12 Şubat 2012 Pazar



ABD'de hapishane olgusu, çığrından çıkmış durumda. Dünya tutuklu nüfusunun beşte birine sahip olan bu ülkedeki hapishanelerin durumuna dair bir ABD'li yazarın, Adam Gopnik'in New Yorker dergisinde yayımlanan makalesinin çevirisini soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

AMERİKA’NIN HAPSEDİLMESİ
Bu kadar çok insanı niye içeri atıyoruz?

Adam Gopnik

Hapishaneler zamanı yakalama tuzağıdır. Amerikan hapishanelerinin iç yaşamı hakkında çoğu zaman iyi kayıtlar ortaya çıkmakla birlikte elimizde olan şey, Amerikan hapishanelerinin genellikle dramatik nitelikler taşımadığıdır, bize anlatılan hikâyeler dikkatimizi çekmez, çünkü genelde hiçbir şey olmaz. Ivan Denisoviç'e dair bütün bilmemiz gereken şey onun hayatındaki bir gündür, çünkü herhangi birinin bu koşullar altında bir dakika bile yaşayabileceği düşüncesi imkânsız görünmektedir; Amerikan hapishanesinde geçen yaşamdan bir gün şöyle dursun, öyle bir etkisi vardır ki o tek gün genel anlamda on yıllara uzanır. Sakinleri için hapishaneleri katlanılmaz kılan şey, hâlihazırdaki zaman korkusu değil, zamanın tasavvur edilemez tekdüzeliğidir. Teksas'taki ölüm hücrelerinde bulunan mahkûmlara "zamansız zaman"ın içindeki insanlar denir, çünkü sadece hapis yatmıyorlar: beş yıl ya da on yıl veya bir ömür geçip gitsin diye beklemiyorlar. Amerikan hapishanelerinin temel gerçeği, demir parmaklıklar ardında olmak değil, zamanın kilidi altında olmaktır.

Bu nedenle, sadece bir günlüğüne de olsa hapse girmiş hiç kimse bu duyguyu unutamaz. Zaman durur. Seyrelmiş bir panik durumu, tetikte bekleyen bir paranoya, bir tür sis kaplaması ile karışık anksiyete, sıkıntı ve korku, muhafaza edilenler kadar gardiyanları da kaplar. "Bazen bütün bu dünyanın büyük bir hapishane olduğunu düşünüyorum, bazılarımız tutsak, bazılarımız gardiyan" diyor Dylan; tutsaklara sorabiliriz, tamamen doğru olmasa da bir hakikat içeriyor bu durum: gardiyanlar da hapis yatıyor. Bir zamanlar zeki bir adamın içeri atıldıktan sonra yazdığı gibi, hapishanenin pencerelerinde parmaklıklar vardır ve sizin dışarı çıkmanıza izin vermezler. Bu basit gerçeklik, diğer bütün şeyleri etkilemektedir. Tutsakların, özgür olanlara iletmek istedikleri şey, katlandığınız şeyler yerine, size sunulan bir şey olarak zamanın varlığının zihnimizi her an nasıl değiştirdiğidir. Uygar dünyada herhangi bir başka yerde işlenen benzer suçlar yüzünden daha uzun süreli hapis cezalarına çarptırılan çok sayıdaki Amerikalı tutsaklar için zaman her anlamda buna dönüşür (Sadece Teksas’ta 400’den fazla genç müebbet hapisle cezalandırılmıştır).

Birçok ayrıcalıklı, meslek sahibi insanın hapislikle ilgili tek deneyimi, diyelim bir çocuğun tutuklandığını gördüğünde yaşadığı, kendisine uzak bir tehlike karşısındaki korkudan ibarettir. Zengin beyazlar için lise veya üniversite ne ifade ediyorsa Amerika’daki pek çok yoksul insan için, bilhassa da yoksul siyahlar için de hapishane, normal hayat akışında yer edinen, varılacak bir noktadır. Lise diploması olmayan siyahların yarıdan fazlası yaşamları boyunca bir süreliğine hapse giriyor. İnsanlık tarihinde neredeyse eşi görülmemiş bir ölçeğe ulaşan kitlesel hapislik durumu, 1850’lerde köleliğin temel bir gerçeklik olduğu gibi günümüzde de ülkemizin temel bir gerçeğidir. Doğrusu, bir zamanların kölelik sistemiyle karşılaştırıldığında; hapiste, göz hapsinde ya da şartlı olarak tahliye edilmiş, ceza adaleti sisteminin pençesinde bulunan daha fazla sayıda siyah insan mevcut. Bütün bunlar bir yana, bugün Amerika'da “ıslah gözetimi” altında tutulan insan sayısı (6 milyondan fazla), Stalin'in zirvede olduğu zamanlarda Gulag Takımadalarında bulunanlardan daha fazladır. Hapsedilenlerin ve kontrol altında tutulanların yaşadığı bu Cezaevi Kenti, şu an ABD'nin en büyük ikinci şehri durumunda.

Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde hapsetme oranındaki artış, hapse atılanların sayısı kadar ürkütücü: 1980’de her yüz bin Amerikalı içinde yaklaşık 220 insan vardı hapsedilen; 2010 yılı itibariyle bu sayı, 3 kattan daha fazla artarak 731'e ulaştı. Bu sayıya yaklaşan başka bir ülke yok. Son 20 yıl içinde eyaletlerin cezaevlerine harcadıkları para, yükseköğretime harcanan paranın 6 katına yükseldi. Geçenlerde Florida’da tutuklanan eski muhafazakâr basın lordu ve çiçeği burnunda liberal Conrad Black, devletimizin baştan ayağa bir “hapishane devleti” olduğunu söyleyince, şu eski fıkraya bir ek yapmak zorunlu hale geldi: Muhafazakâr dediğin soyulmuş bir liberaldir, liberal dediğin ise mahkemeye düşmüş bir muhafazakârdır, o da hapse girince ateşli bir hapishane reformcusu olur.

Hapishanelerimizin ölçeği ve vahşeti Amerikan yaşantısının ahlaki bir skandalıdır. Her gün, Yankee Stadyumu’nu dolduracak şekilde en az 50 bin insan hücre hapsinde, çoğunlukla da insanların küçük hücrelere kapatıldığı, hiç kimseyi göremedikleri, özgürce okuyup yazamadıkları ve günde sadece bir saatliğine tek başına "egzersiz" yapmalarına izin verildikleri “süper-maksimum” hapishanelerde (son derece güvenlikli hapishane) veya hapishane koğuşlarında uyanıyor. (Kendinizi bir banyoya kapatın ve on yıl boyunca orada durmak zorunda olduğunuzu hayal edin, birazcık anlarsınız bu duyguyu). Hapishanelerde tecavüz yaygındır, her yıl 70 binden fazla mahkûm tecavüze uğruyor; beklenen cezanın bir parçası olarak rutin bir tehdittir bu vaat edilen. Özne, komedi için standart bir yemdir ve hapiste tecavüzle tehdit edilen ve işbirliğine yanaşmayan sanık, artık polisiye bir şovun sıradan ve dahası sevilen bir parçası olarak her gece televizyonlarda gösterilmektedir. 18. yüzyılda darağaçlarında can veren insanları seyreder gibi hapishane tecavüzlerinin normalleşmesi, bizden sonra gelecek nesilleri kesinlikle, insanın kanını donduracak derecede sadistleştirecek ve kendilerini uygar zanneden insanlar tarafından akıl almaz bir hale getirecektir. Hapishanelere doğrudan bakmaktan kaçınıyor olmamıza rağmen onlar yaşam tarzımıza dolaylı yoldan sızıyorlar. Çuval gibi blucinler, bağcıksız ayakkabılar giyen, vücudunda bir sürü dövme bulunan zengin, beyaz gençler, bilinçsiz bir şekilde, ülkemiz adına gizli bir kuruluş gibi çalışan hapishane gerçeğini dışa vuruyorlar.

Peki, bu noktaya nasıl geldik? İnsan asmayı, kırbaç cezasını ve bağırsak sökmeyi reddeden uygarlığımız nasıl oldu da bir sürü insanı onlarca yıl boyunca bir kafese kapatmanın kabul edilebilir bir insani yaptırım olduğuna inanmaya başladı? Suç ve ceza tarihinde ve sosyolojisinde oldukça geniş bir bilimsel literatür var ve bu literatür, Amerikan tarzı cezalandırma hırsının kökenlerini, suçu iki yöne ayıran 19. yüzyılda arama eğilimindedir. Philadelphia’da kötülüğüyle ün salmış Doğu Eyalet Hapishanesi’nin mirasına ve onun “reformist” geleneğine odaklanan, özü itibariyle bir Kuzey tanımlaması var, bir de hapishane sistemini, aslında başka araçlarla sürdürülen bir köle çiftliği olarak gören Güney tanımlaması var. “Teksas Tarzı: Amerikan Hapishane İmparatorluğu’nun Yükselişi" adlı Güneyli revizyonist çalışmanın yazarı Robert Perkinson, "rehabilitasyon penolojisinin (ceza sosyolojisi) doğum yeri olan Kuzeyden, boyun eğdirici disiplinin öz kaynağı olan Güneye doğru geçmişten gelen iki çizginin izini sürüyor. Bir başka deyişle, insanları sayılara indirgemek ve köle sahiplerini, zencileri hayvanlara indirgemeye kışkırtmak gibi bilimsel bir haz var ortada.

“Amerikan Ceza Adaleti'nin Çöküşü" adlı şaheserinin geçtiğimiz sonbaharda yayımlanmasından kısa bir süre önce ölen Harvard Hukuk Fakültesi profesörü William J. Stuntz, hapishanelerimizin içinde bulunduğu rezaletin, Aydınlanma Çağı'ndan, Amerikan adaletinin "usule ait” doğasından kaynaklandığı görüşünün en güçlü savunucusudur. Yazar, hapsetme salgınının sonuçla doğrudan ilişkisi olan sebepler arasında dolaşır: küçük uyuşturucu suçlarını uzun süreli hapislikle cezalandıran post-Rockefeller uyuşturucu yasalarının gelişimi, gruba eklenen "sıfır tolerans" polisliği ve hâkimleri hüküm vermekten alıkoyan zorunlu ceza kanunları. Ancak onun asıl sebepleri araştırması, daha derin bir şekilde, başından sonuna dek bizi ABD Haklar Bildirgesi’ne götürür. Anayasa tapınıcılığının sağda ve solda aynı şekilde elzem olduğu bir toplumda Stuntz, şaşırtıcı bir şekilde ABD Haklar Bildirgesi’nin, bir adalet sistemi kurmak için berbat bir belge olduğunu ileri sürmektedir. Çağdaş Fransız İnsan Hakları Bildirgesi’nden çok daha aşağı bir bildiridir ki Jefferson’ın işaret ettiği gibi bu belge, çırağı Madison, bizim bildirgeyi yazarken tasarımına yardımcı olmuş olabilir.

Ona göre ABD Haklar Bildirgesi’nin sorunu, ilkelerden ziyade sürece ve yönteme vurgu yapmasıdır. İnsan Hakları Bildirgesi, Adil Olun der! ABD Haklar Bildirgesi ise Hakkaniyetli Olun der! Genel ilkeleri ilan etmek yerine, yöntemsel bir dili vardır (Hiç kimse, suç teşkil etmediği sürece yaptığı bir şey yüzünden suçlanmamalıdır; acımasız cezalar her zaman yanlıştır; adaletin hedefi, her şeyden önce adaletin uygulanmasıdır). Nedensiz yere bir insanı soruşturamazsınız, kanıtları görmesine izin vermeden o kişiyi suçlayamazsınız vs. Stuntz’a göre bu vurgu günümüzdeki karmaşaya yol açtı; itham altındaki suçlular usul ihlallerinden güç bela korunabilseler de adaletin açık ve kaba bir biçimde ihlaline karşı savunmasızdırlar. Eğer polis, İşin içinde sizin de olduğunuzu anladığı zaman yanlış yetkiyle yanlış arabayı ararsa cezadan kurtulabilirsiniz, ancak suç ortaklığınız sizi ömür boyu içeride tutacak olursa başvuracağınız hiçbir makam bulamazsınız. Müdafi ile birlikte ortada bir sorun olduğunu gösterebilirseniz idam cezasından yırtabilirsiniz, fakat daha en başından beri suçsuz olduğunuzu gösteren, geçmişe dönük, çok büyük bir kanıt mevcutsa ancak jüri bunu yanlış anlarsa durum çok daha zor hale gelecektir. Stuntz şöyle devam ediyor; Amerikalıların büyük saygı duydukları maddeler bile o saygıya layık değildir: “acımasız ve sıra dışı” cezaların yasaklanması, zamanında sıra dışı olmayan kırbaçlama ve dağlama gibi acımasız cezaları korumak için tasarlanmıştı.

Argüman şöyle devam ediyor; yargı sürecine yönelik saplantı ve acımasız hapishane kültü birinci derecede önemli bir kişiler-üstülük paylaşmaktadır. Bir sistem ne kadar profesyonelleştirilir ve yöntemselleştirilirse, sistemin gerçek kişiler üstündeki gerçek etkilerinden o derece yalıtılmış oluruz. İşte bu yüzden Amerika, yönteme dayalı adalet sistemi (“Şerefsiz usulden yırttı yine” diye öfkeye kapılır polisiye dizideki dedektif) ve hapishanelerinin acımasızlığı ve gaddarlığıyla ünlüdür. Bütün sanayileşmiş toplumlar, 18. yüzyılda daha fazla sayıda insanı hapishanelere ve daha azını da idam sehpasına göndermeye başlamış olmasına rağmen uzun dönemli, son derece kişiliksizleştirilmiş cezaların ağırlaştırılması konusunda Amerika’ya ilham veren Aydınlanma’dır. Amerikan hapishanelerinin insaniyetsizliği, Amerikalı avukatların sinizmi kadar 1842 yılında Amerika’yı ziyaret eden Dickens için de bir tema teşkil ediyordu. Philadelphia’daki Doğu Eyalet Hapishanesi'ni (bir “model” cezaevi, her mahkûmun sessizlik içinde ayrı ayrı hapis yattığı, zamanında ülkede inşa edilmiş gelmiş geçmiş en pahalı yapı) gördüğü zaman geçirdiği şok hala yankılanmaktadır:

İnanıyorum ki uzun yıllara yayılmış bu korkunç cezanın mağdurlarına çektirdiği uçsuz bucaksız işkence ve ıstırap konusunda çok az insan fikir sahibi olabilir. İnsan bedenine yapılan işkenceden sonsuz derece kötü olması için, beynimin gizemleriyle birlikte taşıyorum bu yavaş ve gündelik tahrifatı: çünkü içler acısı belirtileri ve izleri, insan eti üstündeki yara izleri kadar gözle görülebilir ve hissedilebilir değildir; çünkü yaraları yüzeyde değildir ve insan kulağının duyabileceği birkaç çığlık alır. Bu yüzden bunun, uyuklayan insanlığın buna bir son vermek için ayağa kalkmadığı gizli bir ceza olduğunu açıkça ilan ediyorum.

Son vermek için ayağa kalkmamak, mesele buydu. Prosedür biter bitmez ceza başlar ve acımasızlık rutinleştiği sürece cezalandırılana karşı sivil sorumluluğumuz sona erer. İnsanları içeri atıyoruz ve onların varlığını unutuyoruz. Dickens’e göre eski Londra’nın yozlaşmış ama komünal olan borçlu hapishaneleri bile bundan daha iyiydi. “Bunu üstüne alınma!”, Amerikan hapishanesi Inferno’nun (Dante’nin İlahi Komedyası’nda adı geçen cehennem) kapısının üstünde durmaktadır bu slogan. Sadece bir tarihçi görüşü de değildir bu. Conrad Black, birkaç yıllığına hapse atılmasının hemen öncesinde vekilinin, yargıcın ve savcıların, müşterek profesyonel mükemmellikleri üzerine nasıl hepsinin mutluluk içinde birbirlerini tebrik ettiklerini gösteren ürkütücü ve inandırıcı bir resme sahip. Eğer bir milyoner bile bunu hissediyorsa sıradan sanıkların neler hissettiğini varın siz düşünün.

