12 Şubat 2012 Pazar



ABD'de hapishane olgusu, çığrından çıkmış durumda. Dünya tutuklu nüfusunun beşte birine sahip olan bu ülkedeki hapishanelerin durumuna dair bir ABD'li yazarın, Adam Gopnik'in New Yorker dergisinde yayımlanan makalesinin çevirisini soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

AMERİKA’NIN HAPSEDİLMESİ
Bu kadar çok insanı niye içeri atıyoruz?

Adam Gopnik

Hapishaneler zamanı yakalama tuzağıdır. Amerikan hapishanelerinin iç yaşamı hakkında çoğu zaman iyi kayıtlar ortaya çıkmakla birlikte elimizde olan şey, Amerikan hapishanelerinin genellikle dramatik nitelikler taşımadığıdır, bize anlatılan hikâyeler dikkatimizi çekmez, çünkü genelde hiçbir şey olmaz. Ivan Denisoviç'e dair bütün bilmemiz gereken şey onun hayatındaki bir gündür, çünkü herhangi birinin bu koşullar altında bir dakika bile yaşayabileceği düşüncesi imkânsız görünmektedir; Amerikan hapishanesinde geçen yaşamdan bir gün şöyle dursun, öyle bir etkisi vardır ki o tek gün genel anlamda on yıllara uzanır. Sakinleri için hapishaneleri katlanılmaz kılan şey, hâlihazırdaki zaman korkusu değil, zamanın tasavvur edilemez tekdüzeliğidir. Teksas'taki ölüm hücrelerinde bulunan mahkûmlara "zamansız zaman"ın içindeki insanlar denir, çünkü sadece hapis yatmıyorlar: beş yıl ya da on yıl veya bir ömür geçip gitsin diye beklemiyorlar. Amerikan hapishanelerinin temel gerçeği, demir parmaklıklar ardında olmak değil, zamanın kilidi altında olmaktır.

Bu nedenle, sadece bir günlüğüne de olsa hapse girmiş hiç kimse bu duyguyu unutamaz. Zaman durur. Seyrelmiş bir panik durumu, tetikte bekleyen bir paranoya, bir tür sis kaplaması ile karışık anksiyete, sıkıntı ve korku, muhafaza edilenler kadar gardiyanları da kaplar. "Bazen bütün bu dünyanın büyük bir hapishane olduğunu düşünüyorum, bazılarımız tutsak, bazılarımız gardiyan" diyor Dylan; tutsaklara sorabiliriz, tamamen doğru olmasa da bir hakikat içeriyor bu durum: gardiyanlar da hapis yatıyor. Bir zamanlar zeki bir adamın içeri atıldıktan sonra yazdığı gibi, hapishanenin pencerelerinde parmaklıklar vardır ve sizin dışarı çıkmanıza izin vermezler. Bu basit gerçeklik, diğer bütün şeyleri etkilemektedir. Tutsakların, özgür olanlara iletmek istedikleri şey, katlandığınız şeyler yerine, size sunulan bir şey olarak zamanın varlığının zihnimizi her an nasıl değiştirdiğidir. Uygar dünyada herhangi bir başka yerde işlenen benzer suçlar yüzünden daha uzun süreli hapis cezalarına çarptırılan çok sayıdaki Amerikalı tutsaklar için zaman her anlamda buna dönüşür (Sadece Teksas’ta 400’den fazla genç müebbet hapisle cezalandırılmıştır).

Birçok ayrıcalıklı, meslek sahibi insanın hapislikle ilgili tek deneyimi, diyelim bir çocuğun tutuklandığını gördüğünde yaşadığı, kendisine uzak bir tehlike karşısındaki korkudan ibarettir. Zengin beyazlar için lise veya üniversite ne ifade ediyorsa Amerika’daki pek çok yoksul insan için, bilhassa da yoksul siyahlar için de hapishane, normal hayat akışında yer edinen, varılacak bir noktadır. Lise diploması olmayan siyahların yarıdan fazlası yaşamları boyunca bir süreliğine hapse giriyor. İnsanlık tarihinde neredeyse eşi görülmemiş bir ölçeğe ulaşan kitlesel hapislik durumu, 1850’lerde köleliğin temel bir gerçeklik olduğu gibi günümüzde de ülkemizin temel bir gerçeğidir. Doğrusu, bir zamanların kölelik sistemiyle karşılaştırıldığında; hapiste, göz hapsinde ya da şartlı olarak tahliye edilmiş, ceza adaleti sisteminin pençesinde bulunan daha fazla sayıda siyah insan mevcut. Bütün bunlar bir yana, bugün Amerika'da “ıslah gözetimi” altında tutulan insan sayısı (6 milyondan fazla), Stalin'in zirvede olduğu zamanlarda Gulag Takımadalarında bulunanlardan daha fazladır. Hapsedilenlerin ve kontrol altında tutulanların yaşadığı bu Cezaevi Kenti, şu an ABD'nin en büyük ikinci şehri durumunda.

Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde hapsetme oranındaki artış, hapse atılanların sayısı kadar ürkütücü: 1980’de her yüz bin Amerikalı içinde yaklaşık 220 insan vardı hapsedilen; 2010 yılı itibariyle bu sayı, 3 kattan daha fazla artarak 731'e ulaştı. Bu sayıya yaklaşan başka bir ülke yok. Son 20 yıl içinde eyaletlerin cezaevlerine harcadıkları para, yükseköğretime harcanan paranın 6 katına yükseldi. Geçenlerde Florida’da tutuklanan eski muhafazakâr basın lordu ve çiçeği burnunda liberal Conrad Black, devletimizin baştan ayağa bir “hapishane devleti” olduğunu söyleyince, şu eski fıkraya bir ek yapmak zorunlu hale geldi: Muhafazakâr dediğin soyulmuş bir liberaldir, liberal dediğin ise mahkemeye düşmüş bir muhafazakârdır, o da hapse girince ateşli bir hapishane reformcusu olur.

