.2008 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
03.05.2009 BJK İnönü 2 - 1
21.11.2009 BJK İnönü 0 - 3
18.04.2010 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 0
19.09.2010 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 1
20.02.2011 Fiyapı İnönü 4 - 2
27.10.2011 Fiyapı İnönü 2 - 2
05.02.2012 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 0
Fenerbahçe-Galatasaray
Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan son 14 Süper Lig maçının sonuçları ise şöyle:
Tarih Stat Sonuç (FB-GS)
---------- ------------------ -------------
22.05.2005 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 0
27.11.2005 Ali Sami Yen 1 - 0
22.04.2006 FB Şükrü Saracoğlu 4 - 0
03.12.2006 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
19.05.2007 Ali Sami Yen 2 - 1
08.12.2007 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 0
27.04.2008 Ali Sami Yen 0 - 1
09.11.2008 FB Şükrü Saracoğlu 4 - 1
12.04.2009 Ali Sami Yen 0 - 0
25.10.2009 FB Şükrü Saracoğlu 3 - 1
28.03.2010 Ali Sami Yen 1 - 0
24.10.2010 FB Şükrü Saracoğlu 0 - 0
18.03.2011 Türk Telekom Arena 2 - 1
07.12.2011 Türk Telekom Arena 1 - 3
5 Şubat 2012 Pazar
Kuzey Kore'de İnsan Hakları, Göç, Muhalifler

Kuzey Kore'de rejime ve Kim ailesine yapılan en küçük eleştiri bile ağır cezalara yol açabiliyor. İnsan Hakları raporlarına göre ülkede çok sayıda mahkum çalıştırma kampı, halka açık infazlar, etnik nedenlerden zorla kürtaj gibi uygulamalar var. Muhalifler ise herşeye rağmen dünyaya seslerini duyurmaya çalışıyor.
Kuzey Kore'de 60 yıla yakın bir dönemdir süren ve çok yakında üçüncü nesil bir Kim'e geçecek olan iktidar, muhalefet ve insan haklarıyla ilgili sorular getiriyor akla. Anayasaya göre çok partili bir sistem olsa da, pratikte tek parti egemenliğinde yürüyor. Kim ailesinin yönettiği Kore İçi Partisi (KİP) dışında Kore Sosyal Demokrat Partisi ve Çandoist (Çandogyocu) Çongu Partisi çok az delegeyle Yüce Halk Meclisinde yerini alıyor ancak etkinliklerini KİP'in kontrolünde sürdürüyor. Yani fiili bir muhalefet yok.
Muhalif gruplar ve video-aktivizm
Ülkedeki sivil muhalefet hakkında bilgi edinmekse oldukça zor. Son zamanlarda Kuzey Kore'den sızdırılan bazı videolar, ülke hakkındaki birçok iddiayı kanıtlıyor. Videolar arasında diğer ülkelerin gönderdiği insani yardım paketlerinin pazarda satılması, hükümet karşıtı afişler ve halka açık bir infazın görüntüleri var.
Hükümet karşıtı afişler, Gençlik Özgürlük Ligi (Freedom Youth League) imzalı. Videolarda Kim Jong Il resminin üzerinde sloganlar (ki bu resme zarar vermek büyük bir suç), üzerinde "Ordu öncelikli siyaset sayesinde insanlar açlıktan ölüyor. Pirinci sadece orduya vermeyin, halka vermekle başlayın" yazan afişler gözüküyor.
Videoları Japon kanallarına servis eden Park, Çinli bir müşterisinden aldığı bir kamerayı karton bir kutuya saklayarak videolar çekmeye başlamış ve görüntüleri aynı kişi aracılığıyla dışarı çıkarmış. Artık ülke dışında yaşıyor ve videolardan elde ettiği geliri Kuzey Kore'deki grubuna yolladığını söylüyor. Los Angeles Times'a "kamera bizim silahımız. Kuzey Kore'nin delinmez bir kale olduğu mitini yıkmak istedik. Amacımız dış dünyaya içeriden bilgi yayarak, rejimi yıkmak" diye konuşuyor.