Soyutlama yerine Stuntz, insani takdir hakkının durumu kurtaran yönünü savunuyor. Temel olarak şöyle düşünüyor; suçun ne olduğunu ve adaletin nasıl bir şey olduğunu anlayarak gitmeliyiz mahkemeye, sonra da sağduyunun, merhametin ve özel koşulların devreye girmesine izin vermeliyiz. İstimlâk tahliyesi nedeniyle kavgalı bir aileyi anlatan Avustralya yapımı “Kale” adlı filmde güzel bir sahne var: mahkemede tahliye ihlallerine dair Avustralya Anayasası’nda yer alan özel kısımlara işaret etmesi istenen talihsiz avukat, ümitsizlik içinde şöyle der, “bu … bu sadece bir şey, bir his bu”. Stuntz’a göre adalet sadece bir his olmalı, ortada dönen yöntemsel bir sorun veya bir gerçeklik değil. Ceza hukuku bir kez daha teamül hukuku gibi olmalı, hâkimler ve jüriler sadece doğruyu bulmamalı, hukuku, evrensel adalet, koşul ve ciddiyet ilkeleri temelinde kurmalı ve cezaları, suçun zaruriyetine göre icra etmelidirler.

Bir diğer argümana (Güney argümanı) göre bu hikâye, gerçekliğe çok parlak bir yüz katmaya çalışmaktadır. Yine bu argümana göre Amerikan hapishanelerinin gerçekliğinin, yöntemsel adaletin sorunları ya da Aydınlanma Çağı ideallerinin çarpıklıklarıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Günümüzde hapishanelerde "Güneyde uzun zamandır uygulanan ve geliştirilen cezalandırıcı modele göre ”Kuzeyli reformcuların rehabilite edici modeli daha az kullanılmaktadır, Amerikalı Profesör Perkinson şöyle yazıyor: “Amerikan hapishaneleri, kökenlerinin izini sadece Pennsylvania cezaevlerine dönerek değil Teksas köle çiftliklerinde de sürüyor.” Bu teze göre, beyazların üstünlüğü gerçek bir ilkedir ve ırki egemenlik gerçek bir sonuçtur. 60’ların göze çarpan zaferlerine karşılık kitlesel hapislik, yeniden Jim Crow'a dönmenin bir yolu haline geldi. Bugün siyahlar, beyazların 7 kat fazlası oranında içeri tıkılıyorlar. “Kitlesel hapsetme sistemi, Afro-Amerikalıları sanal ve gerçek bir kafese kapatmak için işlemektedir" diye yazıyor hukuk bilgini Michelle Alexander. Genç siyahlar çabucak polis tacizi döneminden "resmi kontrol" (yani fiili hapislik) dönemine geçiş yapıyorlar, sonra da yaşamları boyunca bir "gözle görülmez kontrol" sistemine mahkûm ediliyorlar. Oy kullanma hakları ellerinden alınan, yaşamlarının geri kalan dönemi boyunca ayrımcılığa uğrayan pek çoğu hapishane sistemiyle geriye dönüş yapıyor. Bu anlamda sistem gerçekten bozulmuyor; tasarlanma sebeplerini yerine getiriyor. Alexander çirkin bir sonuca varıyor: "Eğer kitlesel hapsetme sistemi, bir toplumsal kontrol sistemi, bilhassa da ırki kontrol sistemi olarak düşünülüyorsa demek ki bu sistem şahane bir başarıya sahiptir.

Kuzeyin kişiler-üstülüğü ve Güneyin intikamcılığı ortak bir Amerikan temasında buluşuyor: artan sayıdaki Amerikan hapishaneleri artık kar amacı güden işletmelere ve şirketlere yaptırılıyor. Devlet tarafından şirketlere ödeme yapılıyor ve yapacakları karlar, mahkûmlara ve hapishanelere mümkün olduğunca az para harcamalarına bağlı. Kamu malı ve özel kar arasında büyük bir kopukluk olduğunu düşünmek zordur: Özel hapishanelerin çıkarları, asgari düzeyde mahkûm sayısına sahip olmanın gözle görülür toplumsal yararına değil mümkün olduğunca çok sayıda mahkûma ve masrafların azlığına bağlıdır. Bu firmaların en büyüğü olan ‘Corrections Corporation of America’nın 2005 yılı raporundan daha tüyler ürpertici bir başka belge bulunmamaktadır Amerika’nın yakın tarihinde. Yasa koyucular arasında yürüttüğü lobi faaliyetlerine milyonlar harcayan şirket, birilerinin, bir şekilde, bir yerlerde mahkûmların musluğunu kapatması riskine karşı yatırımcılarını uyarmak mecburiyetinde hissetmiş kendini:

Büyümemiz genel olarak, yeni ıslah ve tutukluluk tesislerini geliştirmek ve yönetmek için yeni ihaleler alma yeteneğimize bağlıdır. Tesislerimize ve hizmetlerimize yönelik talep, infaz girişimlerinin gevşetilmesi, mahkûmiyet ve cezalandırma uygulamalarında hoşgörü gösterilmesi ve şu an ceza yasalarımızca yasaklanan belirli eylemlerin suç kapsamından çıkarılması yoluyla olumsuz bir şekilde etkilenebilir. Örneğin, uyuşturucu, denetimli maddeler veya yasa-dışı göç gibi etkinliklere yönelik değişiklikler, tutuklanan, suçlanan ve mahkûm edilen insan sayısına etkide bulunacak, bu nedenle de bu insanları barındırmak için gerekli olan ıslah evlerine dönük talebi potansiyel olarak düşürecektir.

Brecht, böyle bir belgeyi zor hayal ederdi: insanların ıstıraplarıyla beslenen kapitalist bir girişim, elinden geldiği kadar acımasız bir biçimde bu sefaleti azaltmak için hiçbir şey yapılmamasından emin olmak için çalışıyor.

Oysaki süreç çılgına dönmüş ya da mahkûmların gönderildiği sürgün yerleri iyice belirginleşmiş olsa da bu iki anlatım biçiminde -Kuzey ve Güney- bir hayalet dolaşıyor. Öyle ki aynı dönem içinde hapsetme salgını, suç işleme oranındaki radikal düşüşü izleyecek gibi görünüyor. Görünen o ki hapishanelerde ne kadar kötü adam bulunursa, sokaklardaki suç da o kadar azalacaktır. Hapishane literatüründe sadece belli aralıklarla ortaya çıkan patlamanın gerçek arka-planı, onu önceleyen ve onunla örtüşen suç dalgasıdır.

Bu durum, 60’lı ve 70’li yıllarda ortaya çıkan suç dalgasını hatırlayamayacak kadar genç olanlar için yalnızca bir öcü hikâyesi gibi gelebilir. Bütün çocukluğu ve ergenliği buna karşı kurulmuş olanlar için yakın Amerikan tarihinde yer edinen elzem bir travmadır bu ve aynı dönem içinde daha başka neler yaşandığını da açıklamaktadır. Yeni muhafazakârlarla (neo-cons) yürütülen polemikleri inandırıcı kılacak şekilde, liberal bir yönetim altındaki Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası’nda, sosyalizmle yönetilen Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananların çok daha fazlası vardı. Stuntz’un dediği gibi gerçekten öyleydi, suç üzerine liberal bir konsensüs vardı ve bunun hakikaten kötü etkileri oldu (“Merhametli bir adalet sistemi ve suçun kontrolüne yönelik bütün ciddi girişimlerden vazgeçmiş bir sistem arasındaki çizgi nerede olursa olsun, bu ulus o çizgiyi aşmıştır").

Ancak 1980 yılında, birisi çıkıp da 2012 yılı itibariyle New York şehrindeki suç oranı çok düşük olacak ve şiddet suçları diyalog yoluyla geniş öçlüde ortadan kalkacak diye tahminde bulunsaydı, deliler kadar pek fazla ümitli olmayabilirlerdi. 30 yıl önce, yabancılaşmış süper-yırtıcılardan oluşan bir alt-sınıfın ürettiği suç unsuru, kentin kalıcı bir özelliği olarak görülürdü, şimdi öyle değil. Bu durumu değiştirecek bazı iyi şeyler oldu ve değişimin, kutlamalar yapmak ve iyimser olmak için bir fırsat olduğunu zannediyor olabilirsiniz. Bunun yerine, kırık pencere polisliği gibi birkaç çok-amaçlı yorumla birlikte, çoğu zaman kincilikle ve kentselleşmenin saçma sapan taraflarına yönelik alaycı ifadelerde bulunmakla yetiniyoruz. Bu genel bir insan gerçeğidir: işleyen şeylere olan ilgimiz işlemeyenlere duyduğumuz ilgiden daha azdır.

Öyleyse, kitlesel hapsetme ve suç oranındaki düşüş arasındaki ilişki nedir? Kesinlikle, 1970 ve 1980’lerde birçok uzman, kötü insanları iyi hale getirmekten başka bir yol olmadığına ikna olmuşlardı; yapabileceğimiz tek şey, uzun veya kısa sürelerle onları depoya kapatmaktı. Yapılan en iyi araştırma, iç karartıcı bir şekilde gösteriyor ki hiçbir şey işe yaramıyor, rehabilitasyon denilen şey dalavereden başka bir şey değildi. Daha sonra, 1983 yılında iki mahkûm, Marison, Illinois'de bulunan son derece güvenlikli federal hapishanede iki gardiyanı öldürdüler. Mahkûmlar, uzun süreden beri (ara-sıra) gardiyanları öldürüyorlardı, ancak cinayetlerin zamanlaması ve sıradan kişilerin bile suçlular sınıfında heba edildiğine yönelik varsayımı hazırlayan bir ortamda gerçekleşmeleri, bütün hapishanelerin daimi tecritle donatılması anlamına geldi. Yüz elli yıl sonra mutlak tek kişilik hücre cezası ilk olarak Amerikan hapishanelerinde ortaya çıktı, yeniden hortlatıldı. O korkunç sayılar artmaya başladı.

Bir on yıl sonra, suç oranı düşmeye başladı: ülke çapında düşüş %40’lık bir standart ölçüm oranında iken bu oran New York Kenti’nde yaklaşık %80 idi. 2010 yılı itibariyle, New York’taki suç oranı, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük düşüşü yaşadı; 2002’de Manhattan’da 1900’den beri herhangi bir yıl içinde görülenden daha az sayıda cinayet vardı. Toplum bilimlerinde, aranan bir neden genellikle karmakarışık bir bulgudur; yaşantımızda deneyimlediğimiz gibi çözüme bağlanan bir kriz, nedensellik kurgusudur. Bir hap baş ağrısını geçiriyorsa, çoğu zaman baş ağrısının kendi kendine geçip gitmiş olabileceğini sorgulamayız.

Bütün bunların sayesinde, Franklin E. Zimring’in yeni kitabı, “Güvenlileşen Şehir”in yayımlanmasını büyük bir olaydır. Berkeley Hukuk Fakültesi’nde krimonolog olan Zimring, Amerika’nın diğer bölgelerinde yaşanan olaylar bağlamında, New York’ta yaşananlara dair yoğun hesaplar yapmak için yıllarını harcadı. Bize çok az bildiğimiz bir şeyi öğretiyor. Kıta genelindeki %40’lık düşüş (aslında bütün Batı dünyasının genelinde bir düşüş vardı), Ottawa’nın banliyölerinde yaşananların, Güney Bronx’takiler kadar gizemli olduğu nedenlerden dolayı meydana geldi. Zimring, demografik değişiklikler gibi alışılmış açıklamaların, nedenleri basit bir şekilde açıklanması gereken şeyleri açıklayamadığını göstermektedir. Bu durum, uluslararası gerilemenin biraz esrarengiz görünmesini sağlıyor: gökten kargalar yağıyor, salgınlar duraklıyor ve bitiyor ve zaman içerisinde toplumların bir eyaletten diğerine sıçraması için gerekli hiçbir mutlak neden yok gibi görünüyor. Toplumsal varlığımızın öteki bölümlerinde trendler, modalar ve gelip geçici hevesler ve katıksız tesadüfler çıkıyor ortaya; yani, rastlantısal nedenlerden dolayı suçluların davranışlarında da tarz ve döngüler olabiliyor.

Ancak, New York’a özgü suç oranındaki %40’lık ek düşüş nihayet Zimring’in analizleri karşısında yenik düşüyor. Değişiklik, ne refah kültürünü değişikliğe uğratan süper yırtıcıları içeri atmak, evlenmemiş annelerin sayısını azaltmak gibi sağ politikaların odaklandığı derin bozuklukların (patolojiler) çözülmesi sonucu, ne de adaletsizlik, ayrımcılık, yoksulluk gibi sol politikaların işaret ettiği şeylerin altında yatan nedenlerin çözüme kavuşturulması ile ortaya çıktı. Ne de artan kürtaj ve benzeri olguların gizli kalıplarından kaynaklanan herhangi bir “Presto!” etkisi vardı ortada. Şehir zenginleşmedi, yoksullaşmadı da. Şiddet suçları az çok ortadan kayboldukça, New Yorkluların etnik yapısında, ortalama zenginlik ve eğitim seviyelerinde kayda değer bir değişiklik olmadı. “Kırık pencereler” veya “turnikelerin üstünden atlama” polisliği, yani suça müsamaha göstermeyi reddeden bir atmosfer yaratmak için küçük gibi görünen kabahatlere göz açtırmamak, göz ardı edilebilir etkilere sahip olmuş gibi görünüyor. Zimring şöyle yazıyor; sloganlar ve zamanın özü arasında büyük bir farklılık vardı (sokak fahişeliği ve aleni kumar gibi “görünür” şiddet-dışı suçlar için tutuklama eylemleri süreç içinde genel olarak azaldı).

Bunun yerine, tamamen suçun oluşmasını engellemek için tasarlanmış küçük toplum mühendisliği eylemleri, suçun sona ermesine katkıda bulundu. 90’lı yıllarda NYPD (NY Polis Departmanı), güvenli bölgelerdeki küçük suçlarla savaşarak değil de “sıcak nokta polisliği” adı verilen, birçok suç olayının meydana geldiği bölgelere bir sürü polis doldurmak suretiyle suçu kontrol altına almaya başladı. Aynı zamanda polisler, “durdur ve ara” denilen saldırgan ve tartışmalı bir programı uygulamaya başladılar (tasarının fikir babalarından biri olan Jack Maple’ın tanımladığı gibi, “yunusları değil köpekbalıklarına yakalamak için tasarlandı” ki bunun içinde aşağılayıcı bir biçimde “profil çıkarma” adı verilen eylem de vardı). Bu çok ırkçı bir şey değildi, çünkü verili bir mahallede yaşayan bütün suçlular büyük olasılıkla aynı renk veya ırktan geliyorlardı, toplumsal olarak da polislerin hâlihazırda tanımladığı binlerce küçük ipuçlarını da barındırıyorlardı. Zimring’in vurgusu ile azınlıklardan oluşan topluluklar, durdurulan ve aranan çocuklar için çok büyük paralar harcadılar ancak azalan suç ortamında büyük paralar da kazandılar. “Yoksullar çok ödüyorlar ve çok kazanıyorlar” şeklinde koyuyor bunu Zimring. Ona göre, “hafif” durdur-ara programı verimli olduğu kadar daha az yabancılaştırıcı olabilir, kentlerdeki suç oranını düşüren durdur-ara eyleminin, uzun süre hapishanelerde kalan yoksul, azınlık çocuklarının sayısının büyük ölçüde azalmasında net bir etkisi vardır.