Hapishanelerimizin ölçeği ve vahşeti Amerikan yaşantısının ahlaki bir skandalıdır. Her gün, Yankee Stadyumu’nu dolduracak şekilde en az 50 bin insan hücre hapsinde, çoğunlukla da insanların küçük hücrelere kapatıldığı, hiç kimseyi göremedikleri, özgürce okuyup yazamadıkları ve günde sadece bir saatliğine tek başına "egzersiz" yapmalarına izin verildikleri “süper-maksimum” hapishanelerde (son derece güvenlikli hapishane) veya hapishane koğuşlarında uyanıyor. (Kendinizi bir banyoya kapatın ve on yıl boyunca orada durmak zorunda olduğunuzu hayal edin, birazcık anlarsınız bu duyguyu). Hapishanelerde tecavüz yaygındır, her yıl 70 binden fazla mahkûm tecavüze uğruyor; beklenen cezanın bir parçası olarak rutin bir tehdittir bu vaat edilen. Özne, komedi için standart bir yemdir ve hapiste tecavüzle tehdit edilen ve işbirliğine yanaşmayan sanık, artık polisiye bir şovun sıradan ve dahası sevilen bir parçası olarak her gece televizyonlarda gösterilmektedir. 18. yüzyılda darağaçlarında can veren insanları seyreder gibi hapishane tecavüzlerinin normalleşmesi, bizden sonra gelecek nesilleri kesinlikle, insanın kanını donduracak derecede sadistleştirecek ve kendilerini uygar zanneden insanlar tarafından akıl almaz bir hale getirecektir. Hapishanelere doğrudan bakmaktan kaçınıyor olmamıza rağmen onlar yaşam tarzımıza dolaylı yoldan sızıyorlar. Çuval gibi blucinler, bağcıksız ayakkabılar giyen, vücudunda bir sürü dövme bulunan zengin, beyaz gençler, bilinçsiz bir şekilde, ülkemiz adına gizli bir kuruluş gibi çalışan hapishane gerçeğini dışa vuruyorlar.

Peki, bu noktaya nasıl geldik? İnsan asmayı, kırbaç cezasını ve bağırsak sökmeyi reddeden uygarlığımız nasıl oldu da bir sürü insanı onlarca yıl boyunca bir kafese kapatmanın kabul edilebilir bir insani yaptırım olduğuna inanmaya başladı? Suç ve ceza tarihinde ve sosyolojisinde oldukça geniş bir bilimsel literatür var ve bu literatür, Amerikan tarzı cezalandırma hırsının kökenlerini, suçu iki yöne ayıran 19. yüzyılda arama eğilimindedir. Philadelphia’da kötülüğüyle ün salmış Doğu Eyalet Hapishanesi’nin mirasına ve onun “reformist” geleneğine odaklanan, özü itibariyle bir Kuzey tanımlaması var, bir de hapishane sistemini, aslında başka araçlarla sürdürülen bir köle çiftliği olarak gören Güney tanımlaması var. “Teksas Tarzı: Amerikan Hapishane İmparatorluğu’nun Yükselişi" adlı Güneyli revizyonist çalışmanın yazarı Robert Perkinson, "rehabilitasyon penolojisinin (ceza sosyolojisi) doğum yeri olan Kuzeyden, boyun eğdirici disiplinin öz kaynağı olan Güneye doğru geçmişten gelen iki çizginin izini sürüyor. Bir başka deyişle, insanları sayılara indirgemek ve köle sahiplerini, zencileri hayvanlara indirgemeye kışkırtmak gibi bilimsel bir haz var ortada.

“Amerikan Ceza Adaleti'nin Çöküşü" adlı şaheserinin geçtiğimiz sonbaharda yayımlanmasından kısa bir süre önce ölen Harvard Hukuk Fakültesi profesörü William J. Stuntz, hapishanelerimizin içinde bulunduğu rezaletin, Aydınlanma Çağı'ndan, Amerikan adaletinin "usule ait” doğasından kaynaklandığı görüşünün en güçlü savunucusudur. Yazar, hapsetme salgınının sonuçla doğrudan ilişkisi olan sebepler arasında dolaşır: küçük uyuşturucu suçlarını uzun süreli hapislikle cezalandıran post-Rockefeller uyuşturucu yasalarının gelişimi, gruba eklenen "sıfır tolerans" polisliği ve hâkimleri hüküm vermekten alıkoyan zorunlu ceza kanunları. Ancak onun asıl sebepleri araştırması, daha derin bir şekilde, başından sonuna dek bizi ABD Haklar Bildirgesi’ne götürür. Anayasa tapınıcılığının sağda ve solda aynı şekilde elzem olduğu bir toplumda Stuntz, şaşırtıcı bir şekilde ABD Haklar Bildirgesi’nin, bir adalet sistemi kurmak için berbat bir belge olduğunu ileri sürmektedir. Çağdaş Fransız İnsan Hakları Bildirgesi’nden çok daha aşağı bir bildiridir ki Jefferson’ın işaret ettiği gibi bu belge, çırağı Madison, bizim bildirgeyi yazarken tasarımına yardımcı olmuş olabilir.