Kuzey Kore'de yurtdışından yayın yapan radyoları dinlemek bile ağır bir şekilde cezalandırılıyor. KDHC otoriteleri yurtdışından sızan frekansları tespit edip engellemeye çalışırken, aktivistler Güney Kore'den yayın yapan "Radio Free Chosun", "Open Radio North Korea", "Radio Free North Korea" gibi radyo istasyonları aracılığıyla bu sansürü kırmaya çalışıyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RWB), Kuzey Kore'de bağımsız yayınların desteklenmesi için yürüttüğü kampanya dahilinde bu radyoların fonlanmasına katkıda bulunuyor.
İnsan hakları meselesi
Peki mahkumlara ne oluyor? KDHC, uluslararası insan hakları örgütlerine rapor vermeyi ve ülkedeki infazlar, insan hakları ihlalleri ve mahkum çalıştırma kamplarının varlığına yönelik suçlamaları reddediyor.
Ülkedeki siyasi mahkumlarla ilgili sorudan gülerek uzaklaşmayı tercih eden rehberimiz Lee'ye akıl hastanelerini ve hapishaneleri soruyoruz, belki ilk sorunun cevabını dolaylı yoldan öğrenebiliriz diye. Ama Lee bize akıl hastalıklarını anlatıyor uzun uzun. Hapishanelerle ilgili de çok net birşey alamıyoruz ağzından. Cinayetin hiç olmadığını, nadiren de yankesicilik gibi suçlarla karşılaştıklarını söylüyor.
Lee'nin ağzından birşey alamasak da, uluslararası örgütlerin Kuzey Kore'de insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda mültecilerle yaptıkları görüşmelere dayanarak hazırladığı raporlardan, ülkede "siyasi suç" kavramının oldukça geniş bir tanımı olduğu anlaşılıyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu raporuna göre Kuzey Kore'de düşünce, inanç, ve ifade özgürlüğüne ciddi kısıtlamalar, çok sayıda mahkum çalıştırma kampı, siyasi mahkumlara işkence ve ölüm cezaları, zorla evlendirme, etnik nedenlerden zorla kürtaj gibi uygulamalar mevcut. Yaklaşık 200 bin kişinin kamplarda mahkum edildiği tahmin ediliyor.
2008 verilerine göre Güney Kore'de 15bin Kuzey Koreli mülteci var. Mülteciler Kim Jong Il'e yapılan en küçük eleştirinin bile ölüm cezasına ya da hapis cezasına yol açtığını anlatıyor. Güney Kore sınırı çok sıkı bir şekilde korunduğundan, göçmenler zun bir sınır bölgesi olan Çin'e geçip buradan diğer sınır ülkelere ya da yabancı büyükelçilik binalarına sığınmaya çalışıyor. Yakalandıklarındaysa Kuzey Kore'ye geri gönderiliyor ve çalışma kamplarına yerleştiriliyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne (HRW) konuşan göçmenler geri gönderilmeyenlerin de Çin'de insanlık dışı koşullarda çalıştığı ve yaşadığını, kadınların çocuklarından ayrılıp zorla seks işçisi olarak çalıştırıldığını ve ya evlendirildiğini söylüyor[1]. Çin'de gizlice yaşamını sürdürmeye çalışan 250 bin Kuzey Koreli olduğu tahmin ediliyor.
Mahkum çalıştırma kampları
Ülkedeki kamplarla ilgili ilk bilgiler, Kim Il Sung'un eserlerini çevirmesi için görevlendirilen ve daha sonra casusluk suçlamasıyla kampa gönderilen bir Venezuela ve bir Fransa vatandaşının, Ali Lamada ve Jacques Sedillot, yedi sene sonra serbest kalmasının ardından uluslararası kamuoyuna sızıyor. (Sedillot, ülkesine dönemeden kampta edindiği hastalıklar ve yaralar nedeniyle Pyongyang'da ölüyor.)