Zimring makul bir biçimde ısrar ediyor; özellikle suçu ve azınlıkları birbirinden ayıran teorilerin (suç nedir, suçlular nerededir) radikal ve iyimser bir şekilde yeniden yazılmasını öneriyor. “1961’de New York kent nüfusunun %26’sı Afro-Amerikalı veya Hispanik azınlıklardan oluşuyordu. Şimdi, New York nüfusunun yarısını onlar oluşturuyor; son derece umutlu olan bu yol ile arz yanlı krimonolojinin kaba varsayımlarını ortadan kaldırmalıyız” diyor. “Arz yanlı krimonoloji” ile kastettiği şey, toplumsal koşulların, açıklanmayı bekleyen belirli bir net miktarda suç doğurduğunu iddia eden muhafazakâr suç teorisidir; suçu burada durdurursanız orada patlak verecektir. Suçu durdurmanın tek yolu bütün potansiyel suçluları içeri tıkmaktı. Doğrusu, suç eylemi daha çok diğer insan tercihleri gibidir, bir tesadüfî elverişli durum ve imkânlar sorunudur. Suç, bir dizi suçlunun sonucu değildir; suçlular, bir dizi suç işleme imkânının sonucudurlar. Washington Meydanı’ndaki açık uyuşturucu pazarını kapatırsanız, o pazar kendi kendine Tompkins Meydanı Parkına taşınmayacaktır. Sadece duracaktır ya da satıcılar kapalı yerlere gideceklerdir ki uyuşturucu satışı sürecek ancak şiddet suçları devam etmeyecektir.
Ve verimli bir döngü içerisinde, suçun azalan yaygınlığı, suçun yaygınlığında bir azalmayı da teşvik eder. Arkadaşlarınız artık sokak soygunları yapmıyorlarsa sizin de yapma olasılığınız düşük olacaktır. Yakın bir tarihte gerçekleştirilen bir röportajda Zimring şöyle diyor: “Unutmayın, hiç kimse birilerine saldırarak hayatını kazanmadı. Şiddet suçunda asgari bir kazanç bile yoktur.” Bir bakıma şunu diyor, bu hobi gibi bir şey, bir yaşam tarzı: “Suç rutin bir davranıştır; insanların alıştıkları zaman yaptıkları bir şeydir.” Ve esas kırılganlığı kendi içinde yatmaktadır. “Son derece motive edilmiş temel bağlantılardan ziyade durumsal ve tesadüfî şeylerle çalışan döngüsel güçlerin” neticesinde sona erer suç. Muhafazakârlar bu görüşü beğenmezler, çünkü sert olmak bir işe yaramıyor; liberaller de beğenmiyor bu görüşü, çünkü görünüşe bakılırsa nazik olmak da işe yaramıyor. Suçun kontrol altına alınması, toplumsal hastalıkları tersine çevirmeye veya toplumsal dertleri hafifletmeye değil, aşılması can sıkıcı olan küçük engeller dikmeye bağlıdır.
Göze çarpan bir gerçek var. Son 20 yıllık dönem içinde ülkenin geri kalanı, şu an elimizde bulunan parmak ısırtan verilere yol açan hapsetme artışına tanık olurken, Rockefeller uyuşturucu yasalarına rağmen New York’taki mahkûm sayısında belirgin bir düşüş var. Zimring’in gözlemlerine göre; “suç oranındaki etkileyici düşüşün orta yerinde duran New York, suç dalgasının tepesinde bulunduğu döneme göre çok daha az sayıda insanı, özellikle de genç insanı hapse atıyor.” Sokaklarda suçu düşüren şey ne olduysa olsun, daha fazla insanı hapse koymakla hiçbir ilgisi kalmamıştır artık. Mantık apaçık ortada, yeter ki onu beyaz yakalıların suç diyarına taşıyabilelim: kolaylıkla kabul edebiliriz ki olması beklenen kesin bir beyaz yakalı suç miktarı mevcut değil, lıkır lıkır Dewar’s viskisi içen babaların ve yüzleri pul pul olmuş M.B.A. (İşletme yönetimi Yüksek Lisansı) profesörlerinin ürettiği, ne anlama geldiği belli olmayan bir süper-yırtıcı nesli de yok. Burada, Üçüncü Cadde’deki bir yolsuzluk tertibini sona erdirirseniz, yandaki ofis binasında doğal olarak başka bir tertip oluşmayacaktır. Beyaz yakalı suçları, patolojinin ve fırsatların kesişme noktasında meydana gelir; ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu’nu (S.E.C.) bu fırsatları sona erdirmekle meşgul etmek patoloji dizisini sınırlandırmak için güzel bir yoldur.

Bize daha derin ve daha az görünür gelen toplumsal trendler, geleceğin tarihçileri ne olup bittiğini inceledikçe boy gösterebilirler. Polislikten başka olgular da olguları açıklayabilir; ucuz kredi kartlarının ve devlet piyangosunun gelişi, FBI’ın yapabileceği gibi tefecilik ve seri numaralara bel bağlamış New York’taki 5 Mafya Ailesi’ni muhtemelen aynı oranda zayıflatmıştır. En azından mümkündür, örneğin, cep telefonlarının ortaya çıkışı, suçun azalmasına yardımcı olurken uyuşturucu satışının kapalı mekânlarda yapılabilmesine katkıda bulunmuştur. Sıcak nokta ve durdur-ara uygulamalarının gerçek değeri şu olabilir; bu uygulamalar, polisin güvendiği tekil bir oyun planı sağlamıştır. Askeri tarihin ortaya koyduğu üzere, kötü bir plan, plansızlıktan daha iyidir, özellikle öte yandan insanlar bunun iyi bir plan olduğunu düşünüyorlarsa. Ancak, kesin olan bir şey var: toplumsal suç veya ceza salgını, tahayyül ettiğimizden daha basit ve daha yüzeysel mekanizmalarla, ümit ettiğimizden daha hızlı bir şekilde tedavi edilebilir. Yara bandı, yaranın kendi kendine iyileşmesine yardımcı olacaksa kötü bir yarayı bantla sarmak gerçekten makul bir stratejidir.

Dahası bu durum bir parça radikal sağduyuya yol açmaktadır: hapishaneler, şiddet suçlarının bile durdurulmasında en iyi ihtimalle küçük bir rol oynadığı için, şiddet-dışı suçlardan dolayı zengin ya da yoksul fark etmez, çok az insan hapse girecektir. Korkunç cezaların artık çok kolay bir biçimde uygulanması bir yana, ne sokaklar ne de toplum, esrar kullanıcılarını veya satıcılarını içeri tıkmakla güvenli hale getirilemez. Bu nedenle, hortumcuları ya da saadet zinciri üyelerini hayatlarının geri kalan bölümünde bir kafese kapatmak toplumsal faydaya hizmet etmez, onun yerine bu insanları iflas ettirmek ve Güney Bronx’ta gelecek bir veya iki on yıl boyunca kamu hizmetinde çalıştırmak yararlı olacaktır. Eğer failler, banka hesaplarını ve şöhretlerini kaybedeceklerini ve beş yıl boyunca haftanın yedi günü kamu hizmetinde çalışmak zorunda kalacaklarını bilselerdi gerçekten daha çok sayıda sahtekâr ve yağmacı hissedara sahip olur muyduk? Öyle görünüyor ki bu yaptırımların kar etmediği bir insan için başka hiçbir yaptırım yeterli olmayacaktır. Zimring’in araştırması açık bir biçimde gösteriyor ki sokaklardaki suç oranı düşerse, hapishaneden çıkan suçlular, suç işlemeye bir son vereceklerdir. Önemli olan dünyadaki suç olgusu ve suç kültürünün devamlılığıdır, hapishanede “öğrenilen bazı dersler” değil.

Aynı zamanda, durdur-ara uygulamasının çirkin yanı da hafifletilebilir. Zimring’in çalışmasında öngördüğü gibi, yunusları değil de köpekbalıklarını yakalamak için, esrar taşımak gibi suçları değil, durdur-ara uygulamasının konusu olan gerçek suçları ortaya çıkartacak ağların deliklerinin büyüklüğünü ona göre ayarlamaya gereksinimimiz var. New York polisi çocukları durdurup aradığında, temel amaç, esrar taşıdıkları için onlara içeri atmak değil, parmak izlerini almaktı; böylece daha ciddi bir suç işlediklerinde bu çocukların kimlikleri tespit edilebilecekti. Ancak bütün Amerika’da bunun tam tersi oldu: esrar taşımak ciddi bir suç haline geldi. İnsanların hayatlarının mahvolmasının ve harcanan paraların bedeli çok büyük olsa da yapılması gereken bariz şey, yasayı daha az uygulamak değil, artık onu değiştirmektir. Bir zamanlar Dr. John’un dediği gibi, yasayı yapan tutumlardır, tutumlar değiştiği zaman yasalar da değişmek zorundadır. Çok açık ki bugün Amerika’da esrar neredeyse evrensel olarak kabul görmüş bir uyuşturucu. Sadece günlük olarak kullanılmıyor (on yılların bir gerçeği) aynı zamanda televizyonlarda ve filmlerde gelişigüzel bir biçimde bahsi geçiyor. Esrar içmenin hissettirdiği riskleri görmek için sadece bir otçu filmi izlemek, tutuklanacağınız anlamına gelmez ama okul derneğinden bir rakibinizle başınız belaya girebilir veya bir kadına aptal gibi görünebilirsiniz. Esrarın suç unsurundan çıkarılması, hapsetme salgınının sona ermesine katkı koyacaktır.

Tarihsel farklılıkları ne olursa olsun, diğer birçok zengin ve özgür ülkelerdeki hapis cezası oranı dikkat çekecek derecede dengelidir. Napolyon kanunları veya genel hukuk ya da ikisinin karışımının yer aldığı ülkelerde, ihtilaf halinde delillerin bilirkişi veya jüriye sunulduğu yargılama biçimlerine veya hâkim kararına dayalı bir sisteme sahip ülkelerde, Fransa’da olduğu gibi ister ülke bir zamanlar acımasız bir sürgün cezası deneyimine sahip olsun veya Avustralya’da olduğu gibi ülke bir zamanların sürgün yeri olsun, hapis cezasının doğal oranı, 100 bin kişide yaklaşık 100 kişidir. (Zengin ve homojen ülkelerde bu oranın daha düşük olacağı anlamına gelmiyor bu, şöyle ki bizim ülkemiz dışındaki ülkelerde söz konusu oran hiçbir zaman daha yüksek olmuyor). Öyle ki her bin insandan birinin bir süreliğine hapse girmesi gerçekten kötü bir şey. Diğer koşullar sabitken, adalet sisteminin temel noktası, o bininci adamın kimliğini saptayıp diğer insanlara zarar vermekten alıkoymanın bir yolunu bulmalı ve herkese biraz huzur vermeli.

Salgınlar nadiren mucizevî tedavilerle geçerler. Tıp tarihinde hastalığa son vermenin en iyi yolu, çoğu zaman daha iyi bir kanalizasyon sistemi kurmak ve insanların ellerini yıkamalarını sağlamaktı. “Ortadaki sorunu sadece küçük parçalara ayırmak” genellikle bir sorunla başa çıkmada en iyi yoldur: sabır içinde sorunu ufalamayı sürdürün, sonunda özüne ulaşacaksınızdır. Oranları düşmeden önce suç üzerine yazılan literatürü okuduğumuz zaman, cezaya dair yeni literatürde bulduğumuz aynı türden distopik umutsuzlukla karşılaşabiliriz: yoksulluğa son vermeliyiz, gettoların kökünü kurutmalıyız, parçalanmış ailelere savaş açmalıyız ya da benzer şekilde suç dalgasına bir son vermeliyiz. Gerçek şu ki bir dizi küçük eylem ve olaylar, her şeyin etkisini devam ettiriyor gibi görünen bir sorunun ortadan kaldırılmasıyla son buldu. Mucizevî bir tedavi yoktu, olan sadece binlerce küçük ruh hastalığına arabuluculuk etmekti. Uyuşturucu kabahatini işleyenlerin cezalandırılmasına son vermek, esrarı suç kapsamından çıkarmak, hâkim ve yargıçları sağduyuyu kullanmaları konusunda serbest bırakmak (mümkünse politikacıdan ziyade yargıç gibi olanları seçmek) vs. bu tür pek çok küçük eylem, suç salgının sona ermesinde olduğu gibi hapsetme salgınının da sona ermesine yardımcı olacaktır.

Hayal gördüğü sırada, çalılıklarda “Oh, buna çok az özen gösterdim” diye haykırıyordu Kral Lear. “Al ilacını, saltanatlı adam; biçare insanların hissettiği şeylere bırak kendini.” “Bu” durum, Shakespeare’in zamanında değişir, kimilerini açlıktan öldüren, kimilerini de zavallı Tom kadar delirten adamakıllı bir köylü yoksulluğuydu bu. Dickens ve Hugo’nun zamanında çocukları madenlere süren de sanayi devrimiydi. Ancak her toplum, insanları perişan eden bir yoksulluk fırtınasına yakalanmıştır ve buna karşı takınılacak tutum her zaman aynıdır: ya çektikleri ıstırap yüzünden zaten insanlıktan çıkmış perişan insanlar acınmayı hak etmiyorlar ya da adaletsizliğin altında kalan ezilenler daha iyi bir dünyayı beklemek zorunda kalacaklar. Adaletsizlik, her an toplum yaşantısından ayrılamaz gibi görünür ve her durumda sistemi yerinde tutmayı sürdürmek için ortaya atılan argümanları dönüştürmek için bütün toplumsal düzeni bir devrimle alaşağı etmek zorundasınızdır ki böylece bütün toplumsal düzenin devrilmesi argümanı hakim hale gelir. Her durumda, insanlık ve sağduyu, çözümsüz sorunları yerinden kaldırır ve defeder. Bu hapishaneler bizim. Daha fazla özen göstermeye ihtiyacımız var.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Fenerbahçe 28 maçta 3 kez yenildi



Spor Toto Süper Lig'de 2012'nin ilk derbisinde Beşiktaş'ı 2-0 yenen Fenerbahçe, ezeli rakipleri ile yaptığı son 28 lig maçında sadece 3 kez yenildi, 19'unu kazandı, 6'sında da berabere kaldı.Spor Toto Süper Lig'de 2012'nin ilk derbisinde Beşiktaş'ı 2-0 yenen Fenerbahçe, son yıllardaki derbi zaferlerine bir yenisini daha ekledi.

Fenerbahçe'nin, ezeli rakiplerine karşı son yıllarda lig maçlarında galibiyet ve gol sayısı açısından büyük üstünlüğü göze çarpıyor.

Fenerbahçe, Beşiktaş ile ligde oynadığı son 14 maçtan 9'unu kazanıp, 4'ünde berabere kalırken, sadece 1 kez kaybetti. Sarı-lacivertliler, Galatasaray karşısında ise son 14 lig maçından 10'unu kazanıp, 2'sinde berabere kalıp, 2 kez de yenildi.

Ezeli rakipleri ile yaptığı son 28 lig maçında sadece 3 kez yenilen, 19'unu kazanan, 6'sında da berabere kalan “Sarı Kanaryalar”, bu maçlarda rakip fileleri toplam 46 kez havalandırıp, kalesinde 24 gol gördü.

Fenerbahçe-Beşiktaş

Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında Süper Lig'de yapılan son 14 maçın sonucu şöyle:

Tarih Stat Sonuç (FB-BJK)

18.09.2005 BJK İnönü 2 - 1
26.02.2006 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 2
19.11.2006 FB Şükrü Saracoğlu 0 - 0
05.05.2007 BJK İnönü 1 - 0
03.11.2007 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
29.03.2008 BJK İnönü 2 - 1
29.11.2008 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
03.05.2009 BJK İnönü 2 - 1
21.11.2009 BJK İnönü 0 - 3
18.04.2010 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 0
19.09.2010 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 1
20.02.2011 Fiyapı İnönü 4 - 2
27.10.2011 Fiyapı İnönü 2 - 2
05.02.2012 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 0

Fenerbahçe-Galatasaray

Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan son 14 Süper Lig maçının sonuçları ise şöyle:

Tarih Stat Sonuç (FB-GS)
---------- ------------------ -------------
22.05.2005 FB Şükrü Saracoğlu 1 - 0
27.11.2005 Ali Sami Yen 1 - 0
22.04.2006 FB Şükrü Saracoğlu 4 - 0
03.12.2006 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 1
19.05.2007 Ali Sami Yen 2 - 1
08.12.2007 FB Şükrü Saracoğlu 2 - 0
27.04.2008 Ali Sami Yen 0 - 1
09.11.2008 FB Şükrü Saracoğlu 4 - 1
12.04.2009 Ali Sami Yen 0 - 0
25.10.2009 FB Şükrü Saracoğlu 3 - 1
28.03.2010 Ali Sami Yen 1 - 0
24.10.2010 FB Şükrü Saracoğlu 0 - 0
18.03.2011 Türk Telekom Arena 2 - 1
07.12.2011 Türk Telekom Arena 1 - 3

5 Şubat 2012 Pazar

Kuzey Kore'de İnsan Hakları, Göç, Muhalifler



Kuzey Kore'de rejime ve Kim ailesine yapılan en küçük eleştiri bile ağır cezalara yol açabiliyor. İnsan Hakları raporlarına göre ülkede çok sayıda mahkum çalıştırma kampı, halka açık infazlar, etnik nedenlerden zorla kürtaj gibi uygulamalar var. Muhalifler ise herşeye rağmen dünyaya seslerini duyurmaya çalışıyor.