Ona göre ABD Haklar Bildirgesi’nin sorunu, ilkelerden ziyade sürece ve yönteme vurgu yapmasıdır. İnsan Hakları Bildirgesi, Adil Olun der! ABD Haklar Bildirgesi ise Hakkaniyetli Olun der! Genel ilkeleri ilan etmek yerine, yöntemsel bir dili vardır (Hiç kimse, suç teşkil etmediği sürece yaptığı bir şey yüzünden suçlanmamalıdır; acımasız cezalar her zaman yanlıştır; adaletin hedefi, her şeyden önce adaletin uygulanmasıdır). Nedensiz yere bir insanı soruşturamazsınız, kanıtları görmesine izin vermeden o kişiyi suçlayamazsınız vs. Stuntz’a göre bu vurgu günümüzdeki karmaşaya yol açtı; itham altındaki suçlular usul ihlallerinden güç bela korunabilseler de adaletin açık ve kaba bir biçimde ihlaline karşı savunmasızdırlar. Eğer polis, İşin içinde sizin de olduğunuzu anladığı zaman yanlış yetkiyle yanlış arabayı ararsa cezadan kurtulabilirsiniz, ancak suç ortaklığınız sizi ömür boyu içeride tutacak olursa başvuracağınız hiçbir makam bulamazsınız. Müdafi ile birlikte ortada bir sorun olduğunu gösterebilirseniz idam cezasından yırtabilirsiniz, fakat daha en başından beri suçsuz olduğunuzu gösteren, geçmişe dönük, çok büyük bir kanıt mevcutsa ancak jüri bunu yanlış anlarsa durum çok daha zor hale gelecektir. Stuntz şöyle devam ediyor; Amerikalıların büyük saygı duydukları maddeler bile o saygıya layık değildir: “acımasız ve sıra dışı” cezaların yasaklanması, zamanında sıra dışı olmayan kırbaçlama ve dağlama gibi acımasız cezaları korumak için tasarlanmıştı.

Argüman şöyle devam ediyor; yargı sürecine yönelik saplantı ve acımasız hapishane kültü birinci derecede önemli bir kişiler-üstülük paylaşmaktadır. Bir sistem ne kadar profesyonelleştirilir ve yöntemselleştirilirse, sistemin gerçek kişiler üstündeki gerçek etkilerinden o derece yalıtılmış oluruz. İşte bu yüzden Amerika, yönteme dayalı adalet sistemi (“Şerefsiz usulden yırttı yine” diye öfkeye kapılır polisiye dizideki dedektif) ve hapishanelerinin acımasızlığı ve gaddarlığıyla ünlüdür. Bütün sanayileşmiş toplumlar, 18. yüzyılda daha fazla sayıda insanı hapishanelere ve daha azını da idam sehpasına göndermeye başlamış olmasına rağmen uzun dönemli, son derece kişiliksizleştirilmiş cezaların ağırlaştırılması konusunda Amerika’ya ilham veren Aydınlanma’dır. Amerikan hapishanelerinin insaniyetsizliği, Amerikalı avukatların sinizmi kadar 1842 yılında Amerika’yı ziyaret eden Dickens için de bir tema teşkil ediyordu. Philadelphia’daki Doğu Eyalet Hapishanesi'ni (bir “model” cezaevi, her mahkûmun sessizlik içinde ayrı ayrı hapis yattığı, zamanında ülkede inşa edilmiş gelmiş geçmiş en pahalı yapı) gördüğü zaman geçirdiği şok hala yankılanmaktadır:

İnanıyorum ki uzun yıllara yayılmış bu korkunç cezanın mağdurlarına çektirdiği uçsuz bucaksız işkence ve ıstırap konusunda çok az insan fikir sahibi olabilir. İnsan bedenine yapılan işkenceden sonsuz derece kötü olması için, beynimin gizemleriyle birlikte taşıyorum bu yavaş ve gündelik tahrifatı: çünkü içler acısı belirtileri ve izleri, insan eti üstündeki yara izleri kadar gözle görülebilir ve hissedilebilir değildir; çünkü yaraları yüzeyde değildir ve insan kulağının duyabileceği birkaç çığlık alır. Bu yüzden bunun, uyuklayan insanlığın buna bir son vermek için ayağa kalkmadığı gizli bir ceza olduğunu açıkça ilan ediyorum.

Son vermek için ayağa kalkmamak, mesele buydu. Prosedür biter bitmez ceza başlar ve acımasızlık rutinleştiği sürece cezalandırılana karşı sivil sorumluluğumuz sona erer. İnsanları içeri atıyoruz ve onların varlığını unutuyoruz. Dickens’e göre eski Londra’nın yozlaşmış ama komünal olan borçlu hapishaneleri bile bundan daha iyiydi. “Bunu üstüne alınma!”, Amerikan hapishanesi Inferno’nun (Dante’nin İlahi Komedyası’nda adı geçen cehennem) kapısının üstünde durmaktadır bu slogan. Sadece bir tarihçi görüşü de değildir bu. Conrad Black, birkaç yıllığına hapse atılmasının hemen öncesinde vekilinin, yargıcın ve savcıların, müşterek profesyonel mükemmellikleri üzerine nasıl hepsinin mutluluk içinde birbirlerini tebrik ettiklerini gösteren ürkütücü ve inandırıcı bir resme sahip. Eğer bir milyoner bile bunu hissediyorsa sıradan sanıkların neler hissettiğini varın siz düşünün.

Soyutlama yerine Stuntz, insani takdir hakkının durumu kurtaran yönünü savunuyor. Temel olarak şöyle düşünüyor; suçun ne olduğunu ve adaletin nasıl bir şey olduğunu anlayarak gitmeliyiz mahkemeye, sonra da sağduyunun, merhametin ve özel koşulların devreye girmesine izin vermeliyiz. İstimlâk tahliyesi nedeniyle kavgalı bir aileyi anlatan Avustralya yapımı “Kale” adlı filmde güzel bir sahne var: mahkemede tahliye ihlallerine dair Avustralya Anayasası’nda yer alan özel kısımlara işaret etmesi istenen talihsiz avukat, ümitsizlik içinde şöyle der, “bu … bu sadece bir şey, bir his bu”. Stuntz’a göre adalet sadece bir his olmalı, ortada dönen yöntemsel bir sorun veya bir gerçeklik değil. Ceza hukuku bir kez daha teamül hukuku gibi olmalı, hâkimler ve jüriler sadece doğruyu bulmamalı, hukuku, evrensel adalet, koşul ve ciddiyet ilkeleri temelinde kurmalı ve cezaları, suçun zaruriyetine göre icra etmelidirler.