Kuzey Kore'deki kamplarından eski bir siyasi tutuklu olan Jung, RWB'ye kampların müebbet mahkumların tutulduğu "tam kontrol bölgesi" ve serbest kalma ihtimali olan mahkumların tutulduğu "yeniden eğitim bölgesi" (re-education) olarak ikiye ayrıldığını anlatıyor. Tutuklular arasında işçiler, askerler, yazarlar, öğrenciler, iş adamları, hatta görev için gönderildiği ülkelerde Güney Korelilerle görüştüğü için tutuklanan diplomatlar var.
"Kampta gazeteciler de var" diyor Jung, "entellektüellerin bilgiye ulaşımı ve dış dünyayla bağlantıları olduğu için rejimi ilk eleştiren de onlar oluyor." Kampta kaldığı dönemde muhalif bir gazetecinin öldürüldüğünü bildiriyor.
Yine göçmenlerle yapılan görüşmelere göre, Kuzey Kore'de siyasi mahkumların aileleri de bir aile üyesinin işlediği suç nedeniyle üç nesil cezalandırılıp kamplarda mahkum ediliyor. Bu nedenle göçmenler gazeteciler ve insan hakları örgütleriyle yaptıkları görüşmelerde kimliklerinin gizli kalmasını istiyorlar. İktidar nesilden nesile geçince, karşıt siyasi görüşlerin de aynı şekilde yayılacağı öngörülüyor ve buna karşı tüm tedbirler alınıyor.
Kaçmayı başaran mahkumlar, bir kampta senede ortalama 200 kişinin açlık, soğuk ve ya iş kazalarında öldüğünü anlatıyor. Kamplardaki mahkumlar günde 12 saat boyunca ağır işlerde çalıştırılıyor. Herhangi bir başkaldırı ya da eleştiri halka açık infazlarla sonuçlanabiliyor.
Kuzey Koreli mültecilerin ağzından "Gizli Gulag"
Amerika'da çeşitli STKların temsilcileri ve araştırmacılardan oluşan Kuzey Kore'de İnsan Hakları Komitesi'nin hazırladığı mahkum kamplarıyla ilgili detaylı bilgilerin olduğu "Gizli Gulag" adlı raporda[2], kamplarda yaşananların hala Lamada'nın anlattıklarından pek farklı olmadığı belirtiliyor.
Görüşme yapılanlar arasında dedesi siyasi mahkum olduğu için çocuk yaşta tutuklanıp kaçmayı başarana kadar orada kalmış insanlar, evinde Güney Kore pop şarkıları söylediği için "sosyalist düzeni bozmaktan" tutuklanan bir kadın, Çin'de yakalanıp kamplarda yıllarca ağır işkencelerden geçtikten sonra tekrar kaçmayı başaran asker ve diplomatlar, ve daha onlarca hayat hikayesi var. Raporda kampların uydu görüntüleri de yer alıyor.
Seoul Treni
Tüm bunlar yaşanırken Çin, Moğolistan, Sibirya ve Güney Koreli aktivistler de, sınırı geçmeyi başarabilen Kuzey Korelileri iltica hakkına erişebilecekleri güvenli bölgelere ulaştırmak için çalışıyor. Newsweek'e konuşan[3], Sibiryalı bir aktivist, sayılarının daha çok olduğunu ancak güvenlik nedeniyle iletişime geçmediklerini anlatıyor.
Underground Railroad (Yeraltı Demiryolu, UR) ise çokuluslu bir aktivist ağı. Kuzey Koreli mültecilere kalabilecekleri güvenli evler, yiyecek, para ve ulaşım yardımı yapıyor, kaçıs yollarını, hatta Güney Koreli bir turist gibi davranarak onlardan şüphelenen güvenlik görevlilerini nasıl atlatacaklarını öğreterek, Çin'den Moğolistan, Burma, Laos, Vietnam ve Güney Kore'ye kaçmalarına yardım ediyor.
Bu mücadele, Seoul Train adlı bol ödüllü bir belgeselde anlatılıyor. Film UR aktivistleri, göçmenler, araştırmacılar ve BM otoritelerle yapılan röportajlar Çin-Kore sınırında ve büyükelçilik kapılarında çoğu zaman çekilmiş görüntüler aracılığıyla bu meseleyi her yönüyle ele almaya çalışıyor.