Kuzey Kore'de 60 yıla yakın bir dönemdir süren ve çok yakında üçüncü nesil bir Kim'e geçecek olan iktidar, muhalefet ve insan haklarıyla ilgili sorular getiriyor akla. Anayasaya göre çok partili bir sistem olsa da, pratikte tek parti egemenliğinde yürüyor. Kim ailesinin yönettiği Kore İçi Partisi (KİP) dışında Kore Sosyal Demokrat Partisi ve Çandoist (Çandogyocu) Çongu Partisi çok az delegeyle Yüce Halk Meclisinde yerini alıyor ancak etkinliklerini KİP'in kontrolünde sürdürüyor. Yani fiili bir muhalefet yok.

Muhalif gruplar ve video-aktivizm
Ülkedeki sivil muhalefet hakkında bilgi edinmekse oldukça zor. Son zamanlarda Kuzey Kore'den sızdırılan bazı videolar, ülke hakkındaki birçok iddiayı kanıtlıyor. Videolar arasında diğer ülkelerin gönderdiği insani yardım paketlerinin pazarda satılması, hükümet karşıtı afişler ve halka açık bir infazın görüntüleri var.

Hükümet karşıtı afişler, Gençlik Özgürlük Ligi (Freedom Youth League) imzalı. Videolarda Kim Jong Il resminin üzerinde sloganlar (ki bu resme zarar vermek büyük bir suç), üzerinde "Ordu öncelikli siyaset sayesinde insanlar açlıktan ölüyor. Pirinci sadece orduya vermeyin, halka vermekle başlayın" yazan afişler gözüküyor.

Videoları Japon kanallarına servis eden Park, Çinli bir müşterisinden aldığı bir kamerayı karton bir kutuya saklayarak videolar çekmeye başlamış ve görüntüleri aynı kişi aracılığıyla dışarı çıkarmış. Artık ülke dışında yaşıyor ve videolardan elde ettiği geliri Kuzey Kore'deki grubuna yolladığını söylüyor. Los Angeles Times'a "kamera bizim silahımız. Kuzey Kore'nin delinmez bir kale olduğu mitini yıkmak istedik. Amacımız dış dünyaya içeriden bilgi yayarak, rejimi yıkmak" diye konuşuyor.

Kuzey Kore'de yurtdışından yayın yapan radyoları dinlemek bile ağır bir şekilde cezalandırılıyor. KDHC otoriteleri yurtdışından sızan frekansları tespit edip engellemeye çalışırken, aktivistler Güney Kore'den yayın yapan "Radio Free Chosun", "Open Radio North Korea", "Radio Free North Korea" gibi radyo istasyonları aracılığıyla bu sansürü kırmaya çalışıyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RWB), Kuzey Kore'de bağımsız yayınların desteklenmesi için yürüttüğü kampanya dahilinde bu radyoların fonlanmasına katkıda bulunuyor.

İnsan hakları meselesi
Peki mahkumlara ne oluyor? KDHC, uluslararası insan hakları örgütlerine rapor vermeyi ve ülkedeki infazlar, insan hakları ihlalleri ve mahkum çalıştırma kamplarının varlığına yönelik suçlamaları reddediyor.

Ülkedeki siyasi mahkumlarla ilgili sorudan gülerek uzaklaşmayı tercih eden rehberimiz Lee'ye akıl hastanelerini ve hapishaneleri soruyoruz, belki ilk sorunun cevabını dolaylı yoldan öğrenebiliriz diye. Ama Lee bize akıl hastalıklarını anlatıyor uzun uzun. Hapishanelerle ilgili de çok net birşey alamıyoruz ağzından. Cinayetin hiç olmadığını, nadiren de yankesicilik gibi suçlarla karşılaştıklarını söylüyor.

Lee'nin ağzından birşey alamasak da, uluslararası örgütlerin Kuzey Kore'de insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda mültecilerle yaptıkları görüşmelere dayanarak hazırladığı raporlardan, ülkede "siyasi suç" kavramının oldukça geniş bir tanımı olduğu anlaşılıyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu raporuna göre Kuzey Kore'de düşünce, inanç, ve ifade özgürlüğüne ciddi kısıtlamalar, çok sayıda mahkum çalıştırma kampı, siyasi mahkumlara işkence ve ölüm cezaları, zorla evlendirme, etnik nedenlerden zorla kürtaj gibi uygulamalar mevcut. Yaklaşık 200 bin kişinin kamplarda mahkum edildiği tahmin ediliyor.

2008 verilerine göre Güney Kore'de 15bin Kuzey Koreli mülteci var. Mülteciler Kim Jong Il'e yapılan en küçük eleştirinin bile ölüm cezasına ya da hapis cezasına yol açtığını anlatıyor. Güney Kore sınırı çok sıkı bir şekilde korunduğundan, göçmenler zun bir sınır bölgesi olan Çin'e geçip buradan diğer sınır ülkelere ya da yabancı büyükelçilik binalarına sığınmaya çalışıyor. Yakalandıklarındaysa Kuzey Kore'ye geri gönderiliyor ve çalışma kamplarına yerleştiriliyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne (HRW) konuşan göçmenler geri gönderilmeyenlerin de Çin'de insanlık dışı koşullarda çalıştığı ve yaşadığını, kadınların çocuklarından ayrılıp zorla seks işçisi olarak çalıştırıldığını ve ya evlendirildiğini söylüyor[1]. Çin'de gizlice yaşamını sürdürmeye çalışan 250 bin Kuzey Koreli olduğu tahmin ediliyor.

Mahkum çalıştırma kampları
Ülkedeki kamplarla ilgili ilk bilgiler, Kim Il Sung'un eserlerini çevirmesi için görevlendirilen ve daha sonra casusluk suçlamasıyla kampa gönderilen bir Venezuela ve bir Fransa vatandaşının, Ali Lamada ve Jacques Sedillot, yedi sene sonra serbest kalmasının ardından uluslararası kamuoyuna sızıyor. (Sedillot, ülkesine dönemeden kampta edindiği hastalıklar ve yaralar nedeniyle Pyongyang'da ölüyor.)

Kuzey Kore'deki kamplarından eski bir siyasi tutuklu olan Jung, RWB'ye kampların müebbet mahkumların tutulduğu "tam kontrol bölgesi" ve serbest kalma ihtimali olan mahkumların tutulduğu "yeniden eğitim bölgesi" (re-education) olarak ikiye ayrıldığını anlatıyor. Tutuklular arasında işçiler, askerler, yazarlar, öğrenciler, iş adamları, hatta görev için gönderildiği ülkelerde Güney Korelilerle görüştüğü için tutuklanan diplomatlar var.

"Kampta gazeteciler de var" diyor Jung, "entellektüellerin bilgiye ulaşımı ve dış dünyayla bağlantıları olduğu için rejimi ilk eleştiren de onlar oluyor." Kampta kaldığı dönemde muhalif bir gazetecinin öldürüldüğünü bildiriyor.

Yine göçmenlerle yapılan görüşmelere göre, Kuzey Kore'de siyasi mahkumların aileleri de bir aile üyesinin işlediği suç nedeniyle üç nesil cezalandırılıp kamplarda mahkum ediliyor. Bu nedenle göçmenler gazeteciler ve insan hakları örgütleriyle yaptıkları görüşmelerde kimliklerinin gizli kalmasını istiyorlar. İktidar nesilden nesile geçince, karşıt siyasi görüşlerin de aynı şekilde yayılacağı öngörülüyor ve buna karşı tüm tedbirler alınıyor.

Kaçmayı başaran mahkumlar, bir kampta senede ortalama 200 kişinin açlık, soğuk ve ya iş kazalarında öldüğünü anlatıyor. Kamplardaki mahkumlar günde 12 saat boyunca ağır işlerde çalıştırılıyor. Herhangi bir başkaldırı ya da eleştiri halka açık infazlarla sonuçlanabiliyor.

Kuzey Koreli mültecilerin ağzından "Gizli Gulag"
Amerika'da çeşitli STKların temsilcileri ve araştırmacılardan oluşan Kuzey Kore'de İnsan Hakları Komitesi'nin hazırladığı mahkum kamplarıyla ilgili detaylı bilgilerin olduğu "Gizli Gulag" adlı raporda[2], kamplarda yaşananların hala Lamada'nın anlattıklarından pek farklı olmadığı belirtiliyor.

Görüşme yapılanlar arasında dedesi siyasi mahkum olduğu için çocuk yaşta tutuklanıp kaçmayı başarana kadar orada kalmış insanlar, evinde Güney Kore pop şarkıları söylediği için "sosyalist düzeni bozmaktan" tutuklanan bir kadın, Çin'de yakalanıp kamplarda yıllarca ağır işkencelerden geçtikten sonra tekrar kaçmayı başaran asker ve diplomatlar, ve daha onlarca hayat hikayesi var. Raporda kampların uydu görüntüleri de yer alıyor.



Seoul Treni
Tüm bunlar yaşanırken Çin, Moğolistan, Sibirya ve Güney Koreli aktivistler de, sınırı geçmeyi başarabilen Kuzey Korelileri iltica hakkına erişebilecekleri güvenli bölgelere ulaştırmak için çalışıyor. Newsweek'e konuşan[3], Sibiryalı bir aktivist, sayılarının daha çok olduğunu ancak güvenlik nedeniyle iletişime geçmediklerini anlatıyor.

Underground Railroad (Yeraltı Demiryolu, UR) ise çokuluslu bir aktivist ağı. Kuzey Koreli mültecilere kalabilecekleri güvenli evler, yiyecek, para ve ulaşım yardımı yapıyor, kaçıs yollarını, hatta Güney Koreli bir turist gibi davranarak onlardan şüphelenen güvenlik görevlilerini nasıl atlatacaklarını öğreterek, Çin'den Moğolistan, Burma, Laos, Vietnam ve Güney Kore'ye kaçmalarına yardım ediyor.

Bu mücadele, Seoul Train adlı bol ödüllü bir belgeselde anlatılıyor. Film UR aktivistleri, göçmenler, araştırmacılar ve BM otoritelerle yapılan röportajlar Çin-Kore sınırında ve büyükelçilik kapılarında çoğu zaman çekilmiş görüntüler aracılığıyla bu meseleyi her yönüyle ele almaya çalışıyor.

"Hayal kurmuyorum, hayat bu"
Seyahatimizin son gecesinde, ilk defa rehberlerimiz bizimle aynı masada yemek yiyor. Genç Lee yanıma oturuyor, nihayet biraz sohbet edebiliyoruz. En çok hangi ülkeye gitmek istiyorsun diye soruyorum. "Britanya" diyor. Başka diyorum, "öyle bir imkanım yok. İngilizce öğrendiğimden oraya gitmek için devletten izin alabilirim. Biliyorsun, seyahat etmemize izin verilmiyor."

Hiç mi hayal kurmuyorsun bu konuda, izin verilseydi nereleri görmek isterdin, diye sorduğumdaysa, cevabı ülkedeki yaşam tarzını özetler nitelikte: "Hayal kurmamaya çalışıyorum, çünkü hayat böyle. Gerçekçi düşünmek lazım."(ÇT)


--------------------------------------------------------------------------------

Juche Felsefesi ve Kim Ailesi İktidarı



Kuzey Kore'de sosyalizm Kim kültüne bağlı yaşatılıyor. "Ebedi lider" Kim Il Sung, başka kimseye güvenemeyeceğini söylerek iktidarı oğlu Kim Jong Il' bırakmış. O da aynı şekilde kendi oğlu Kim Jong Un'a bırakmaya hazırlanıyor.

Güney Kore'yde bol bol tapınak gezip, budizmden (ve bazen hristiyanlıktan) bahsederken, Kuzey'de sadece Kim ll Sung ve onun KDHC için yaptıklarından bahsediyoruz. Savaşlarda tamamen yerle bir olmuş bu ülkeyi Kim Il Sung sıfırdan inşa ettiği için hayatın her alanında etkisi hissediliyor. Güney'deki budistler tapınaklara girerken eğiliyor, Kuzey'de de insanlar Kim Il Sung'un önünde eğilip saygılarını sunuyorlar.

Rehberimiz O'ya (rehberlerimizden birinin adı O) niye hiç tapınak görmediğimizi soruyorum. "Din çok yaygın birşey değil" diyor, "ben inanmıyorum". Hiç mi yok inanan, olmaz öyle şey, diyorum. "Sadece yaşlılar dine önem veriyor artık. Gençler de böyle şeyleri düşünmüyor."

Din meselesi ve Çandogyo
Kuzey Kore'de yaygın olmasa da Budizm, Konfüçyüsçülük, Şamanizm, Hristiyanlık ve Çandogyo inançları mevcut. Hristiyanlık bu ülkeye 18. ve 19. yüzyılda Katolik ve Protestan misyonerlerle gelmiş ve 2. Dünya Savaşı'nda sınır dışı edilmeleriyle etkisini kaybetmiş. Yine de seyahat boyunca gördüğümüz dinle ilişkili tek bina, Pyongyang'dan yükselen, siyah ve oldukça görkemli bir katedral oluyor.

"İnsan ve tanrı birdir" ilkesine dayanan Çandogyo ise ahlak prensiplerini Konfüçyüsçülükten, ritüellerini Budizm ve Şamanizmden, monoteizm ilkesini de Hristiyanlıktan alan Kore'ye özgü bir din. Öbür dünyaya yatırım yapmak yerine, bu dünyaya adalet ve barış getirmek olan ve toplumdaki eşitsizliklere karşı çıkan doktirinleri bağlamında devrimci bir potansiyel taşıyan bu din 1894'teki büyük köylü ayaklanmasından Japonya savaşına Kuzey Kore'nin bağımsızlık hareketinde önemli bir rol oynuyor. 2005 senesinin resmi verilerine göre nüfusun yüzde 12'sinin inandığı Çandogyo, Kuzey Kore'deki en büyük din olarak kabul ediliyor.

Anayasada garantiye alınan din özgürlüğü pratikte ciddi engellerle karşılaşsa da Çandoistler için bazı ayrıcalıklar mevcut. Bu Çandogyo'nun ülke tarihindeki öneminden kaynaklanıyor. Anayasada da dini özgürlükler "kimsenin dini yabancı kuvvetlere katılmak ya da devlet ve sosyal düzeni sarsmak için bir mazeret olarak kullanmaması gerektiği" belirtilerek veriliyor (68.madde).

Juche felsefesiKuzey Kore'de kitlesel bir dini inanış yok. Maneviyat Juche felsefesi üzerine kurulu. Kim Il Sung'un oluşturduğu, Marksist temellere dayalı bu felsefe "insanın kendisinin ve kaderinin efendisi olması" anlamına geliyor. Buna göre insan, "onu diğer varlıklardan ayıran yaratıcılık, akıl ve bağımsızlık özellikleri sayesinde kendini geliştirir, öğrenir ve hep ilerler. İnsan içgüdülerinin ötesinde, sadece eğitim, tartışma ve yaratıcılık deneyimleri sayesinde ilerleyebilir."

Juche, Kuzey Kore'de hem bir yaşam felsefesi, hem de resmi ideoloji. Bu ikisi zaten paralel gidiyor. Kim Il Sung 1965'te yaptığı bir konuşmada Juche'yi siyaset, ekonomi ve savunma alanlarında bağımsızlık ve kendi kendine sürdürülebilirlik olarak[1] anlatıyor. Rehberimiz Lee de Juche'yi "insanı merkeze koyan bir sosyalizmin inşası" olarak tanımlıyor. Juche, ülkenin yönetim felsefesi olarak da anayasanın üçüncü maddesinde[2] yerini buluyor.

Sürekli Kim Il Sung ve Juche sosyalizmininin emperyalist güçleri nasıl alt ettiğinin anlatılmasına rağmen, seyahatimiz boyunca Marx, Engels, Lenin, Stalin ya da Mao'nun ismini hiç duymamamız da hayrete düşürüyor bizi. Kore İşçi Partisi binasının üzerinde Marx ve Lenin'in resimlerini görünce hemen fotoğraf makinelerimize sarılıyoruz.