Bir diğer argümana (Güney argümanı) göre bu hikâye, gerçekliğe çok parlak bir yüz katmaya çalışmaktadır. Yine bu argümana göre Amerikan hapishanelerinin gerçekliğinin, yöntemsel adaletin sorunları ya da Aydınlanma Çağı ideallerinin çarpıklıklarıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Günümüzde hapishanelerde "Güneyde uzun zamandır uygulanan ve geliştirilen cezalandırıcı modele göre ”Kuzeyli reformcuların rehabilite edici modeli daha az kullanılmaktadır, Amerikalı Profesör Perkinson şöyle yazıyor: “Amerikan hapishaneleri, kökenlerinin izini sadece Pennsylvania cezaevlerine dönerek değil Teksas köle çiftliklerinde de sürüyor.” Bu teze göre, beyazların üstünlüğü gerçek bir ilkedir ve ırki egemenlik gerçek bir sonuçtur. 60’ların göze çarpan zaferlerine karşılık kitlesel hapislik, yeniden Jim Crow'a dönmenin bir yolu haline geldi. Bugün siyahlar, beyazların 7 kat fazlası oranında içeri tıkılıyorlar. “Kitlesel hapsetme sistemi, Afro-Amerikalıları sanal ve gerçek bir kafese kapatmak için işlemektedir" diye yazıyor hukuk bilgini Michelle Alexander. Genç siyahlar çabucak polis tacizi döneminden "resmi kontrol" (yani fiili hapislik) dönemine geçiş yapıyorlar, sonra da yaşamları boyunca bir "gözle görülmez kontrol" sistemine mahkûm ediliyorlar. Oy kullanma hakları ellerinden alınan, yaşamlarının geri kalan dönemi boyunca ayrımcılığa uğrayan pek çoğu hapishane sistemiyle geriye dönüş yapıyor. Bu anlamda sistem gerçekten bozulmuyor; tasarlanma sebeplerini yerine getiriyor. Alexander çirkin bir sonuca varıyor: "Eğer kitlesel hapsetme sistemi, bir toplumsal kontrol sistemi, bilhassa da ırki kontrol sistemi olarak düşünülüyorsa demek ki bu sistem şahane bir başarıya sahiptir.

Kuzeyin kişiler-üstülüğü ve Güneyin intikamcılığı ortak bir Amerikan temasında buluşuyor: artan sayıdaki Amerikan hapishaneleri artık kar amacı güden işletmelere ve şirketlere yaptırılıyor. Devlet tarafından şirketlere ödeme yapılıyor ve yapacakları karlar, mahkûmlara ve hapishanelere mümkün olduğunca az para harcamalarına bağlı. Kamu malı ve özel kar arasında büyük bir kopukluk olduğunu düşünmek zordur: Özel hapishanelerin çıkarları, asgari düzeyde mahkûm sayısına sahip olmanın gözle görülür toplumsal yararına değil mümkün olduğunca çok sayıda mahkûma ve masrafların azlığına bağlıdır. Bu firmaların en büyüğü olan ‘Corrections Corporation of America’nın 2005 yılı raporundan daha tüyler ürpertici bir başka belge bulunmamaktadır Amerika’nın yakın tarihinde. Yasa koyucular arasında yürüttüğü lobi faaliyetlerine milyonlar harcayan şirket, birilerinin, bir şekilde, bir yerlerde mahkûmların musluğunu kapatması riskine karşı yatırımcılarını uyarmak mecburiyetinde hissetmiş kendini:

Büyümemiz genel olarak, yeni ıslah ve tutukluluk tesislerini geliştirmek ve yönetmek için yeni ihaleler alma yeteneğimize bağlıdır. Tesislerimize ve hizmetlerimize yönelik talep, infaz girişimlerinin gevşetilmesi, mahkûmiyet ve cezalandırma uygulamalarında hoşgörü gösterilmesi ve şu an ceza yasalarımızca yasaklanan belirli eylemlerin suç kapsamından çıkarılması yoluyla olumsuz bir şekilde etkilenebilir. Örneğin, uyuşturucu, denetimli maddeler veya yasa-dışı göç gibi etkinliklere yönelik değişiklikler, tutuklanan, suçlanan ve mahkûm edilen insan sayısına etkide bulunacak, bu nedenle de bu insanları barındırmak için gerekli olan ıslah evlerine dönük talebi potansiyel olarak düşürecektir.

Brecht, böyle bir belgeyi zor hayal ederdi: insanların ıstıraplarıyla beslenen kapitalist bir girişim, elinden geldiği kadar acımasız bir biçimde bu sefaleti azaltmak için hiçbir şey yapılmamasından emin olmak için çalışıyor.

Oysaki süreç çılgına dönmüş ya da mahkûmların gönderildiği sürgün yerleri iyice belirginleşmiş olsa da bu iki anlatım biçiminde -Kuzey ve Güney- bir hayalet dolaşıyor. Öyle ki aynı dönem içinde hapsetme salgını, suç işleme oranındaki radikal düşüşü izleyecek gibi görünüyor. Görünen o ki hapishanelerde ne kadar kötü adam bulunursa, sokaklardaki suç da o kadar azalacaktır. Hapishane literatüründe sadece belli aralıklarla ortaya çıkan patlamanın gerçek arka-planı, onu önceleyen ve onunla örtüşen suç dalgasıdır.