"Hayal kurmuyorum, hayat bu"
Seyahatimizin son gecesinde, ilk defa rehberlerimiz bizimle aynı masada yemek yiyor. Genç Lee yanıma oturuyor, nihayet biraz sohbet edebiliyoruz. En çok hangi ülkeye gitmek istiyorsun diye soruyorum. "Britanya" diyor. Başka diyorum, "öyle bir imkanım yok. İngilizce öğrendiğimden oraya gitmek için devletten izin alabilirim. Biliyorsun, seyahat etmemize izin verilmiyor."
Hiç mi hayal kurmuyorsun bu konuda, izin verilseydi nereleri görmek isterdin, diye sorduğumdaysa, cevabı ülkedeki yaşam tarzını özetler nitelikte: "Hayal kurmamaya çalışıyorum, çünkü hayat böyle. Gerçekçi düşünmek lazım."(ÇT)
--------------------------------------------------------------------------------
Kuzey Kore'de 60 yıla yakın bir dönemdir süren ve çok yakında üçüncü nesil bir Kim'e geçecek olan iktidar, muhalefet ve insan haklarıyla ilgili sorular getiriyor akla. Anayasaya göre çok partili bir sistem olsa da, pratikte tek parti egemenliğinde yürüyor. Kim ailesinin yönettiği Kore İçi Partisi (KİP) dışında Kore Sosyal Demokrat Partisi ve Çandoist (Çandogyocu) Çongu Partisi çok az delegeyle Yüce Halk Meclisinde yerini alıyor ancak etkinliklerini KİP'in kontrolünde sürdürüyor. Yani fiili bir muhalefet yok.
Muhalif gruplar ve video-aktivizm
Ülkedeki sivil muhalefet hakkında bilgi edinmekse oldukça zor. Son zamanlarda Kuzey Kore'den sızdırılan bazı videolar, ülke hakkındaki birçok iddiayı kanıtlıyor. Videolar arasında diğer ülkelerin gönderdiği insani yardım paketlerinin pazarda satılması, hükümet karşıtı afişler ve halka açık bir infazın görüntüleri var.
Hükümet karşıtı afişler, Gençlik Özgürlük Ligi (Freedom Youth League) imzalı. Videolarda Kim Jong Il resminin üzerinde sloganlar (ki bu resme zarar vermek büyük bir suç), üzerinde "Ordu öncelikli siyaset sayesinde insanlar açlıktan ölüyor. Pirinci sadece orduya vermeyin, halka vermekle başlayın" yazan afişler gözüküyor.
Videoları Japon kanallarına servis eden Park, Çinli bir müşterisinden aldığı bir kamerayı karton bir kutuya saklayarak videolar çekmeye başlamış ve görüntüleri aynı kişi aracılığıyla dışarı çıkarmış. Artık ülke dışında yaşıyor ve videolardan elde ettiği geliri Kuzey Kore'deki grubuna yolladığını söylüyor. Los Angeles Times'a "kamera bizim silahımız. Kuzey Kore'nin delinmez bir kale olduğu mitini yıkmak istedik. Amacımız dış dünyaya içeriden bilgi yayarak, rejimi yıkmak" diye konuşuyor.
Kuzey Kore'de yurtdışından yayın yapan radyoları dinlemek bile ağır bir şekilde cezalandırılıyor. KDHC otoriteleri yurtdışından sızan frekansları tespit edip engellemeye çalışırken, aktivistler Güney Kore'den yayın yapan "Radio Free Chosun", "Open Radio North Korea", "Radio Free North Korea" gibi radyo istasyonları aracılığıyla bu sansürü kırmaya çalışıyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RWB), Kuzey Kore'de bağımsız yayınların desteklenmesi için yürüttüğü kampanya dahilinde bu radyoların fonlanmasına katkıda bulunuyor.
İnsan hakları meselesi
Peki mahkumlara ne oluyor? KDHC, uluslararası insan hakları örgütlerine rapor vermeyi ve ülkedeki infazlar, insan hakları ihlalleri ve mahkum çalıştırma kamplarının varlığına yönelik suçlamaları reddediyor.