Pyongyang'da, 150 metrelik beton bir kulenin tepesindeki 20 metrelik kırmızı metal bir alevden oluşan bir de Juche Anıtı bulunuyor. Anıtın girişinde Fransa, Madagaskar, Malta, Kıbrıs, Pakistan, İsviçre gibi ülkelerdeki Juche Fikri Enstitülerine ait plaketler sergileniyor. Ayrıca 1982'de yani Kim Il Sung 70. yaşındayken dikilen bu anıtın iki yanında bu güne atfedilen 70'şer basamak var.
Kim ailesinin iktidarı
Kuzey Kore'de anıtlar, mozaikler dışında da Kim Il Sung her yerde. Hayattayken köyleri, tarlaları, barajları, okulları, fabrikaları, inşaatları ziyaret ederek toplumsal yaşamı yakından izlemiş. Her yılbaşında binlerce çocuğun okul sonrası aktivite ve eğitimlere katıldığı Çocuk Sarayı'na gidip, çocuklarla dans edermiş. İnşaatlarda çalışan askeri personel ve gönüllü taburları ziyaret etmiş. Gittiği her yere ziyaretinin tarihi ve orada yaptığı konuşmadan alıntıların bulunduğu panolar konulmuş.

Doğduğu evin etrafına büyük bir park inşa edilmiş ve hergün yüzlerce Koreli tarafından ziyaret ediliyor. Doğduğu güne dair efsaneler de var tabi; doğduğu an gökyüzünde iki gökkuşağı ve parlayan bir yıldız görülmüş ve doğum haberi hızla yayılmış. KDHC'nin kuruluş tarihi (ay ve gün olarak) Kim Il Sung'un doğum günüyle belirlenmiş.

Halkın Kim Il Sung'a karşı hislerinin, şu an devlet başkanı olan oğlu Kim Jong Il'a karşı olandan daha güçlü olduğu hissediliyor. Ama aynı saygı ve ilahlaştırma onun için de geçerli. O da mozaik panolar ve heykellerle ülkenin her yerinde. Hatta birçok yerde baba-oğul birlikte resmediliyorlar.

Sosyalizm gibi bir ideolojinin, bu kadar güçlü bir kişi kültüyle ve babadan oğula geçerek yaşatılması oldukça düşündürücü bir olgu. Kim Il Sung 46 yıl süren iktidarını oğluna devretmesini, başka kimseye güvenemeyeceğini söyleyerek açıklamış ve böylece herediter bir sistemin de yolunu açmış. Oğlu Kim Jong Il'de bu sistemi devam ettirmeye karar vermiş gibi gözüküyor. 2010 senesinde yapılan açıklamayla bir sonraki devlet başkanının Kim Jong Il'in küçük oğlu Kim Jong Un olacağı ilan edildi.

"Babam da herediter sisteme karşı"
Kim Jong Il'in diğer oğlu Kim Jong Nam Çin'de yaşıyor. Söylentilere göre kardeşiyle olan iktidar mücadelesini kaybettikten sonra babası tarafından Kore'den uzaklaştırılmış. Ancak 2009'da bir Japon kanalında yayınlanan, Kim Jong Nam olduğu "düşünülen" bir kişiyle yapılan tv röportajında, söylenenleri medyadan duyduğunu, bunların kesinlikle gerçeği yansıtmadığını dile getiriyor.

2011 Ocak ayında Tokyo Shimbun adlı bir gazeteye verdiği yazılı röportajda Kim Jong Nam, "herediter sistem sosyalizmle uyuşmuyor. Babam da buna karşıydı" diye konuşuyor, "bence bu ülkenin istikrarını sağlamak için yapıldı." Başka bir röportajda da "bunu yapmasını gerektirecek iç meseleler olduğunu sanıyorum. Eğer böyle bir durum varsa buna riayet etmeliyiz" diye açıklıyor durumu. Kuzey Kore'nin reformlara ve açılıma yoğunlaşması gerektiğini, böyle giderse ekonomik bir güç haline gelemeyeceğini düşündüğünü de sözlerine ekliyor.

Kim Il Sung, ölümünden dört yıl sonra, Kuzey Kore Halk Meclisi tarafından "Ebedi Lider" ilan edilmiş. Yani hala görevinin ve halkının başında aslında. Oğlu ve torunları da onun dünyadaki aracıları gibi. Rehberimiz Faruk Pekin, Kim ailesinin kültleştirilmesinin, hiçbir muhalefetle karşılaşmadan egemenliğini sürdürmesini sağlayan bir propoganda sisteminin bir parçası olarak da algılanabileceğini belirtiyor.

Koreli rehberlerimize ülkenin sosyal yaşamı, siyasi tablosu, dış ilişkileri, Güney Kore'yle birleşmesi gibi konularda sorduğumuz soruları Kim Il Sung'dan alıntılarla yanıtlıyorlar. Kitapçıda O'ya bana buradaki kitaplar arasından hangisini tavsiye edeceğini soruyorum, Kim Il Sung'un üç ciltlik anılarını gösteriyor. Halk Kim Il Sung'a ve ardında bıraktığı mirasa güveniyor ve bunu onurlandırmak hayatlarının bir parçası.

Peki Kuzey Kore'de hiç muhalif yok mu?(ÇT/HK)

Kuzey Kore'de Yaşam Pratikleri



Kuzey Kore'de özel mülkiyet yok. Ekonomi sanayi ve tarıma dayanıyor. İşçiler her sabah marşlar eşliğinde fabrikalara ve inşaatlara gidiyor. Haftada bir gün tatil yapılıyor. Eğlenmeye zamanları yok Kuzey Korelilerin.

Kuzey Kore'nin başkenti olan Pyongyang'ın kelime anlamı "düzlük ve barışçıl bölge". Bu dümdüz şehirde binalar, anıtlar, mozaik panolar, caddeler, üst geçitler, her şey çok büyük boyutlarda inşa edilmiş. Bomboş ve görkemli caddelerin etrafları yeşillendirilmiş. Yol kenarlarında her daim yabani otları toplayan insanlar var.

Yerel parayı yabancıların kullanması yasak. Eskiden Küba'da olduğu gibi yabancıların kullanımına yönelik bir para birimi varmış ama bu sistem bırakılmış. Yabancıların erişebildiği her yerde Dolar ya da Avro geçiyor. Küçük dükkanlardan ya da marketlerden alışveriş yaptığınızda para üstü almak da hiç problem olmuyor. Tabi bu durum yabancıların gittiği yerlerin önceden belirlenmiş ve oldukça sınırlı olmasından kaynaklanıyor.

Günlük hayat
Sanayileşmenin sonucunda halkın ortalama yüzde 60'ı şehirlerde yaşamaya başlamış. Rehberimiz Lee eskiden nüfusun yüzde 60'ı tarımla uğraşırken, "Kurtuluştan" sonra bu oranın yüzde 30'a düştüğünü söylüyor. Şehir içindeki evler, çok katlı, bitişik eski beton binalardan oluşuyor. Özel mülkiyet kavramı olmadığı için, insanlar kendi evlerini de inşa edemiyor. Evleri, devlet dağıtıyor.

Yeni evli çiftler için olan en küçük evler 30-50m2. Çiftler çocukları olduğunda tekrar başvuru yapıyor ve işyerlerinin ya da ailelerinin yakınında bir bölgede oturmayı talep edebiliyor. En büyük evler 150 m2. Vergi veya kira bedeli yok. Sadece ayda 5 Avro civarında bir kullanım bedeli ödeniyor. İki çocuğu, kocası ve annesiyle birlikte yaşayan rehberimiz Lee, 136 m2'lik bir evde oturduğunu ve kullanım bedelinin en yüksek olduğu kış aylarında 7 Avro ödediğini söylüyor.

Ancak tek başınıza bir eve çıkamıyorsunuz. Herkes ailesiyle yaşıyor. Bekarlar, ebeveynleri ve ya kardeşlerinin evinde kalmak zorunda. "Ailelerinden ayrı yaşamayı denemek isteyen gençler için yurtlar var" diyor Lee.

Tabi bu kurallar halk kitleleri için geçerli, ayrıcalıklı elitler için değil. "Devlet, ünlü oyunculara ve başarılı sporculara büyük evler tahsis ediyor. Ayrıca araba ve her ay ücretsiz benzin de veriyorlar" diye açıklıyor Lee. Bir de bazı İşçi Partisi üyeleri araba edinebiliyor.

En çok araba gördüğümüz yer Pyongyang. Yine de sokaklarda gerçekten çok az araba var. Pyongyang dışındaysa sadece askeri araçlar ve işçi ya da yük taşıyan kamyonlar var. Zaten seyahat özgürlüğü çok kısıtlı olan halk genellikle yürüyor ya da bisiklet kullanıyor. Kuzey Kore'yle ilgili 2000'lerin başında yazılan yazılarda hiç bisiklet olmadığı belirtiliyor ama son yıllarda Çin'de üretilen ve 30 Avro'ya satılan bisikletler, yaygın bir şekilde kullanılıyor. Birkaç seneye motosikletin de yaygınlaşacağını düşündürüyor bu bize.

Ayrıca Pyongyang'da metro ve troleybus de mevcut. Metro durakları dev avizeler ve duvarlardaki mozaiklerle Moskova metrosuna benzetilmiş. Troleybüsler eski ve paslı.

Evlilik ve boşanma
Evlilik yaşı son yıllarda kızlarda 26-28, erkeklerde 30-33'e yükselmiş. "Artık evleneceğimiz kişiyi seçme konusunda daha özgür olduğumuzu söyleyebilirim" diyor Lee, "çiftler mutlu olunca gelecek de daha parlak oluyor."

Evlilikle soyadı değişikliği olmuyor. Bunun yerine kimlik numaraları değişiyor. Boşanmaysa çok az. Yine de tüm yurttaşların boşanma hakkına sahip olduğunu belirtiyor Lee, "boşanma genellikle kadının çocuk doğuramadığında ya da eşlerden biri delirdiğinde oluyor." Boşanınca ev çocukların velayetini alan eşe kalıyor. Bu karar çocuklara bırakılıyor. Diğer eş başka bir aile üyesinin evine yerleşiyor.

Çalışma hayatı ve eğitim
Kuzey Kore'de kadın-erkek herkes haftada altı gün çalışıyor. Ortalama bir devlet maaşı 100-200 Avro. En yüksek maaş da 400 Avro. Lee, en yüksek maaşları başarılı profesörlerin ve tıp doktorlarının aldığını söylüyor. Başarı, derecelendirme sistemiyle ölçülüyor ve doktorlar kadar tarlalarda çalışanlar için de geçerli. Emeklilik yaşı ise kadınlarda 55, erkeklerde 60. Emeklilikte devlet maaşın yüzde 60'ını ödüyor.

Pyongyang'daki Kim Il Sung Üniversitesi ülkenin en önemli eğitim merkezi. Öğrenciler yabancı dil eğitiminde eskiden İngilizce ve Rusça dersi alırken, artık İngilizce ve Çince öğreniyor. Lee'ye üniversitede en çok tercih edilen bölümleri soruyorum. Erkeklerin mühendislik, kadınların tıp tercih ettiklerini söylüyor. Üniversite öğrencilerinin lacivert bir üniforması var. Eğitim tabiki tamamen ücretsiz. Son yıllarda devlet bazı öğrencileri yurtdışına eğitime göndermeye başlamış. Ayrıca parası olan aileler çocuklarını Çin'e okumaya gönderebiliyor.

Lee, erkeklerin 11 yıllık zorunlu eğitimin ardından ya üniversiteye gittiklerini, ya çalışmaya başladıklarını ya da üç-beş seneliğine "askeri deneyim kazanmak" için orduya katıldıklarını söylüyor. Bunun zorunlu olup olmadığını sorduğumda kesinlikle olmadığını söylese de tüm kaynaklar askerliğin zorunlu olduğunu yazıyor.

Gönüllü iş gücü
Sabahın erken saatlerinde dışarıdan gelen seslerle uyanıyorum. Camdan baktığımda görüyorum ki en önde kırmızı bir bayrak, sıra sıra gönüllü taburlar marşlar söyleyerek işe gidiyor. Öğrenciler ve bir kısım askeri personel, gönüllülük esasıyla fabrikalarda ve inşaatlarda çalışıyor her gün.

Tarlalarda, inşaatlarda çok sayıda kırmızı bayrak görüyoruz. Bir alanda bayrak dikiliyse orada çalışma olduğu anlamına geliyor. Tıpkı Güney Koreliler gibi Kuzey Koreliler de inşaat sektörleriyle çok övünüyorlar. Gördüğümüz her yapının kaç senede tamamlandığıyla ilgili bilgi veriyor rehberler. Çalışanların fotoğrafını çekince Lee rahatsız oluyor, "yabancılar bu fotoğrafları çekip ülkelerinde gösterince, insanlar ülkemizin fakir olduğunu düşünüyor. Ama durum böyle değil. Biz diğer ülkelerde makinalarla yapılan işleri, iş gücüyle yapmayı tercih ediyoruz."

Metro merdivenlerinde bile küçük hoparlörlerden marşlar yayınlanıyor. Lee marşların ve bayrakların çalışanları motive ettiğini anlatıyor.

Medya ve sansür
Kuzey Kore'de bir yabancı gazeteci tabusu var. Çok meraklı gözükmeniz bile rehberleri rahatsız ediyor. Bunu takiben ulusal medyada tamamen devlet güdümlü. TV'de devlete bağlı iki kanal var ve 17-23 saatleri arasında bant yayını yapıyor. Biri haberler ve filmler diğeri de kültürel programlar yayınlıyor.

İnternet yerine intranet sistemi yani bir mail kutusu ve izinli sitelere erişilebilen ülke içi bir ağ kullanılıyor. Kütüphaneler, okullar ve başkentteki birkaç kafeden intranete erişilebiliyor. Yabancı filmler ve müzikler de yasak. Böylece kültürel emperyalizmin önüne geçiyorlar.

Bu, interneti hiç kimsenin kullanamadığı anlamına gelmiyor tabi. 2010'da İşçi Partisi'nin 65. yıldönümü kutlamalarına çağırılan yabancı gazetecilerin otelden internet erişimine izin verilmesinin yanısıra, 2007'de Kuzey Kore'den alınan ve şimdiye kadar kullanılmayan bin IP adresinin 2011 yılında etkin olması, ülkede internet erişimi olan elitler olduğunu gösteriyor.

Gazeteler de bir propoganda aracı olarak kullanılıyor. Yerel halkın okuduğu gazeteleri anlayamadığımız için bulduğum tüm İngilizce gazete ve dergileri topluyorum. Kim Jong Il'in Rusya'da olduğu bir döneme denk geldiğimiz için haftalık The Pyongyang Times gazetesi Rusya-KDHC görüşmeleriyla ilgili haberler veriyor. Gazete bir parti bülteni gibi.

Korea Today dergisi ise 2011 tarihli olsa da içinde güncel olmayan ama ülkenin ideolojisini anlatan haberler ve makaleler yer alıyor. "Kore Gençleriyle Gurur Duyuyor", "Genç Bir İnşaatçının Günlükleri", "Doğuştan Çiftçi", "KDHC'nin gücünün kaynağı: Kim Jong Il'in cesareti" gibi başlıklar göze çarpıyor. Derginin son sayfalarındaki bir makale ise, kitle iletişim araçlarının sakıncalarını ve bu sayede emperyalizm propogandasının Batı dünyasında nasıl yayıldığını anlatıyor.

Sosyal yaşam

22 yaşındaki stajyer rehberimize sosyal hayatta ne yaptıklarını soruyorum. Zaten boş zamanları olmadığını, olduğunda da aileleriyle vakit geçirdiklerini söylüyor. Çok az bar olduğunu, buralara sadece erkeklerin gittiğini, kadınların zaten içki içmediklerini anlatıyor.

Bu cevaptan tatmin olmuyor ve Lee'ye hafta sonları ne yapıyorsunuz diyoruz. "Zaten hafta sonları yok" diyor o da, "tek tatil günü olan pazar günü de kadınlar ev işlerini yetiştirmeye çalışıyor, erkeklerse arkadaşlarıyla saki içiyor. Ardından ailece evde yemek yiyor ve sohbet ediyoruz."

Otelden çıkmamız yasak olduğu için geceleri şehir neye benziyor öğrenemiyoruz ama akşamüstü önünde yüzlerce insanın beklediği bir eğlence parkı görüyoruz. Pyongyanglıların işten sonra bu parka geldiğini söyleyen Lee, kendisine yöneltilen "Pyongyang'da gece hayatı nasıl" sorusuna ise uzun süre gülüyor.