Bu durum, 60’lı ve 70’li yıllarda ortaya çıkan suç dalgasını hatırlayamayacak kadar genç olanlar için yalnızca bir öcü hikâyesi gibi gelebilir. Bütün çocukluğu ve ergenliği buna karşı kurulmuş olanlar için yakın Amerikan tarihinde yer edinen elzem bir travmadır bu ve aynı dönem içinde daha başka neler yaşandığını da açıklamaktadır. Yeni muhafazakârlarla (neo-cons) yürütülen polemikleri inandırıcı kılacak şekilde, liberal bir yönetim altındaki Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası’nda, sosyalizmle yönetilen Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananların çok daha fazlası vardı. Stuntz’un dediği gibi gerçekten öyleydi, suç üzerine liberal bir konsensüs vardı ve bunun hakikaten kötü etkileri oldu (“Merhametli bir adalet sistemi ve suçun kontrolüne yönelik bütün ciddi girişimlerden vazgeçmiş bir sistem arasındaki çizgi nerede olursa olsun, bu ulus o çizgiyi aşmıştır").

Ancak 1980 yılında, birisi çıkıp da 2012 yılı itibariyle New York şehrindeki suç oranı çok düşük olacak ve şiddet suçları diyalog yoluyla geniş öçlüde ortadan kalkacak diye tahminde bulunsaydı, deliler kadar pek fazla ümitli olmayabilirlerdi. 30 yıl önce, yabancılaşmış süper-yırtıcılardan oluşan bir alt-sınıfın ürettiği suç unsuru, kentin kalıcı bir özelliği olarak görülürdü, şimdi öyle değil. Bu durumu değiştirecek bazı iyi şeyler oldu ve değişimin, kutlamalar yapmak ve iyimser olmak için bir fırsat olduğunu zannediyor olabilirsiniz. Bunun yerine, kırık pencere polisliği gibi birkaç çok-amaçlı yorumla birlikte, çoğu zaman kincilikle ve kentselleşmenin saçma sapan taraflarına yönelik alaycı ifadelerde bulunmakla yetiniyoruz. Bu genel bir insan gerçeğidir: işleyen şeylere olan ilgimiz işlemeyenlere duyduğumuz ilgiden daha azdır.

Öyleyse, kitlesel hapsetme ve suç oranındaki düşüş arasındaki ilişki nedir? Kesinlikle, 1970 ve 1980’lerde birçok uzman, kötü insanları iyi hale getirmekten başka bir yol olmadığına ikna olmuşlardı; yapabileceğimiz tek şey, uzun veya kısa sürelerle onları depoya kapatmaktı. Yapılan en iyi araştırma, iç karartıcı bir şekilde gösteriyor ki hiçbir şey işe yaramıyor, rehabilitasyon denilen şey dalavereden başka bir şey değildi. Daha sonra, 1983 yılında iki mahkûm, Marison, Illinois'de bulunan son derece güvenlikli federal hapishanede iki gardiyanı öldürdüler. Mahkûmlar, uzun süreden beri (ara-sıra) gardiyanları öldürüyorlardı, ancak cinayetlerin zamanlaması ve sıradan kişilerin bile suçlular sınıfında heba edildiğine yönelik varsayımı hazırlayan bir ortamda gerçekleşmeleri, bütün hapishanelerin daimi tecritle donatılması anlamına geldi. Yüz elli yıl sonra mutlak tek kişilik hücre cezası ilk olarak Amerikan hapishanelerinde ortaya çıktı, yeniden hortlatıldı. O korkunç sayılar artmaya başladı.

Bir on yıl sonra, suç oranı düşmeye başladı: ülke çapında düşüş %40’lık bir standart ölçüm oranında iken bu oran New York Kenti’nde yaklaşık %80 idi. 2010 yılı itibariyle, New York’taki suç oranı, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük düşüşü yaşadı; 2002’de Manhattan’da 1900’den beri herhangi bir yıl içinde görülenden daha az sayıda cinayet vardı. Toplum bilimlerinde, aranan bir neden genellikle karmakarışık bir bulgudur; yaşantımızda deneyimlediğimiz gibi çözüme bağlanan bir kriz, nedensellik kurgusudur. Bir hap baş ağrısını geçiriyorsa, çoğu zaman baş ağrısının kendi kendine geçip gitmiş olabileceğini sorgulamayız.

Bütün bunların sayesinde, Franklin E. Zimring’in yeni kitabı, “Güvenlileşen Şehir”in yayımlanmasını büyük bir olaydır. Berkeley Hukuk Fakültesi’nde krimonolog olan Zimring, Amerika’nın diğer bölgelerinde yaşanan olaylar bağlamında, New York’ta yaşananlara dair yoğun hesaplar yapmak için yıllarını harcadı. Bize çok az bildiğimiz bir şeyi öğretiyor. Kıta genelindeki %40’lık düşüş (aslında bütün Batı dünyasının genelinde bir düşüş vardı), Ottawa’nın banliyölerinde yaşananların, Güney Bronx’takiler kadar gizemli olduğu nedenlerden dolayı meydana geldi. Zimring, demografik değişiklikler gibi alışılmış açıklamaların, nedenleri basit bir şekilde açıklanması gereken şeyleri açıklayamadığını göstermektedir. Bu durum, uluslararası gerilemenin biraz esrarengiz görünmesini sağlıyor: gökten kargalar yağıyor, salgınlar duraklıyor ve bitiyor ve zaman içerisinde toplumların bir eyaletten diğerine sıçraması için gerekli hiçbir mutlak neden yok gibi görünüyor. Toplumsal varlığımızın öteki bölümlerinde trendler, modalar ve gelip geçici hevesler ve katıksız tesadüfler çıkıyor ortaya; yani, rastlantısal nedenlerden dolayı suçluların davranışlarında da tarz ve döngüler olabiliyor.