Ülkedeki siyasi mahkumlarla ilgili sorudan gülerek uzaklaşmayı tercih eden rehberimiz Lee'ye akıl hastanelerini ve hapishaneleri soruyoruz, belki ilk sorunun cevabını dolaylı yoldan öğrenebiliriz diye. Ama Lee bize akıl hastalıklarını anlatıyor uzun uzun. Hapishanelerle ilgili de çok net birşey alamıyoruz ağzından. Cinayetin hiç olmadığını, nadiren de yankesicilik gibi suçlarla karşılaştıklarını söylüyor.
Lee'nin ağzından birşey alamasak da, uluslararası örgütlerin Kuzey Kore'de insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda mültecilerle yaptıkları görüşmelere dayanarak hazırladığı raporlardan, ülkede "siyasi suç" kavramının oldukça geniş bir tanımı olduğu anlaşılıyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu raporuna göre Kuzey Kore'de düşünce, inanç, ve ifade özgürlüğüne ciddi kısıtlamalar, çok sayıda mahkum çalıştırma kampı, siyasi mahkumlara işkence ve ölüm cezaları, zorla evlendirme, etnik nedenlerden zorla kürtaj gibi uygulamalar mevcut. Yaklaşık 200 bin kişinin kamplarda mahkum edildiği tahmin ediliyor.
2008 verilerine göre Güney Kore'de 15bin Kuzey Koreli mülteci var. Mülteciler Kim Jong Il'e yapılan en küçük eleştirinin bile ölüm cezasına ya da hapis cezasına yol açtığını anlatıyor. Güney Kore sınırı çok sıkı bir şekilde korunduğundan, göçmenler zun bir sınır bölgesi olan Çin'e geçip buradan diğer sınır ülkelere ya da yabancı büyükelçilik binalarına sığınmaya çalışıyor. Yakalandıklarındaysa Kuzey Kore'ye geri gönderiliyor ve çalışma kamplarına yerleştiriliyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne (HRW) konuşan göçmenler geri gönderilmeyenlerin de Çin'de insanlık dışı koşullarda çalıştığı ve yaşadığını, kadınların çocuklarından ayrılıp zorla seks işçisi olarak çalıştırıldığını ve ya evlendirildiğini söylüyor[1]. Çin'de gizlice yaşamını sürdürmeye çalışan 250 bin Kuzey Koreli olduğu tahmin ediliyor.
Mahkum çalıştırma kampları
Ülkedeki kamplarla ilgili ilk bilgiler, Kim Il Sung'un eserlerini çevirmesi için görevlendirilen ve daha sonra casusluk suçlamasıyla kampa gönderilen bir Venezuela ve bir Fransa vatandaşının, Ali Lamada ve Jacques Sedillot, yedi sene sonra serbest kalmasının ardından uluslararası kamuoyuna sızıyor. (Sedillot, ülkesine dönemeden kampta edindiği hastalıklar ve yaralar nedeniyle Pyongyang'da ölüyor.)
Kuzey Kore'deki kamplarından eski bir siyasi tutuklu olan Jung, RWB'ye kampların müebbet mahkumların tutulduğu "tam kontrol bölgesi" ve serbest kalma ihtimali olan mahkumların tutulduğu "yeniden eğitim bölgesi" (re-education) olarak ikiye ayrıldığını anlatıyor. Tutuklular arasında işçiler, askerler, yazarlar, öğrenciler, iş adamları, hatta görev için gönderildiği ülkelerde Güney Korelilerle görüştüğü için tutuklanan diplomatlar var.
"Kampta gazeteciler de var" diyor Jung, "entellektüellerin bilgiye ulaşımı ve dış dünyayla bağlantıları olduğu için rejimi ilk eleştiren de onlar oluyor." Kampta kaldığı dönemde muhalif bir gazetecinin öldürüldüğünü bildiriyor.