Arirang ve Birleşik Kore hayali
KUZEY KORE İZLENİMLERİ IIIKuzey Kore'de Yaşam Pratikleri
Kuzey Kore'de özel mülkiyet yok. Ekonomi sanayi ve tarıma dayanıyor. İşçiler her sabah marşlar eşliğinde fabrikalara ve inşaatlara gidiyor. Haftada bir gün tatil yapılıyor. Eğlenmeye zamanları yok Kuzey Korelilerin.

Çiçek TAHAOĞLU cicek@bianet.org Pyongyang - BİA Haber Merkezi19 Eylül 2011, Pazartesi BU HABERİN UZANTILARI
KUZEY KORE İZLENİMLERİ II: Kim Il Sung Kültü
KUZEY KORE İZLENİMLERİ IV: Juche Felsefesi ve Kim Ailesi İktidarı


*Fotoğraf galerisi için tıklayın.

Kuzey Kore'nin başkenti olan Pyongyang'ın kelime anlamı "düzlük ve barışçıl bölge". Bu dümdüz şehirde binalar, anıtlar, mozaik panolar, caddeler, üst geçitler, her şey çok büyük boyutlarda inşa edilmiş. Bomboş ve görkemli caddelerin etrafları yeşillendirilmiş. Yol kenarlarında her daim yabani otları toplayan insanlar var.

Yerel parayı yabancıların kullanması yasak. Eskiden Küba'da olduğu gibi yabancıların kullanımına yönelik bir para birimi varmış ama bu sistem bırakılmış. Yabancıların erişebildiği her yerde Dolar ya da Avro geçiyor. Küçük dükkanlardan ya da marketlerden alışveriş yaptığınızda para üstü almak da hiç problem olmuyor. Tabi bu durum yabancıların gittiği yerlerin önceden belirlenmiş ve oldukça sınırlı olmasından kaynaklanıyor.

Günlük hayat
Sanayileşmenin sonucunda halkın ortalama yüzde 60'ı şehirlerde yaşamaya başlamış. Rehberimiz Lee eskiden nüfusun yüzde 60'ı tarımla uğraşırken, "Kurtuluştan" sonra bu oranın yüzde 30'a düştüğünü söylüyor. Şehir içindeki evler, çok katlı, bitişik eski beton binalardan oluşuyor. Özel mülkiyet kavramı olmadığı için, insanlar kendi evlerini de inşa edemiyor. Evleri, devlet dağıtıyor.

Yeni evli çiftler için olan en küçük evler 30-50m2. Çiftler çocukları olduğunda tekrar başvuru yapıyor ve işyerlerinin ya da ailelerinin yakınında bir bölgede oturmayı talep edebiliyor. En büyük evler 150 m2. Vergi veya kira bedeli yok. Sadece ayda 5 Avro civarında bir kullanım bedeli ödeniyor. İki çocuğu, kocası ve annesiyle birlikte yaşayan rehberimiz Lee, 136 m2'lik bir evde oturduğunu ve kullanım bedelinin en yüksek olduğu kış aylarında 7 Avro ödediğini söylüyor.

Ancak tek başınıza bir eve çıkamıyorsunuz. Herkes ailesiyle yaşıyor. Bekarlar, ebeveynleri ve ya kardeşlerinin evinde kalmak zorunda. "Ailelerinden ayrı yaşamayı denemek isteyen gençler için yurtlar var" diyor Lee.

Tabi bu kurallar halk kitleleri için geçerli, ayrıcalıklı elitler için değil. "Devlet, ünlü oyunculara ve başarılı sporculara büyük evler tahsis ediyor. Ayrıca araba ve her ay ücretsiz benzin de veriyorlar" diye açıklıyor Lee. Bir de bazı İşçi Partisi üyeleri araba edinebiliyor.

En çok araba gördüğümüz yer Pyongyang. Yine de sokaklarda gerçekten çok az araba var. Pyongyang dışındaysa sadece askeri araçlar ve işçi ya da yük taşıyan kamyonlar var. Zaten seyahat özgürlüğü çok kısıtlı olan halk genellikle yürüyor ya da bisiklet kullanıyor. Kuzey Kore'yle ilgili 2000'lerin başında yazılan yazılarda hiç bisiklet olmadığı belirtiliyor ama son yıllarda Çin'de üretilen ve 30 Avro'ya satılan bisikletler, yaygın bir şekilde kullanılıyor. Birkaç seneye motosikletin de yaygınlaşacağını düşündürüyor bu bize.

Ayrıca Pyongyang'da metro ve troleybus de mevcut. Metro durakları dev avizeler ve duvarlardaki mozaiklerle Moskova metrosuna benzetilmiş. Troleybüsler eski ve paslı.

Evlilik ve boşanma
Evlilik yaşı son yıllarda kızlarda 26-28, erkeklerde 30-33'e yükselmiş. "Artık evleneceğimiz kişiyi seçme konusunda daha özgür olduğumuzu söyleyebilirim" diyor Lee, "çiftler mutlu olunca gelecek de daha parlak oluyor."

Evlilikle soyadı değişikliği olmuyor. Bunun yerine kimlik numaraları değişiyor. Boşanmaysa çok az. Yine de tüm yurttaşların boşanma hakkına sahip olduğunu belirtiyor Lee, "boşanma genellikle kadının çocuk doğuramadığında ya da eşlerden biri delirdiğinde oluyor." Boşanınca ev çocukların velayetini alan eşe kalıyor. Bu karar çocuklara bırakılıyor. Diğer eş başka bir aile üyesinin evine yerleşiyor.

Çalışma hayatı ve eğitim
Kuzey Kore'de kadın-erkek herkes haftada altı gün çalışıyor. Ortalama bir devlet maaşı 100-200 Avro. En yüksek maaş da 400 Avro. Lee, en yüksek maaşları başarılı profesörlerin ve tıp doktorlarının aldığını söylüyor. Başarı, derecelendirme sistemiyle ölçülüyor ve doktorlar kadar tarlalarda çalışanlar için de geçerli. Emeklilik yaşı ise kadınlarda 55, erkeklerde 60. Emeklilikte devlet maaşın yüzde 60'ını ödüyor.

Pyongyang'daki Kim Il Sung Üniversitesi ülkenin en önemli eğitim merkezi. Öğrenciler yabancı dil eğitiminde eskiden İngilizce ve Rusça dersi alırken, artık İngilizce ve Çince öğreniyor. Lee'ye üniversitede en çok tercih edilen bölümleri soruyorum. Erkeklerin mühendislik, kadınların tıp tercih ettiklerini söylüyor. Üniversite öğrencilerinin lacivert bir üniforması var. Eğitim tabiki tamamen ücretsiz. Son yıllarda devlet bazı öğrencileri yurtdışına eğitime göndermeye başlamış. Ayrıca parası olan aileler çocuklarını Çin'e okumaya gönderebiliyor.

Lee, erkeklerin 11 yıllık zorunlu eğitimin ardından ya üniversiteye gittiklerini, ya çalışmaya başladıklarını ya da üç-beş seneliğine "askeri deneyim kazanmak" için orduya katıldıklarını söylüyor. Bunun zorunlu olup olmadığını sorduğumda kesinlikle olmadığını söylese de tüm kaynaklar askerliğin zorunlu olduğunu yazıyor.

Gönüllü iş gücü



Sabahın erken saatlerinde dışarıdan gelen seslerle uyanıyorum. Camdan baktığımda görüyorum ki en önde kırmızı bir bayrak, sıra sıra gönüllü taburlar marşlar söyleyerek işe gidiyor. Öğrenciler ve bir kısım askeri personel, gönüllülük esasıyla fabrikalarda ve inşaatlarda çalışıyor her gün.

Tarlalarda, inşaatlarda çok sayıda kırmızı bayrak görüyoruz. Bir alanda bayrak dikiliyse orada çalışma olduğu anlamına geliyor. Tıpkı Güney Koreliler gibi Kuzey Koreliler de inşaat sektörleriyle çok övünüyorlar. Gördüğümüz her yapının kaç senede tamamlandığıyla ilgili bilgi veriyor rehberler. Çalışanların fotoğrafını çekince Lee rahatsız oluyor, "yabancılar bu fotoğrafları çekip ülkelerinde gösterince, insanlar ülkemizin fakir olduğunu düşünüyor. Ama durum böyle değil. Biz diğer ülkelerde makinalarla yapılan işleri, iş gücüyle yapmayı tercih ediyoruz."

Metro merdivenlerinde bile küçük hoparlörlerden marşlar yayınlanıyor. Lee marşların ve bayrakların çalışanları motive ettiğini anlatıyor.

Medya ve sansür
Kuzey Kore'de bir yabancı gazeteci tabusu var. Çok meraklı gözükmeniz bile rehberleri rahatsız ediyor. Bunu takiben ulusal medyada tamamen devlet güdümlü. TV'de devlete bağlı iki kanal var ve 17-23 saatleri arasında bant yayını yapıyor. Biri haberler ve filmler diğeri de kültürel programlar yayınlıyor.

İnternet yerine intranet sistemi yani bir mail kutusu ve izinli sitelere erişilebilen ülke içi bir ağ kullanılıyor. Kütüphaneler, okullar ve başkentteki birkaç kafeden intranete erişilebiliyor. Yabancı filmler ve müzikler de yasak. Böylece kültürel emperyalizmin önüne geçiyorlar.

Bu, interneti hiç kimsenin kullanamadığı anlamına gelmiyor tabi. 2010'da İşçi Partisi'nin 65. yıldönümü kutlamalarına çağırılan yabancı gazetecilerin otelden internet erişimine izin verilmesinin yanısıra, 2007'de Kuzey Kore'den alınan ve şimdiye kadar kullanılmayan bin IP adresinin 2011 yılında etkin olması, ülkede internet erişimi olan elitler olduğunu gösteriyor.

Gazeteler de bir propoganda aracı olarak kullanılıyor. Yerel halkın okuduğu gazeteleri anlayamadığımız için bulduğum tüm İngilizce gazete ve dergileri topluyorum. Kim Jong Il'in Rusya'da olduğu bir döneme denk geldiğimiz için haftalık The Pyongyang Times gazetesi Rusya-KDHC görüşmeleriyla ilgili haberler veriyor. Gazete bir parti bülteni gibi.

Korea Today dergisi ise 2011 tarihli olsa da içinde güncel olmayan ama ülkenin ideolojisini anlatan haberler ve makaleler yer alıyor. "Kore Gençleriyle Gurur Duyuyor", "Genç Bir İnşaatçının Günlükleri", "Doğuştan Çiftçi", "KDHC'nin gücünün kaynağı: Kim Jong Il'in cesareti" gibi başlıklar göze çarpıyor. Derginin son sayfalarındaki bir makale ise, kitle iletişim araçlarının sakıncalarını ve bu sayede emperyalizm propogandasının Batı dünyasında nasıl yayıldığını anlatıyor.

Sosyal yaşam

22 yaşındaki stajyer rehberimize sosyal hayatta ne yaptıklarını soruyorum. Zaten boş zamanları olmadığını, olduğunda da aileleriyle vakit geçirdiklerini söylüyor. Çok az bar olduğunu, buralara sadece erkeklerin gittiğini, kadınların zaten içki içmediklerini anlatıyor.

Bu cevaptan tatmin olmuyor ve Lee'ye hafta sonları ne yapıyorsunuz diyoruz. "Zaten hafta sonları yok" diyor o da, "tek tatil günü olan pazar günü de kadınlar ev işlerini yetiştirmeye çalışıyor, erkeklerse arkadaşlarıyla saki içiyor. Ardından ailece evde yemek yiyor ve sohbet ediyoruz."

Otelden çıkmamız yasak olduğu için geceleri şehir neye benziyor öğrenemiyoruz ama akşamüstü önünde yüzlerce insanın beklediği bir eğlence parkı görüyoruz. Pyongyanglıların işten sonra bu parka geldiğini söyleyen Lee, kendisine yöneltilen "Pyongyang'da gece hayatı nasıl" sorusuna ise uzun süre gülüyor.

Arirang ve Birleşik Kore hayali


Arirang ülkedeki en büyük etkinlik ve ulusal bir gurur kaynağı. Oldukça popüler olan bu gösteriyi dünyanın ve Kuzey Kore'nin heryerinden binlerce insan izlemeye geliyor. Bu nedenle Eylül'ün ilk haftası, Kuzey Kore'nin resmi turizm sezonu gibi.

Tam 100 bin gönüllü aylarca senede bir hafta sahnelenen bu gösteri için çalışıyor. Bir saat süren gösteriyi ağzımız açık izliyoruz. 20 bin kişi karşı tribünde ellerindeki kartonlarla 20 bin piksellik bir görüntü oluşturuyor diyebiliriz. 80 bin kişi ise stadın içinde dans ediyor.

Arirang aslında Kore'nin parçalanmasıyla ayrılmak zorunda iki sevgilinin hikayesi. Rirang, erkeğin adı. Yani kadın, sevgilisine "ah, Rirang" diye sesleniyor aslında. Bu aşk hikayesi Kore'nin en ünlü şarkısına ve bir de filme konu olmuş. Japonlara başkaldırının sembolü ve "Birleşik Kore"nin de şarkısı haline gelmiş.

Gösteri dikenli tellerle birbirinden ayrılan bir çiftin görüntüleriyle açılıyor. Her sahne Kore'nin tarihi dönüm noktalarını sembolize ediyor. Japon İşgali, Kim Il Sung'un doğuşunu sembolize eden gün doğumu, öğrenci direnişi, Kim Il Sung'un ülkeyi özgürleştirmek için yola çıkışı, Kim Jong Il'in doğduğu karlı gece, Pyongyang manzarasıyla 21. yüzyılın KDHC'si, ülkenin milli sporu olan tekvandoculardan oluşan bir ordu, akrobatlar, binlerce çocuk jimnastikçi, şarkıcılar ve Birleşik Kore umutları...

Gösteri, Kim Il Sung çiçeği olarak bilinen (bizdeki Atatürk çiçeği gibi) kırmızı çiçeklerin üzerinde bir dünya maketinin sahneye taşınmasıyla sona eriyor. (ÇT/HK)

Kim Il Sung Kültü




Kuzey Kore'deki her adımınızda Kim kültünü hissediyorsunuz. Halkın liderleriyle derin bir bağı var. Bu bağ anıtlar, mozaik panolar ve ritüeller aracılığıyla somutlaştırılmış. Aynı saygıyı yabancıların da göstermesi bekleniyor. Biz de Kim Il Sung'un mumyasının önünde eğilmek üzere anıtmezara gidiyoruz.

Pyongyang'a doğru yol alırken yerel rehberlerin bize söylediği ilk şey, "halkımızın, büyük liderimiz Kim Il Sung ve değerli liderimiz Kim Jong Il ile çok özel bir bağı vardır. Lütfen buna saygı gösterin ve üzerinde liderimizin resmi bulunan kağıtları buruşturup atmamak gibi konulara özen gösterin" oluyor.

Kim Il Sung kültünü Kuzey Kore'deki her adımınızda hissediyorsunuz. Şehirler ve köy meydanlarında devasa boyutlarda bronz heykeller, duvarlarda üzerinde Kim Il Sung ve Kim Jong Il'in resimleri olan dev mozaik çalışmaları, her binanın içinde tavana kadar yükselen tablolar, metro vagonlarında bile baba ve oğulun yanyana asılmış fotoğraflarını görüyoruz. Ayrıca sokaklarda ve tarlalarda çalışanları motive etmesi için üzerinde kırmızı karakterlerle Kim Il Sung'un sözlerinin yazılı olduğu büyük taş plakalar var. Öyle bir kült ki, üniversitelerde sadece Kim Il Sung ve Kim Jong Il'in sözlerinin ve makalelerinin araştırılmasına yönelik bir bölüm bile var.

Kim Il Sung'a saygı
Kuzey Kore'ye gelen ziyaretçilerin de Kim Il Sung'a saygısını göstermesi gerekiyor. Pyongyang'da bulunan Mansude Anıtı ziyareti, tur programlarının olmazsa olmazı. 20m yüksekliğindeki bu bronz Kim Il Sung heykeli, Paektu Dağını resmeden 70m genişliğindeki bir mozaik panonun önünde gökyüzüne doğru yükseliyor. Anıtı, taşa oyulmuş KDHC ve Kore İşçi Partisi bayraklarıyla, Japonya'ya karşı mücadeleyi, sosyalist devrimi ve yeniden yapılanmayı simgeleyen devasa figürler tamamlıyor.