Ancak, New York’a özgü suç oranındaki %40’lık ek düşüş nihayet Zimring’in analizleri karşısında yenik düşüyor. Değişiklik, ne refah kültürünü değişikliğe uğratan süper yırtıcıları içeri atmak, evlenmemiş annelerin sayısını azaltmak gibi sağ politikaların odaklandığı derin bozuklukların (patolojiler) çözülmesi sonucu, ne de adaletsizlik, ayrımcılık, yoksulluk gibi sol politikaların işaret ettiği şeylerin altında yatan nedenlerin çözüme kavuşturulması ile ortaya çıktı. Ne de artan kürtaj ve benzeri olguların gizli kalıplarından kaynaklanan herhangi bir “Presto!” etkisi vardı ortada. Şehir zenginleşmedi, yoksullaşmadı da. Şiddet suçları az çok ortadan kayboldukça, New Yorkluların etnik yapısında, ortalama zenginlik ve eğitim seviyelerinde kayda değer bir değişiklik olmadı. “Kırık pencereler” veya “turnikelerin üstünden atlama” polisliği, yani suça müsamaha göstermeyi reddeden bir atmosfer yaratmak için küçük gibi görünen kabahatlere göz açtırmamak, göz ardı edilebilir etkilere sahip olmuş gibi görünüyor. Zimring şöyle yazıyor; sloganlar ve zamanın özü arasında büyük bir farklılık vardı (sokak fahişeliği ve aleni kumar gibi “görünür” şiddet-dışı suçlar için tutuklama eylemleri süreç içinde genel olarak azaldı).

Bunun yerine, tamamen suçun oluşmasını engellemek için tasarlanmış küçük toplum mühendisliği eylemleri, suçun sona ermesine katkıda bulundu. 90’lı yıllarda NYPD (NY Polis Departmanı), güvenli bölgelerdeki küçük suçlarla savaşarak değil de “sıcak nokta polisliği” adı verilen, birçok suç olayının meydana geldiği bölgelere bir sürü polis doldurmak suretiyle suçu kontrol altına almaya başladı. Aynı zamanda polisler, “durdur ve ara” denilen saldırgan ve tartışmalı bir programı uygulamaya başladılar (tasarının fikir babalarından biri olan Jack Maple’ın tanımladığı gibi, “yunusları değil köpekbalıklarına yakalamak için tasarlandı” ki bunun içinde aşağılayıcı bir biçimde “profil çıkarma” adı verilen eylem de vardı). Bu çok ırkçı bir şey değildi, çünkü verili bir mahallede yaşayan bütün suçlular büyük olasılıkla aynı renk veya ırktan geliyorlardı, toplumsal olarak da polislerin hâlihazırda tanımladığı binlerce küçük ipuçlarını da barındırıyorlardı. Zimring’in vurgusu ile azınlıklardan oluşan topluluklar, durdurulan ve aranan çocuklar için çok büyük paralar harcadılar ancak azalan suç ortamında büyük paralar da kazandılar. “Yoksullar çok ödüyorlar ve çok kazanıyorlar” şeklinde koyuyor bunu Zimring. Ona göre, “hafif” durdur-ara programı verimli olduğu kadar daha az yabancılaştırıcı olabilir, kentlerdeki suç oranını düşüren durdur-ara eyleminin, uzun süre hapishanelerde kalan yoksul, azınlık çocuklarının sayısının büyük ölçüde azalmasında net bir etkisi vardır.

Zimring makul bir biçimde ısrar ediyor; özellikle suçu ve azınlıkları birbirinden ayıran teorilerin (suç nedir, suçlular nerededir) radikal ve iyimser bir şekilde yeniden yazılmasını öneriyor. “1961’de New York kent nüfusunun %26’sı Afro-Amerikalı veya Hispanik azınlıklardan oluşuyordu. Şimdi, New York nüfusunun yarısını onlar oluşturuyor; son derece umutlu olan bu yol ile arz yanlı krimonolojinin kaba varsayımlarını ortadan kaldırmalıyız” diyor. “Arz yanlı krimonoloji” ile kastettiği şey, toplumsal koşulların, açıklanmayı bekleyen belirli bir net miktarda suç doğurduğunu iddia eden muhafazakâr suç teorisidir; suçu burada durdurursanız orada patlak verecektir. Suçu durdurmanın tek yolu bütün potansiyel suçluları içeri tıkmaktı. Doğrusu, suç eylemi daha çok diğer insan tercihleri gibidir, bir tesadüfî elverişli durum ve imkânlar sorunudur. Suç, bir dizi suçlunun sonucu değildir; suçlular, bir dizi suç işleme imkânının sonucudurlar. Washington Meydanı’ndaki açık uyuşturucu pazarını kapatırsanız, o pazar kendi kendine Tompkins Meydanı Parkına taşınmayacaktır. Sadece duracaktır ya da satıcılar kapalı yerlere gideceklerdir ki uyuşturucu satışı sürecek ancak şiddet suçları devam etmeyecektir.
Ve verimli bir döngü içerisinde, suçun azalan yaygınlığı, suçun yaygınlığında bir azalmayı da teşvik eder. Arkadaşlarınız artık sokak soygunları yapmıyorlarsa sizin de yapma olasılığınız düşük olacaktır. Yakın bir tarihte gerçekleştirilen bir röportajda Zimring şöyle diyor: “Unutmayın, hiç kimse birilerine saldırarak hayatını kazanmadı. Şiddet suçunda asgari bir kazanç bile yoktur.” Bir bakıma şunu diyor, bu hobi gibi bir şey, bir yaşam tarzı: “Suç rutin bir davranıştır; insanların alıştıkları zaman yaptıkları bir şeydir.” Ve esas kırılganlığı kendi içinde yatmaktadır. “Son derece motive edilmiş temel bağlantılardan ziyade durumsal ve tesadüfî şeylerle çalışan döngüsel güçlerin” neticesinde sona erer suç. Muhafazakârlar bu görüşü beğenmezler, çünkü sert olmak bir işe yaramıyor; liberaller de beğenmiyor bu görüşü, çünkü görünüşe bakılırsa nazik olmak da işe yaramıyor. Suçun kontrol altına alınması, toplumsal hastalıkları tersine çevirmeye veya toplumsal dertleri hafifletmeye değil, aşılması can sıkıcı olan küçük engeller dikmeye bağlıdır.
Göze çarpan bir gerçek var. Son 20 yıllık dönem içinde ülkenin geri kalanı, şu an elimizde bulunan parmak ısırtan verilere yol açan hapsetme artışına tanık olurken, Rockefeller uyuşturucu yasalarına rağmen New York’taki mahkûm sayısında belirgin bir düşüş var. Zimring’in gözlemlerine göre; “suç oranındaki etkileyici düşüşün orta yerinde duran New York, suç dalgasının tepesinde bulunduğu döneme göre çok daha az sayıda insanı, özellikle de genç insanı hapse atıyor.” Sokaklarda suçu düşüren şey ne olduysa olsun, daha fazla insanı hapse koymakla hiçbir ilgisi kalmamıştır artık. Mantık apaçık ortada, yeter ki onu beyaz yakalıların suç diyarına taşıyabilelim: kolaylıkla kabul edebiliriz ki olması beklenen kesin bir beyaz yakalı suç miktarı mevcut değil, lıkır lıkır Dewar’s viskisi içen babaların ve yüzleri pul pul olmuş M.B.A. (İşletme yönetimi Yüksek Lisansı) profesörlerinin ürettiği, ne anlama geldiği belli olmayan bir süper-yırtıcı nesli de yok. Burada, Üçüncü Cadde’deki bir yolsuzluk tertibini sona erdirirseniz, yandaki ofis binasında doğal olarak başka bir tertip oluşmayacaktır. Beyaz yakalı suçları, patolojinin ve fırsatların kesişme noktasında meydana gelir; ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu’nu (S.E.C.) bu fırsatları sona erdirmekle meşgul etmek patoloji dizisini sınırlandırmak için güzel bir yoldur.