Yine göçmenlerle yapılan görüşmelere göre, Kuzey Kore'de siyasi mahkumların aileleri de bir aile üyesinin işlediği suç nedeniyle üç nesil cezalandırılıp kamplarda mahkum ediliyor. Bu nedenle göçmenler gazeteciler ve insan hakları örgütleriyle yaptıkları görüşmelerde kimliklerinin gizli kalmasını istiyorlar. İktidar nesilden nesile geçince, karşıt siyasi görüşlerin de aynı şekilde yayılacağı öngörülüyor ve buna karşı tüm tedbirler alınıyor.
Kaçmayı başaran mahkumlar, bir kampta senede ortalama 200 kişinin açlık, soğuk ve ya iş kazalarında öldüğünü anlatıyor. Kamplardaki mahkumlar günde 12 saat boyunca ağır işlerde çalıştırılıyor. Herhangi bir başkaldırı ya da eleştiri halka açık infazlarla sonuçlanabiliyor.
Kuzey Koreli mültecilerin ağzından "Gizli Gulag"
Amerika'da çeşitli STKların temsilcileri ve araştırmacılardan oluşan Kuzey Kore'de İnsan Hakları Komitesi'nin hazırladığı mahkum kamplarıyla ilgili detaylı bilgilerin olduğu "Gizli Gulag" adlı raporda[2], kamplarda yaşananların hala Lamada'nın anlattıklarından pek farklı olmadığı belirtiliyor.
Görüşme yapılanlar arasında dedesi siyasi mahkum olduğu için çocuk yaşta tutuklanıp kaçmayı başarana kadar orada kalmış insanlar, evinde Güney Kore pop şarkıları söylediği için "sosyalist düzeni bozmaktan" tutuklanan bir kadın, Çin'de yakalanıp kamplarda yıllarca ağır işkencelerden geçtikten sonra tekrar kaçmayı başaran asker ve diplomatlar, ve daha onlarca hayat hikayesi var. Raporda kampların uydu görüntüleri de yer alıyor.
Seoul Treni
Tüm bunlar yaşanırken Çin, Moğolistan, Sibirya ve Güney Koreli aktivistler de, sınırı geçmeyi başarabilen Kuzey Korelileri iltica hakkına erişebilecekleri güvenli bölgelere ulaştırmak için çalışıyor. Newsweek'e konuşan[3], Sibiryalı bir aktivist, sayılarının daha çok olduğunu ancak güvenlik nedeniyle iletişime geçmediklerini anlatıyor.
Underground Railroad (Yeraltı Demiryolu, UR) ise çokuluslu bir aktivist ağı. Kuzey Koreli mültecilere kalabilecekleri güvenli evler, yiyecek, para ve ulaşım yardımı yapıyor, kaçıs yollarını, hatta Güney Koreli bir turist gibi davranarak onlardan şüphelenen güvenlik görevlilerini nasıl atlatacaklarını öğreterek, Çin'den Moğolistan, Burma, Laos, Vietnam ve Güney Kore'ye kaçmalarına yardım ediyor.
Bu mücadele, Seoul Train adlı bol ödüllü bir belgeselde anlatılıyor. Film UR aktivistleri, göçmenler, araştırmacılar ve BM otoritelerle yapılan röportajlar Çin-Kore sınırında ve büyükelçilik kapılarında çoğu zaman çekilmiş görüntüler aracılığıyla bu meseleyi her yönüyle ele almaya çalışıyor.
"Hayal kurmuyorum, hayat bu"
Seyahatimizin son gecesinde, ilk defa rehberlerimiz bizimle aynı masada yemek yiyor. Genç Lee yanıma oturuyor, nihayet biraz sohbet edebiliyoruz. En çok hangi ülkeye gitmek istiyorsun diye soruyorum. "Britanya" diyor. Başka diyorum, "öyle bir imkanım yok. İngilizce öğrendiğimden oraya gitmek için devletten izin alabilirim. Biliyorsun, seyahat etmemize izin verilmiyor."
Hiç mi hayal kurmuyorsun bu konuda, izin verilseydi nereleri görmek isterdin, diye sorduğumdaysa, cevabı ülkedeki yaşam tarzını özetler nitelikte: "Hayal kurmamaya çalışıyorum, çünkü hayat böyle. Gerçekçi düşünmek lazım."(ÇT)
--------------------------------------------------------------------------------
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)