Heykel şu anda tadilatta olduğu için biz ancak uzaktan görebiliyoruz. Zaten o kadar büyük ve görkemli bir yapı ki, şehrin her yerinden görünüyor. Kim Il Sung sanki hiç ölmemiş gibi, her daim halkın görebileceği bir yerden, onları izliyor. Rehberimiz Lee, heykelinin önünde günün her saatinde çiçek bırakıp, saygı duruşunda bulunan ziyaretçiler olduğunu anlatıyor. Aynı şeyi yabancıların da yapması gerekiyor. Yani heykele şöyle bir bakıp oradan ayrılamıyorsunuz. Heykelin önünde eğilip, saygınızı göstermeniz gerekiyor.

Heykele gidemeyince, rehberlerimiz saygımızı gösterebilmemiz için bizi Kim Il Sung'un anıt mezarına götürüyor. Buranın hep kalabalık olduğunu, ülkenin her yerinden insanların senede birkaç defa buraya geldiğini söylüyorlar. Günde 10-20bin kişinin burayı ziyaret ettiğini de söylüyorlar ama tabi 10-20bin inanması güç bir sayı aralığı.

Anıt mezarı 17 yaşından küçükler ziyaret edemiyor. Çocukların yeterince disiplinli davranamayacağını düşünüyor olabilirler. Çünkü otobüsten indiğimiz anda askeri düzene geçiyoruz.

Bireysel ziyaret yasak olduğundan, büyük gruplarla karşılaşıyoruz girişte. Sıralar halinde bekliyorlar. Biz de hemen dörtlü bir sıra oluşturup beklemeye başlıyoruz. Gerçi turistlere biraz kıyak geçiyorlar ya da yerel grupların arasına karışmamızdan çekiniyorlar ve bekleyen grupları sollayıp, sırayı bozmadan hızlı adımlarla ilerlemeye başlıyoruz. Aralarında lacivert üniformalı üniversite öğrencileri, yeşil üniformalı erkekler, yerel elbiselerini giymiş kadınlar, üniformları madalyalarla kaplı Güney Kore'de savaşmış askerler var.

Girişte üzerimizdeki tüm metal eşyaları, gözlükleri, fotoğraf makinelerini ve üzerimizdeki kıyafetler dışında herşeyi teslim ettikten sonra yürüyen platformlar, merdivenler ve yüksek tavanlı, dev sütunlarla kaplı koridorlardan geçtiğimiz uzun bir yola çıkıyoruz. Sessiz ve sırayı bozmadan yürümemiz lazım. Sürdürmemiz gereken düzen dörtlü sıra, ama yürüyen merdivenlere ve platformlara geldiğimizde ahenkle tek ya da ikişerli sıraya düşüyor, iner inmez tekrar dörderli eşleşiyoruz. Rehberlerin biri önde, biri arkada, biri sağ tarafımızda, sırayı bozduğumuzda ya da kıkırdamaya başladığımızda müdahale ediyor.

"O, kırmızı bayrağa inandı"
Yaklaşık 10 dakika sonra bir odaya varıyoruz. Girişte hepimize küçük radyolar dağıtıyorlar. Lee, ingilizce bilmesekte radyoyu dinlememizi, söylenenleri anlamasak da anlatıcının ses tonundan anlatılanları hissedebileceğimizi söylüyor. İlk başta komik geliyor ama kayıt Korece olsaydı bile, Kim Il Sung'un kahramanlıklarından bahsedildiğini anlardık diyoruz. Duvarda dev bir kırmızı bayrağın ortasında Kim Il Sung'un portresi var. Hikayeyi dinleyerek kocaman odada yürümeye devam ediyoruz. Ses kaydı Kim Il Sung'un ölümünü anlatmaya başladığında yine devasa bronz figürler çıkıyor karşımıza. Ağlayan, yerlere kapanmış kadın, erkek ve çocuk figürleri, liderlerinin yasını tutuyor. Odadan çıkarken ses kaydı sona eriyor: "o kırmızı bayrağa inandı... ve artık sonsuzluğa erişti."

Birkaç merdiven, koridor ve asansörden sonra mumyanın olduğu odaya varıyoruz. Sırayla cam odacıklarda dezenfekte olup, mumyanın bulunduğu odanın girişinde tek sıra halinde beklemeye başlıyoruz. Ve nihayet Kim Il Sung'u görüyoruz. Yüksek tavanlı, kırmızı ışıklandırılmış kocaman bir odanın ortasında, cam bir tabutta yatıyor. Takım elbisesi, kravatı, gözünde gözlükleri. Üzeri kırmızı bayrakla örtülü...

Lee odaya girmeden önce, önümüzdeki grupları izleyip, onlar ne yaparsa aynısını yapmamızı tembihliyor. Sıra bize geldiğinde ilerliyor, dörder kişilik gruplar halinde Kim Il Sung'un ayak ucunda eğiliyoruz. Sonra sol tarafında eğilip, kafasının arkasından sırayı bozmadan hızlıca geçip, sağ tarafında tekrar eğiliyor ve odadan ayrılıyoruz.

Çıkış yolumuzda Kim Il Sung'un Mercedes marka arabasını, yolculuk ettiği tren vagonunu ve hayatı boyunca gittiği ülkelerin ve kullandığı güzergahların bulunduğu (uçakla gittiği ve trenle gittiği yollar farklı renklerde işaretlenmiş) ışıklı, dev bir harita görüyoruz. Son olarak, farklı ülkeler tarafından Kim Il Sung'a verilen madalyalar ve fahri doktora belgeleriyle dolu bir odayı geziyoruz. Duvarda dünya liderleriyle çekilmiş fotoğrafları asılı.(ÇT)

* Anıt mezara fotoğraf makinesi sokmak yasak. Ancak 2006'da KDHC anıt mezarın bazı fotoğraflarını kamuoyuyla paylaştı. Mumyanın olduğu oda arasında olmasa da, resimlere buradan bakabilirsiniz.

Bilinmeyene Yolculuk: Kuzey Kore



Kuzey Kore, dış dünyaya kapılarını kapatmış gizemli bir ülke. Kim Il Sung'un temellerini attığı kendine özgü bir sosyalizmle, Birleşik Kore'ye kavuşacakları günü bekliyor. Kuzey Kore'yle ilgili bu yazı dizisi Kim kültünü, ülkedeki sosyal yaşamı, Juche sosyalizmini, herediter sistemi, muhalifleri, gulag'ları, Kuzey Koreli mültecileri anlatıyor.

Kuzey Kore, hepimizin merak ettiği kapalı bir kutu. 2. Dünya savaşının ardından parçalanan bir yarımdadanın kuzey bölümü. Tabi onlar kendilerine Kuzey Kore demiyorlar, onlar için Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDKC) ve Güney Kore var.

Bu gizemli ülke hakkında Kim Il Sung önderliğinde kurulan sosyalist bir devlet yapısı olması dışında pek fazla bilgimiz yok. Üretim araçları devlete ait, özel mülkiyet yok, ekonomi sanayi ve tarıma dayanıyor, suç oranı yok denecek kadar düşük. Ancak bu sisteme tek partinin egemen olduğunu ve üç nesildir Kim ailesinin hüküm sürdüğünü unutmamak gerekiyor.

Gazetecilerin giremediği, kendi yurttaşlarının ise çıkamadığı bir ülke[1]. Dış dünyayla bilgi alışverişini imkansızlaştıran bu durum KDKC'yi daha da gizemli kılıyor. Ancak son yıllarda ekonomisini yabancı sermayeye ve dış ticarete açmaya yönelik adımlar[2] atan Kuzey Kore, yavaş yavaş turizme de açılıyor. Söylenene göre, Kuzey Kore'ye senede 3500 Batılı turist ve 25 bin civarı da Çinli turist geliyor.

Yasaklar
Ülkeye giriş-çıkışlar çok kontrollü. Kimliğinizde gazeteci yazıyorsa giremiyorsunuz. Onun dışında da bireysel olarak buraya gelip gezmeniz imkansız. Ancak bir tur aracılığıyla, grup olarak buraya gelebiliyorsunuz. Bunun için de anlaştığınız turun Kuzey Kore devletine bağlı bir turizm ajansıyla ile anlaşması gerekiyor.

Yabancıların yanlarında yerel rehber olmadan gezmesi yasak. Çoğu yerde fotoğraf çekmek yasak. Askerlerin fotoğrafını çekmek yasak, ki bu oldukça zorlayıcı çünkü sokakta gördüğünüz insanların çoğu üniformalı. Erkekler günlük hayatta kahverengi, gri, haki yeşil gömlek ve pantalondan oluşan bir kıyafet giymeyi tercih ediyor ve kim asker kim sivil ayırdetmek gerekiyor. Askerlerin fotoğrafını çektiğiniz, hatta makineyi onlara doğrulttuğunuzda ise bir anda kendinizi sıkıntılı bir sürecin içinde buluyorsunuz.

Yerel rehberler ülkeyi beğenmemiz ve geziden memnun kalmamız için ellerinden geleni yapıyorlar. Tabi kurallar konusunda katı ve soruları cevaplama konusunda kurnazlar. Bir soru sorduğunuzda size uzun cevaplar veriyorlar, ancak bunlar nadiren sorunuzun cevabı oluyor. Dolayısıyla kafamızdaki soruları asla tam anlamıyla gideremiyoruz.

Air Koryo'yla Beycing-Pyongyang
Güney Kore'den Kuzey Kore'ye geçiş yapabilmek için önce Çin'e gitmemiz gerekiyor. Aradaki 70 km'lik karayolundan gitmek yerine Seoul'dan Beycing'e, Beycing'den de Pyongyang'a ikişer saatlik iki uçak yolculuğu yapıyoruz. Air Koryo'ya ait Tupolev cinsi küçük bir uçağa biniyoruz.

Macera başlıyor. Uçakta merakla etrafa bakınmaya başlıyoruz. Üzerlerinde üniformalarıyla liseli bir öğrenci grubu geçiyor koridordan. Lacivert üniforma, boyunlarında kırmızı fular, göğüslerinde kırmızı Kim Il Sung rozetleri. Uçakta turistler dışında herkes Kim Il Sung rozeti takıyor. Daha sonra öğreniyoruz ki, bu rozetler Sosyalist Gençlik Komitesi tarafından 15 yaşından itibaren halka dağıtılmaya başlanıyor. Yabancılara ise kesinlikle verilmiyor. "Rozet edinmek için yabancıların Kim Il Sung'a saygısını kanıtlaması gerekiyor" diyor Koreli rehberimiz, "örneğin devlete para bağışlamak gibi".

Uçakta iki tane film gösteriliyor. İlki savaş sırasında geçen, bir aşk hikayesi. Erkeğin savaşa katılması lazım, ikisi de üzgün ama söz konusu olan "ulusal mücadele". Gururlu bir şekilde ayrılıyorlar. Sonrasında sirenler, sığınaklar, savaşan köylüler, devrimci marşlar. Film Korece olsa da, dikenli telin iki tarafında ağlayan sevgililer, filmin Kore'nin bölünmesiyle ayrılmak zorunda kalan bir çiftin hikayesi olduğunu anlamamıza yetiyor. Ardından bir film daha başlıyor. Başrolde aynı aktör var. Benzer bir hikaye şehirde geçiyor, kahramanımız bu sefer bir askeri canlandırıyor.

Pyongyang'a iniyoruz. Havaalanının küçük bir terminali ve tek bir tezgahtan oluşan içki, sigara ve ginseng ürünlerinin satıldığı bir Duty Free mağazası var. Uçakta doldurduğumuz ülkeye giriş formlarını teslim edip pasaport kontrolünden geçiyoruz. Formlar resmi seyahatlere yönelik hazırlanmış: "delegasyon ismi", "davet eden komitenin ismi" gibi sorular var. Bir de boş bırakmayı tercih ettiğimiz "ırk" hanesi.

Ayrıca üzerimizdeki iletişim araçları ve kitap-gazete gibi yayınlarında beyan edilmesi gerekiyor. Havaalanından çıkmadan önce cep telefonlarımızı ülkeden çıkarken geri almak üzere teslim ediyoruz ve ülkeye telefon ve politik ya da pornografik yayınlar sokmak yasak olduğu için son kez çantalarımızı kontrol ettiriyoruz.

Yerel rehberler
Havaalanının kapısında bizi rehberlerimiz karşılıyor. İkisi kadın, tam üç rehberimiz var. Hepsi bizi ve birbirlerini kontrol etmekten sorumlu. İkisi otobüsün en arkasında otururken, Lee en önde Türkiyeli rehberimiz Faruk Pekin'le oturup, elindeki mikrofonla bize bilgi veriyor. Rehberlerimizin konuşmalarının bu mikrofon aracılığıyla kaydedildiğini öğreniyoruz. Lee sorularımızı cevaplarken oldukça temkinli.

Belirlenen program dışında hiç bir yere gitmeye ikna edemiyoruz onları. Sadece tur programında belirlenen anıtlar, müzeler gibi yerlerin önünde otobüsten iniyoruz. Buralarda da olurda biriyle konuşursak, panikle bizi bir an önce otobüse bindirmeye çalışıyorlar. Yerel rehberlerin görevlerinden biri de turistlerin sosyal hayata karışmasını engellemek.

Otobüste dağıtılan broşürlerde gideceğimiz yerlerin resimleri ve Kore'nin konumu, yüzölçümü gibi birkaç bilgi yer alıyor. Bir de şu cümle: "Geleceğe odaklı optimizmle kendi sosyalizmini yaratıp, geliştiren ve mutlulukla ilerleyen ülke. Günümüzde KDHC'nin cazibesi bu."[3](ÇT)

Facebook : İlişkileri metalaştırmanın adı

Facebook ve benzeri servisler ilişki ağlarına tüm verileri tutarak satıcılar için potansiyel müşteri ağını tüm detayları ile elinde tutuyor. Bu şirketlerin değeri de tuttukları bu küresel bilgiden ve bilgiyi işleme becerilerinden kaynaklanıyor.

Facebook sosyal ağ servisi bundan sekiz sene önce 2004'de başladı ve şu an 845 milyon kullanıcısı var. Çarşamba günü Facebook hisseleri halka açılacak, şirketin 75 ile 100 milyar dolar arasında değere kavuşması bekleniyor.

İnsanları birleştiren bir sosyal ağ olarak yola koyulan Facebook'a kullanıcılar kimlik bilgilerini, arkadaşlarını, fotoğraflarını, konuşmalarını, videolarını, sevdikleri nesnelerin bilgisini girerek kendi elleri ile devasa küresel bir veritabanı yaratmış oldular. Facebook merkezinde, sunumculara ise bu verilerin işlenmesi, saklanması, gerekli çıkarımların yapılması gibi görevler kaldı. Tabi ki bir yandan da kullanıcıları sistemde tutacak ve yenilerini çekecek yeni uygulamalar yapıldı. Facebook'un tasarlayıcıları her zaman için insanların sürü psikolojisinde davrandığı tezi üzerinden hareket ettiler; yani birbirlerini taklit ettiklerini ve birbirlerinden çok farklı kararlar almadıkları varsayımına sahiptiler.

Facebook direkt Facebook'a üye olan kullanıcıların Facebook'daki aktivitelerinin bilgisini saklamak ile de yetinmedi, İnternet üzerindeki bir çok servise kimlik belirleme hizmeti sunarak onların başka servisler üzerindeki aktivitelerini de saklayabilir oldular. İnternet'te herhangi bir sitede karşımıza çıkan “beğen” ve “tavsiye et” düğmeleri ile de Facebook bizi Facebook dışında da takip edebiliyor ve kaydedebiliyor oldu.

Facebook'un “piyasa” değeri bu şekilde devasa bir kişi ve ilişkiler veritabanı olmasından kaynaklanıyor. Facebook'un reklam pazarındaki geleceğini fark eden aralarında Coca-Cola, Blockbuster, Verizon, Sony Pictures'ın olduğu 12 küresel marka 2007 Kasım'ında Facebook yönetiminde yer almışlardı bile.

Kasım 2010'da Facebook, kullanıcı bilgilerini bazı yöneticilerinin 3. kişi ve sitelere sattığını itiraf etmişti. O zaman hayretle ve ayıpla karşılanan gelişme bugün kimseyi hayrete düşürmüyor.

Diğer tüm sosyal ağlar ve kullanıcı bazlı hizmet veren dev İnternet servisleri gibi Facebook da aynı zamanda devasa bir istihbarat kaynağı. İnsanların sadece kendi bilgilerini değil ilişkilerini de girdikleri, ilişkileri ile olan iletişimlerinin kaydedildiği bir veritabanı.

Gizlilik, özgürlük, seçenekler...
Eskiden bilgisayarın kendisinden alınan servisler artık internette çoğu da okyanus ötesi olan sitelerden alınıyor. Bilgisayarın kontrolü kullanıcının elindeyken bu sosyal ağ servislerinin kontrolü kullanıcının elinde değil. Facebook özelinde sıralanan bir çok özellik İnternet üzerinde servis sunan Twitter, Google ve benzerleri için de geçerli. Kullanıcılar gerçekten de komşuluk ilişkilerine bakarak bu servislere belli bir güvenle adım atıyorlar; nadiren gizlilik politikalarını okuyorlar. Servisler için bir ücret talep edilmemesi de ilk adımı atmayı kolaylaştırıyor.

Kullancılar servisler üzerinde çeşitli seçenekleri işaretleyerek tercihlerde bulunabiliyorlar ancak servislerin sağlandığı yerden gerçekten bu direktifler doğrultusunda davranılması gerektirmiyor. Kullanıcıya o şekilde gösterilmesi yeterli, çünkü kullanıcının kontol etmesinin imkanı yok. Dolayısıyla kullanıcının istekleri sistemin ona gösterilecek görüntüsünü belirliyor, kendisini değil.

Diyanet gaza bastı!

Diyanet İşleri Başkanlığı toplumun gericileştirilmesi için attığı adımlarda hız kesmiyor. Diyanet son olarak "umre turu"projesiyle, toplumun dinselleştirilmesi için hazırladığı projelere bir yenisi daha eklemiş oldu.

Diyanet İşleri Başkanlığı, toplumdaki dinselleşmenin artırılmasına yönelik adımlarında hız kesmiyor. Kurumdaki AKP’ci dönüşümün tamamlanmasından sonra, toplumdaki dincileşmenin artırılmasında önemli bir rol üstlenmeye başlayan DİB’in son projesi de ilköğretim ve lise öğrencilerinin, öğretmenlerinin ve velilerin umreye gönderilmesi. Buna göre Diyanet İşleri Başkanlığı yarıyıl tatili için 10 günlük bir umre programı düzenledi ve program genelge ile okullara gönderildi. Umre turunun kontenjanı ise ülke genelinde 3 bin kişi olarak belirlendi. Böylelikle Diyanet’in, toplumdaki dinselleşmenin artmasına hizmet eden projelerine bir yenisi eklenmiş oldu.

1000 mollaya Diyanet kadrosu
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz ay, Diyanet’in doğu ve güneydoğu illerinde ‘mele’, genelde ‘molla’ denilen ve taşrada vatandaşların din konusunda görüşlerine başvurduğu isimleri kadrolarına katacağı duyurulmuştu. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ projeyi “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendirmiş ve 1000 kişilik kadro öngördüklerini belirtmişti.

1000 mollanın imam hatip görevlisi olarak devlet kadrosuna alınması kararı bölgede dinsel-geleneksel yapılanmanın yasallaşması anlamına geliyor. Aynı zamanda da AKP'nin Kürt sorununa getirdiği dinsel "çözüm" önerilerinden biri olarak öne çıkıyor.

Dini çözüm için irşat ekipleri
1000 mollanın imam hatip görevlisi olmasına benzer bir uygulama olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2011 yılında başlattığı dini hizmetlerin ülkenin tüm sathına yayılmasını hedefleyen "il özel irşat ekipleri" özellikle AKP tarafından Kürt sorununun çözümü için projelendirilmişti. Proje kapsamında irşat ekiplerinin birincil görevi “bölücülükle mücadele” olarak belirtilmişti. Bu konuda irşat ekiplerinin izlediği yöntem camiler dışında da bir araya gelecek zeminler yaratarak toplumsal sorunlara dini çözüm üretme. Ayrıca 2011 Mali Yılı Bütçe Tasarısı altında doğu ve güneydoğuda "terörizmle mücadele" amacıyla bin 362 adet cami için 652 bin 992 TL ödenek talep edilmişti.

Cami Çocuk Buluşması projesi
Diyanet İşleri Başkanlığı daha fazla çocuğun camilere gitmesi için Cami Çocuk Buluşması projesini başlatmıştı. Konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, asrı saadette caminin içerisinde kadın, çocuk, işçi, patron herkesin olduğunu söylemiş, günümüzde ise camilerde çocuk sayısının azaldığından yakınmıştı.

Aile İmamlığı Projesi
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından başlatılan, imamların artık sadece “cemaat” ile değil mahallesinin sorunlarıyla da ilgileneceği anlamına gelen ”aile imamlığı“ projesi toplumsal yaşamın dinselleşmesi yönünde atılan diğer önemli adımlardan. Projenin hedefi imamların sadece camide ezan okuyan, namaz kıldıran görevli olmaktan çıkması şeklinde ifade ediliyor. Düzenli ev ziyaretleri ile ailelere bilgi veriliyor, dini konularda sohbet ediliyor. Ayrıca kahvehane, fabrika ziyaretleri, konferans ve paneller gerçekleştiriyor. Proje kapsamında esnaflar ve aileler ile yakın temas kuruluyor, gençlere ulaşabilmek özellikle önemseniyor.

Kadına yönelik şiddetin engellenmesinde de Diyanet projesi
Kadına yönelik şiddetin engellenmesinde de Diyanet’e görev biçilmişti. Geçtiğimiz aylarda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in kadınlara yönelik şiddetin yüzde bin 400 kat arttığı verisine dayanarak şiddetin engellenmesi amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı öncülüğünde bir “aydınlanma projesi" tasarladıklarını açıklamıştı. Genelkurmay ve MEB ile birlikte yürütülmesi planlanan projede kadının ekonomik hayata katılması, kadının eğitim düzeyinin yükseltilmesi sonuçları hedeflenerek kadının zihin dünyasında bir değişim amaçlanıyor. Fakat proje kadına yönelik şiddetin toplumsal kaynaklarının neler olduğu, şiddetin önüne nasıl geçilebileceği ve dahası Diyanet’in bunu nasıl yapabileceğine dair yanıtlar içermiyor.

'Dindar gençlik' yetiştirdik, yetiştiriyoruz, yetiştireceğiz!



"Üstad" Necip Fazıl Kısakürek'in sağ tarafındaki kişi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
Tayyip Erdoğan'ın "Dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz" sözleri akıllara Erdoğan'ı da "yetiştiren" geleneği getirirken, devletin başta Diyanet olmak üzere zaten kollarını bu görev için çoktan sıvadığı görülüyor.

Türkiye'de islamcı düşüncenin her dönem üzerinde hassas olduğu bir başlık gençlik. Hassasiyette, Türkiye tarihinde sağın, devrimci gençlik hareketleri karşısında yaşadığı sıkışmanın yarattığı kaygının payı olsa da İslamcı ideolojinin tasavvur ettiği ülke ve dünyanın kurulmasında gençliğe biçtiği misyon ve gençliğin ne şekilde yetiştirileceği sorusuna verilen önem de üzerinden atlanılmaması gereken bir nokta. Birçok başlıkta birbirinden oldukça farklılaşan dinci örgütlenmelerin en temel ortak noktalarının gençliğe verdikleri önem olması bunun en büyük kanıtı.

Bu anlamda Tayyip Erdoğan'ın sözleri de Kılıçdaroğlu'na verilen bir cevabın ötesinde anlamlar içeriyor. Tayyip Erdoğan kendisini de "yetiştiren" geleneğin bugünkü temsilcisi olarak asli görevlerinden birini dile getiriyor. Ne "Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz" sözlerini ilk Erdoğan dile getirdi, ne de bu görev Erdoğan'ın aklına yeni gelmiş durumda. Ortada yüz yıllık bir "davanın", devletin tüm olanaklarını kullanarak daha da güçlü bir kuşatmayı hedeflemesi var.

Tayyip Erdoğan "nasıl bir gençlik yetiştirileceğini" kimden öğrendi?
Necip Fazıl Kısakürek, islamcılık ve gençlik denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi. Zira bugün başta Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül olmak üzere AKP kurmaylarının önemli bir kısmı gençliğinde Necip Fazıl'ın "talebesi" durumundalar ve onun öğrettikleriyle "yetişen" isimler. Bugün AKP'nin gençliğe bakışında Necip Fazıl'dan öğrendiklerinin önemli bir payı var. Necip Fazıl ise gençliğe verdiği önemle ayrıca göze batan bir isim. Zira istediği gibi bir nesil yetiştirmeyi ana misyonlarından biri olarak gören ve "İslâm inkılâbının, ruhunu dökeceği kalıp gençliktir" diyen Fazıl, bunu şu şekilde dile getiriyor:

"Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım."

Fazıl'ın bu konuşmayı, katılımcıları arasında Tayyip Erdoğan'ın bulunduğu hatta Erdoğan'ın bir de şiir okuyup Fazıl'ı takdim ettiği bir gecede dile getirmesi, gençliği dinsellikle kuşatma misyonundaki sürekliliği gözler önüne seriyor. Zaten Fazıl, konuşmanın sonunda "davayı" miras olarak bıraktığını da dile getiriyor.

Necip Fazıl'ın bu konuşması, "Nasıl bir gençlik" adını taşıyor. Konuşmayı "Gençliğe hitabe" olarak adlandıranlar da var. Fazıl konuşmasında "dindar gençliğin" meziyetlerini bir bir sıralıyor:

Halka inanmayan gençlik
Fazıl'ın gençliğinin en önde gelen meziyeti halka inanmaması. Günümüzde "milli irade sevdalısı" olan AKP'liler Fazıl'ın şu düsturu ile "yetişti":

"Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik."

Müslüman olmayanları lağım faresi olarak gören gençlik
Fazıl, gençlerinin özelliklerinden birisini ise, İslam Peygamberi'ine "düşman" olanların lağım farelerine denk bir muameleye tabii tutmaları olarak belirtiyor:

"Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik."

Osmanlı hayranı, cumhuriyet düşmanı bir gençlik
Fazıl konuşmasında gençlerin, ülke tarihinin son 7 yüzyılını 4 devreye ayırmasını ve o şekilde "bellemesini" istiyor. Buna göre, ilk devre "Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet" devresi iken son ve cumhuriyet dönemini kapsayan devre ise, "İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet" olunan devre. Fazıl ilk devreyi "yükseltici aşk", cumhuriyeti kapsayan dönemi ise "öldürücü küfür" sıfatıyla niteliyor.

Yetişenler, yetiştiriyor
12 Eylül, İslamcı ideolojinin altın çağını başlatıyor. Ülkede her alanda bir gericileşme yaşanırken bu kuşatmadan en büyük paylardan birini de gençlik alıyor. Öyle ki, 12 Eylül'den 90'ların sonuna, AKP iktidarına sayılı zaman kala gençliği dinsellikle kuşatan kurumlar mantar gibi çoğalıyor.
Mustafa Peköz'ün Nisan 2009'da Kalkedon Yayınevi'nden çıkan İslami Cumhuriyete Doğru kitabında verdiği rakamlar bunun kanıtı niteliğinde,
Peköz şöyle yazıyor:

"Sorunun kavranması için somut rakamlar sunarak, islami hareketin gençlik içerisindeki yönelimini ortaya koyalım. İslami hareketin açtığı anaokullarında yaklaşık olarak 25 bin çocuk okumakta iken 326 özel ilkokulda okuyan öğrenci sayısı da 150 bindir. İmam Hatip Liseleri'nin lise ve ortaokul bölümleri dahil olmak üzere, bugüne kadar buralarda eğitim gören öğrenci sayısı 1. 663. 279'dur. Mezun olan kişi sayısı ise 897.783'tür."

Kuran kursları da "dindar nesil yetiştirmek" konusunda önemli kurumlardan birisi. Peköz, kitabında bu konu hakkında da rakamlar veriyor:

"Genel olarak şehirlerde devlet denetimli Kuran kurslarında 107.280'i kız öğrenci ve 49.553'ü erkek öğrenci olmak üzere toplam olarak 157.333 öğrenci bu kurslara devam etmektedir. Hafız olmayı başaran öğrenci sayısı 15. 796'dır. Kuran'ı okumuş öğrenci sayısı ise 118.476'dır. Şehirlerin merkezinde yazın camilerde kuran kurslarına giden erkek öğrenci sayısı 306.560, kız öğrenci sayısı 324.148'dir. Akşam kuran kurslarına giden erkek öğrenci sayısı 17. 967, kız öğrenci sayısı 4.553'tür."

Şehirler dışında kasabalara ait Peköz'ün aktardığı rakamlar ise şöyle:

"Bu durum kasabalarda ele alındığında erkek öğrenci sayısı 301.479, kız öğrenci sayısı 276.140'tır. Akşam Kuran kurslarına giden erkek öğrenci sayısı 17.976, kız öğrenci sayısı 2.036'dır."

Peköz'ün Kuran kurslarına dair sunduğu rakamların bir bölümü, Mustafa Öcal'ın İmam Hatip Liseleri ve İlköğretim Okulları adını taşıyan 1998'de basılmış kitabından, bir bölümü ise Eğitim-Sen'in Türkiye'de Din Eğitimi adını taşıyan 1997 tarihli raporu ile Milli Eğitim Bakanlığı'nın 1996 tarihli bir raporundan derleniyor. Yani rakamların 1996 ile 1998 arasını kapsadığı düşünülecek olursa bugün, gelinen noktanın çok daha ürkütücü olduğu aşikar.

Diyanet'in 2012-2016 strateji raporu: Durmak yok, yola devam!
Tayyip Erdoğan "Dindar bir gençlik yetiştireceğiz diyedursun yukarıda sıralanan rakamları yetersiz bulan Diyanet, Erdoğan'ın sözleri doğrultusunda kolları sıvadı bile. Diyanet'in 2012-2016 Strateji Planı, gençler ile ilgili de yeni hazırlıklar içerisinde olduğunu gösteriyor. Gençleri, Umre'ye götürmek için MEB ile işbirliği içerisinde olan Diyanet, önümüzdeki dönem gençlerin Umre hizmetinden yararlanması hizmetini geliştireceğini "müjdeliyor". Diyanet, "ahlaki yozlaşmayı önlemek" amacıyla da bir dizi hedef belirlemiş. Milli Eğitim Bakanlığı ve üniversitelerle işbirliği yapılarak Diyanet, "ahlaki problemlerin sebep ve sonuçları" hakkında konferans, panel, seminer düzenleyecek. Gençler için "roman serisi" çıkaracak olan Diyanet, çocuklara yönelik çizgi filmler de hazırlayacak. Bu amaçla süreli bir yayın da kurumun hedefleri arasında. Kendisine yeni bir kampüs inşa etmeyi de planlayan Diyanet, kampüste eğitim merkezinin yanı sıra kreş ve kütüphane bulunması da hedefliyor.

Cumhuriyet'ten Fikret Kozok'un haberine göre, hükümet Diyanet’in projeleri için 5 yılda 1 milyar TL harcayacak. Rapora göre Diyanet, 2012-2016 yılları arasında çocuklardan yaşlılara, camilerden cezaevlerine kadar birçok kesime ve gruba yönelik çalışmalar yapacak. Bu kapsamda Diyanet tarafından yurtiçinde düzenlenen konferans sempozyum ve benzeri faaliyetlere katılan kişi sayısının 2012’den 2016’ya kadar 200 bin kişi arttırılarak 450 bin kişiye ulaştırılması hedefleniyor. Bu yıl için cezaevleri, huzurevleri, yetiştirme yurtları ve hastanelerde kalan 160 bin kişiye hizmet götüren Diyanet, 5 yıl sonra bu rakamı da 400 bine çıkarmayı öngörüyor.

Toplam 105 altında toplanan bu eylem planını uygulamak için devlet, elini cebine atacak. “Din hizmetlerini toplumun tüm kesimlerine ulaştırmak ve etkinliğini arttırmak” ana başlığı için 2017’ye kadar tam 575 milyon 352 bin TL harcanacak. Diyanet, toplumsal sorunların çözümünde etkin rol alabilmek için de aynı dönemde 52 milyon 608 bin TL’lik bir bütçe kullanacak. Strateji planının hemen hemen en önemli konuları arasında yer alan “ahlaki yozlaşmayı önlemek” için de 42 milyon TL harcanacak.