Bize daha derin ve daha az görünür gelen toplumsal trendler, geleceğin tarihçileri ne olup bittiğini inceledikçe boy gösterebilirler. Polislikten başka olgular da olguları açıklayabilir; ucuz kredi kartlarının ve devlet piyangosunun gelişi, FBI’ın yapabileceği gibi tefecilik ve seri numaralara bel bağlamış New York’taki 5 Mafya Ailesi’ni muhtemelen aynı oranda zayıflatmıştır. En azından mümkündür, örneğin, cep telefonlarının ortaya çıkışı, suçun azalmasına yardımcı olurken uyuşturucu satışının kapalı mekânlarda yapılabilmesine katkıda bulunmuştur. Sıcak nokta ve durdur-ara uygulamalarının gerçek değeri şu olabilir; bu uygulamalar, polisin güvendiği tekil bir oyun planı sağlamıştır. Askeri tarihin ortaya koyduğu üzere, kötü bir plan, plansızlıktan daha iyidir, özellikle öte yandan insanlar bunun iyi bir plan olduğunu düşünüyorlarsa. Ancak, kesin olan bir şey var: toplumsal suç veya ceza salgını, tahayyül ettiğimizden daha basit ve daha yüzeysel mekanizmalarla, ümit ettiğimizden daha hızlı bir şekilde tedavi edilebilir. Yara bandı, yaranın kendi kendine iyileşmesine yardımcı olacaksa kötü bir yarayı bantla sarmak gerçekten makul bir stratejidir.

Dahası bu durum bir parça radikal sağduyuya yol açmaktadır: hapishaneler, şiddet suçlarının bile durdurulmasında en iyi ihtimalle küçük bir rol oynadığı için, şiddet-dışı suçlardan dolayı zengin ya da yoksul fark etmez, çok az insan hapse girecektir. Korkunç cezaların artık çok kolay bir biçimde uygulanması bir yana, ne sokaklar ne de toplum, esrar kullanıcılarını veya satıcılarını içeri tıkmakla güvenli hale getirilemez. Bu nedenle, hortumcuları ya da saadet zinciri üyelerini hayatlarının geri kalan bölümünde bir kafese kapatmak toplumsal faydaya hizmet etmez, onun yerine bu insanları iflas ettirmek ve Güney Bronx’ta gelecek bir veya iki on yıl boyunca kamu hizmetinde çalıştırmak yararlı olacaktır. Eğer failler, banka hesaplarını ve şöhretlerini kaybedeceklerini ve beş yıl boyunca haftanın yedi günü kamu hizmetinde çalışmak zorunda kalacaklarını bilselerdi gerçekten daha çok sayıda sahtekâr ve yağmacı hissedara sahip olur muyduk? Öyle görünüyor ki bu yaptırımların kar etmediği bir insan için başka hiçbir yaptırım yeterli olmayacaktır. Zimring’in araştırması açık bir biçimde gösteriyor ki sokaklardaki suç oranı düşerse, hapishaneden çıkan suçlular, suç işlemeye bir son vereceklerdir. Önemli olan dünyadaki suç olgusu ve suç kültürünün devamlılığıdır, hapishanede “öğrenilen bazı dersler” değil.

Aynı zamanda, durdur-ara uygulamasının çirkin yanı da hafifletilebilir. Zimring’in çalışmasında öngördüğü gibi, yunusları değil de köpekbalıklarını yakalamak için, esrar taşımak gibi suçları değil, durdur-ara uygulamasının konusu olan gerçek suçları ortaya çıkartacak ağların deliklerinin büyüklüğünü ona göre ayarlamaya gereksinimimiz var. New York polisi çocukları durdurup aradığında, temel amaç, esrar taşıdıkları için onlara içeri atmak değil, parmak izlerini almaktı; böylece daha ciddi bir suç işlediklerinde bu çocukların kimlikleri tespit edilebilecekti. Ancak bütün Amerika’da bunun tam tersi oldu: esrar taşımak ciddi bir suç haline geldi. İnsanların hayatlarının mahvolmasının ve harcanan paraların bedeli çok büyük olsa da yapılması gereken bariz şey, yasayı daha az uygulamak değil, artık onu değiştirmektir. Bir zamanlar Dr. John’un dediği gibi, yasayı yapan tutumlardır, tutumlar değiştiği zaman yasalar da değişmek zorundadır. Çok açık ki bugün Amerika’da esrar neredeyse evrensel olarak kabul görmüş bir uyuşturucu. Sadece günlük olarak kullanılmıyor (on yılların bir gerçeği) aynı zamanda televizyonlarda ve filmlerde gelişigüzel bir biçimde bahsi geçiyor. Esrar içmenin hissettirdiği riskleri görmek için sadece bir otçu filmi izlemek, tutuklanacağınız anlamına gelmez ama okul derneğinden bir rakibinizle başınız belaya girebilir veya bir kadına aptal gibi görünebilirsiniz. Esrarın suç unsurundan çıkarılması, hapsetme salgınının sona ermesine katkı koyacaktır.

Tarihsel farklılıkları ne olursa olsun, diğer birçok zengin ve özgür ülkelerdeki hapis cezası oranı dikkat çekecek derecede dengelidir. Napolyon kanunları veya genel hukuk ya da ikisinin karışımının yer aldığı ülkelerde, ihtilaf halinde delillerin bilirkişi veya jüriye sunulduğu yargılama biçimlerine veya hâkim kararına dayalı bir sisteme sahip ülkelerde, Fransa’da olduğu gibi ister ülke bir zamanlar acımasız bir sürgün cezası deneyimine sahip olsun veya Avustralya’da olduğu gibi ülke bir zamanların sürgün yeri olsun, hapis cezasının doğal oranı, 100 bin kişide yaklaşık 100 kişidir. (Zengin ve homojen ülkelerde bu oranın daha düşük olacağı anlamına gelmiyor bu, şöyle ki bizim ülkemiz dışındaki ülkelerde söz konusu oran hiçbir zaman daha yüksek olmuyor). Öyle ki her bin insandan birinin bir süreliğine hapse girmesi gerçekten kötü bir şey. Diğer koşullar sabitken, adalet sisteminin temel noktası, o bininci adamın kimliğini saptayıp diğer insanlara zarar vermekten alıkoymanın bir yolunu bulmalı ve herkese biraz huzur vermeli.

Salgınlar nadiren mucizevî tedavilerle geçerler. Tıp tarihinde hastalığa son vermenin en iyi yolu, çoğu zaman daha iyi bir kanalizasyon sistemi kurmak ve insanların ellerini yıkamalarını sağlamaktı. “Ortadaki sorunu sadece küçük parçalara ayırmak” genellikle bir sorunla başa çıkmada en iyi yoldur: sabır içinde sorunu ufalamayı sürdürün, sonunda özüne ulaşacaksınızdır. Oranları düşmeden önce suç üzerine yazılan literatürü okuduğumuz zaman, cezaya dair yeni literatürde bulduğumuz aynı türden distopik umutsuzlukla karşılaşabiliriz: yoksulluğa son vermeliyiz, gettoların kökünü kurutmalıyız, parçalanmış ailelere savaş açmalıyız ya da benzer şekilde suç dalgasına bir son vermeliyiz. Gerçek şu ki bir dizi küçük eylem ve olaylar, her şeyin etkisini devam ettiriyor gibi görünen bir sorunun ortadan kaldırılmasıyla son buldu. Mucizevî bir tedavi yoktu, olan sadece binlerce küçük ruh hastalığına arabuluculuk etmekti. Uyuşturucu kabahatini işleyenlerin cezalandırılmasına son vermek, esrarı suç kapsamından çıkarmak, hâkim ve yargıçları sağduyuyu kullanmaları konusunda serbest bırakmak (mümkünse politikacıdan ziyade yargıç gibi olanları seçmek) vs. bu tür pek çok küçük eylem, suç salgının sona ermesinde olduğu gibi hapsetme salgınının da sona ermesine yardımcı olacaktır.

Hayal gördüğü sırada, çalılıklarda “Oh, buna çok az özen gösterdim” diye haykırıyordu Kral Lear. “Al ilacını, saltanatlı adam; biçare insanların hissettiği şeylere bırak kendini.” “Bu” durum, Shakespeare’in zamanında değişir, kimilerini açlıktan öldüren, kimilerini de zavallı Tom kadar delirten adamakıllı bir köylü yoksulluğuydu bu. Dickens ve Hugo’nun zamanında çocukları madenlere süren de sanayi devrimiydi. Ancak her toplum, insanları perişan eden bir yoksulluk fırtınasına yakalanmıştır ve buna karşı takınılacak tutum her zaman aynıdır: ya çektikleri ıstırap yüzünden zaten insanlıktan çıkmış perişan insanlar acınmayı hak etmiyorlar ya da adaletsizliğin altında kalan ezilenler daha iyi bir dünyayı beklemek zorunda kalacaklar. Adaletsizlik, her an toplum yaşantısından ayrılamaz gibi görünür ve her durumda sistemi yerinde tutmayı sürdürmek için ortaya atılan argümanları dönüştürmek için bütün toplumsal düzeni bir devrimle alaşağı etmek zorundasınızdır ki böylece bütün toplumsal düzenin devrilmesi argümanı hakim hale gelir. Her durumda, insanlık ve sağduyu, çözümsüz sorunları yerinden kaldırır ve defeder. Bu hapishaneler bizim. Daha fazla özen göstermeye ihtiyacımız var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder