3 Kasım 2012 Cumartesi

10 yılda ekonomi: Neo-liberal dönüşümün iktisadi bilançosu

AKP iktidarı 10. yılını doldururken, Türkiye'nin 12 Eylül ile birlikte girdiği neoliberal iktisadi dönüşüm de ekonominin tüm noktalarına nüfuz ederek mantıksal sonuçlarına ulaştı. AKP iktidarı özelleştirme ve piyasalaşma ile birlikte kurulurken, işsizlikteki artış ve yoksullaşma dikkat çekici unsurlardı.
Kasım 2002 genel seçimlerinde yüzde 34 oy alarak tek başına iktidara gelen ve 2007 ile 2011 genel seçimlerinde oylarını arttıran AKP, bugün onuncu yılını tamamlamış oldu. AKP iktidara geliş süreci itibarıyla iktisadi, siyasi, sınıfsal, bölgesel ve uluslararası dinamiklerin bir araya geldiği özel bir konjonktürün ürünü olarak değerlendiriliyor.
“Milli görüş gömleğini” çıkaran AKP kendini siyaset bilimi literatürüne getirdiği “muhafazakâr demokrasi” kavramıyla ifade etti. Buna göre, AKP temel hedefini “toplumda derin kökleri bulunan yerel değerleri muhafazakâr gelenekle” yeniden üretmek olarak tanımlandı.
AKP’yi “biricikleştiren” temel unsurun, tarihsel olarak AKP’nin varlığının ülkede 1980’li yıllarda Özal iktidarı ile başlayan ancak 1990’lı yıllarda yavaşlayan neo-liberal dönüşüm ile emperyalizmin Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme projesi ile üst üste gelmesi olduğu söylenebilir. Bu özgün durum 2000’li yıllarda, çok geniş bir yelpazede kurulan yeni bir ittifak ilişkisinin AKP’de cisimleşmesine yol açtı.
Türkiye siyasal tarihinde ilk kez İstanbul merkezli geleneksel sermaye ve onun temsilcisi TÜSİAD ve liberaller yanı sıra Anadolu sermayesi ve onun örgütü MÜSİAD, TUSKON, Gülen ve Nakşibendî cemaatleri gibi irili ufaklı birçok cemaat AKP tarafından temsil edilirken, aynı AKP hem küresel sermayenin hem de Petro-dolar zengini Arap sermayesinin de desteğini arkasına alabildi.
AKP= neo-liberalizm + İslam
Söz konusu neo-liberal dönüşüm siyasi bir özne olarak AKP’nin ideolojik dönüşümüyle çakışmış, böylelikle AKP’nin ekonomiyi, siyaseti, toplumu ve tabi ki dini yeniden tanımlayıp kendini dünya ölçeğindeki değişimle uyumlu olarak tekrardan var etmesine olanak sağlamıştır. Bu nedenledir ki AKP’nin sadece din daha özelde İslam ile demokrasiyi değil, aynı zamanda İslam ile neo-liberalizmi bir araya getirdiğinin altını çizmek gerekir.
En genel ifadesiyle neo-liberalizm, içinden geçtiğimiz dönemde krizde olduğunu hatırlatmakla beraber dünya tarihinin son otuz yılına damgasını vuran, sermaye birikiminin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasına ve ülke ekonomilerinin küresel piyasa ile mali ve ticari serbestleşme temelinde yeni bir entegrasyona tabi olması ve ülkelerin hukuki ve siyasi yapılarını buna uygun olarak yeniden inşa etmesine dayanır.
Otoriter devlet yapısının devamı olan AKP iktidarı neo-liberal dönüşümün öncüsü
Bu bağlamda neo-liberal politikaların tüm kurum ve kurallarıyla hayata geçirilmesi hegemonik iktidar bloğunu temsil eden AKP iktidarının temel misyonu olarak nitelendirilebilir.
İslami restorasyonun öncüsü olan AKP hükümeti, bir kopuştan çok sürekliliğe dayanan baskıcı devlet yapısı ile otoriter popülizm anlayışını İslamcı-muhafazakâr bir model üzerinden yeniden kurgulayan bir iktidar pratiğine sahip. Bu çerçevede 24 Ocak kararlarıyla Turgut Özal öncülüğünde başlayan ancak 1990’larda sekteye uğrayan neo-liberal dönüşüm AKP’li yıllarda ciddi bir ivme kazandı.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gücünü mali sermayeden alan neo-liberal dönüşümün ekonomik krizlerden beslenerek önemli bir ivme kazandığı görülür. 2001 finansal krizinin ardından "kurtarıcı" olarak Amerika'dan gönderilen Kemal Derviş öncülüğünde “15 günde 15 yasa” çıkarılarak IMF ve Dünya Bankası’nın ülke ekonomisinin iplerini eline alma süreci, AKP iktidarıyla hız kazandı. AKP eliyle devam ettirilen neo-liberal kurumsallaşma sürecinde başta eğitim, sağlık olmak üzere birçok alanın piyasaya açılması, bir “yük” olarak tanımlanan kamu kaynaklarının hızla elden çıkarılması, emeğin kazanımlarının bir bir tasfiye edilmesi gerçekleştirildi.
AKP iktidarının ilk 5 yılı
AKP hükümetleri Kemal Derviş’in öncülüğünde ve IMF direktifleriyle hazırlanan ekonomi politikalarını otoriter devlet anlayışına yaslanarak harfiyen uyguladı. AKP, 2002-2007 yılları arasını kapsayan ilk beş yıl boyunca dünya ekonomisindeki olumlu havayı arkasına alarak 2001 krizinin etkisiyle yıkıma uğramış olan ülkede belirli bir çıkış elde etmesi şaşırtıcı olmadı. 1995 yılında olduğu gibi 2001 krizinin ardından toparlanma yüksek büyüme hızlarıyla sonuçlandı.
Kriz sonrası toparlanma özellikle milli gelir artışı ile başladı. 2001 krizi sonrasında hem sermaye hareketleri hem de dış talep bakımından hareketlenen dünya ekonomisi Türkiye’deki büyüme hızını da yukarıya çekti. Buna göre 1998-2002 yılları arasında ortalama -0,5 olan büyüme hızı, 2003-2007 yılları arasında ortalama yüzde 7 olarak gerçekleşmişti. AKP’li yıllardaki yüksek büyüme hızları, neredeyse her yıl kesintisiz olarak artan dış kaynak hareketleri ile bağlantılı oldu. AKP iktidarında özellikle ilk yıllarda çok önemli bir yer sahip olan sıcak para girişlerinin 2007 yılı sonunda 108 milyar dolara ulaştığı ifade ediliyor. 2005’te yabancı kökenli net sermaye girişlerinin yüzde 40’ı sıcak para öğesinden oluşur.
Dolaysız yabancı sermaye yatırımları (DYY) da hızla artmış, 2005’te 10 milyar dolar, 2006’da 20, 2007’de 22 milyar dolara ulaşmıştı. İktisadi büyümeye karşılık AKP’nin ilk yıllarında 116 milyar dolara ulaşarak ekonominin kırılgan öğesi olarak ortaya çıktı. Dış borçlardaki hızlı artış ise bir başka dikkat çekici öğe olarak karşımıza çıkıyor. 2002 yılında Türkiye’nin dış borç stoku 130 milyar dolarken bu rakam AKP iktidarının ilk beş yılında 247 milyar dolara ulaşmıştı.
Özel sektörün dış borçlarının toplam içindeki payı sürekli olarak yükselerek 2008’in ortalarında 200 milyar dolara yükseldi. Ekim 2008-Ekim 2009 arasında ise sıcak para kaçışları ve dış borç anapara ödemeleri nedeniyle, yabancı sermaye net çıkış göstermiş; bu olgu ekonomiyi bunalıma sürüklemişti. Belli bir büyüme hızı ise, giderek artan oranlarda cari açık yaratmış, 2005 ve 2011’de cari işlem açığının milli gelire oranı yüzde 4,6’dan yüzde 10’a çıkmıştı.
Diğer taraftan bölüşüm göstergelerine bakıldığında beş yıllık AKP iktidarı boyunca 2001 krizinin emekçi sınıflar için yarattığı tahribat aşılamamış. Reel ücretler, katma değerde ücret payı, istihdam gibi göstergeler bakıldığında ise emek lehine bir telafinin gerçekleşmediği söylenebilir.
2007-2012 krizli yıllar
2007 yılında baş gösteren kapitalizmin yeni krizinin Türkiye ekonomisinde de yıkıcı etkiler yaratması bekleniyor. Kapitalizmin krizine kadar hızla büyüyen ekonomi, 2008’de durgunlaştı; krizden etkilenerek 2009’da küçüldü. Ardından iki yıllık tekrar hızlı bir büyüme sürecine girmesine karşın 2012’nin ilk altı ayının iktisadi verileri ekonominin yeniden durgunlaştığını ortaya koydu.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, 10 yıllık süreçte ülke ekonomisi en yüksek büyümeyi, yüzde 9,4 ile 2004 yılında yaşadı. 2007'de yüzde 4,7 büyüme gösteren ülke ekonomisinde, küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2008'in son çeyreğinde bozulma işaretleri gözlendi ve yıl toplamında büyüme yüzde 0,7'de kaldı. 2009 yılında ekonomideki toplam daralma ise yüzde 4,7 oldu.
10 yıllık dönemde Gayrisafi Yurtiçi Hâsıla gelişme hızları, sabit fiyatlarla sektörler bazında incelendiğinde ise şunlar söylenebilir:
İnşaat sektörü, 2001 krizinde yüzde 17,4 daralma gösterdikten sonra büyüme sürecine girdi ve dalgalı bir seyir izledi. Sektör, 2002'de yüzde 13,9, büyüyen sektörde, 2009 yılı küçülme oranı yüzde 16,3'ü buldu.
Toptan ve perakende ticarette de benzer bir seyir meydana geldi. Bu sektörde de 2001'de yüzde 16,1'lik keskin düşüş gözlendi. 2002'de büyüme trendine giren sektör, yine en yüksek büyüme oranını yüzde 13,8 ile 2004'te kaydetti. 6 yıllık büyümenin ardından bu sektörde de 2008'de yüzde 1,5 daralma gözledi ve daralma oranı 2009 yılı toplamında yüzde 10,4'e ulaştı.
İmalatta da seyir, farklılık göstermedi. Sektör, 2001'de yüzde 7,6 küçüldü. 2002'de yüzde 2,9, büyüme kaydeden imalat sektörü, 2009'da yüzde 7,2 daraldı.
2008-2009 arasında ise sıcak para kaçışları nedeniyle, yabancı sermaye net çıkış göstermiş; bu olgu ekonominin tıkanmasına yol açtı. 2009 krizi öncesinde, büyüme etkisi yaratan yabancı sermaye girişlerinin yüzde 50-60’ı dış borç yaratan öğelerden oluşuyordu. Kriz sonrasında bu oran tırmanmış; 2012’nin ilk altı ayında yüzde 73’ü aşmış; toplamda 318 milyar dolara ulaşmış oldu. Özel sektörün tasarruf açığını kısa vadeli dış borçlanmayla aşmaya çalışmakta.
Ayrıca sermaye hareketlerinin serbestleşmesi yabancı sermaye girişlerini artıracağı, ulusal tasarruflardaki yetersizliği telâfi edeceği ve böylece sermaye birikimini arttıracağı yönündeki neo-liberal beklenti Türkiye’de gerçekleşmemiş, 1998 ile 2011 arasında sermaye birikim oranı ise yüzde 22,9’dan yüzde 21,7’ye düşmüştür.
İslamcı sermayenin AKP ile altın yılları
Turgut Özal’ın başlattığı neo-liberal dönüşümün 21. yüzyıldaki taşıyıcısı olan İslamcı/muhafazakâr AKP, 10 yıllık iktidarı boyunca burjuvazinin tüm kesimlerini çatısı altında birleştirebilmekle beraber var oluşunun temel dayanaklarından biri olan İslamcı sermayenin daha da güçlenmesine yol açtı.
Özal döneminde ilk gelişme ivmesini sağlayan İslamcı sermaye 1990’larda hem işletme ölçekleri hem de sermaye birikimlerini oluşturmaları açısından bir farklılık yaşadı. Özellikle MÜSİAD üyelerinin önemli bir kısmı 1980’lerde Arap finans kurumlarınca fonlanan, Vakıflar Yasası’ndaki değişiklikle kentsel rantlardan daha çok yararlanabilen cemaatlerin oluşturduğu çerçevede şekillendi.
Geleneksel küçük burjuvazi içinden gelip, organize sanayi bölgelerinde sağlanan ayrıcalık ve teşviklerle gelişen KOBİ sahipleriyle, belediyeye iş yapan ticaret ve inşaat sektörü temsilcilerinin bu sermayenin en dinamik unsurları olduğu biliniyor. Ayrıca emek-sermaye ilişkisi içinde değerlendirildiğinde İslamcı sermayenin, sendikal hak ve özgürlükleri devre dışı bırakarak emek maliyetlerini asgari düzeyde tutmayı sağladığı ve kişisel ilişkilere dayalı, otoriter bir ilişki biçimini hâkim kıldığı söylenebilir.
1980’lerde görünür hale gelen İslamcı sermaye AKP’li yıllarda ise büyük kâr oranlarıyla ciddi bir gelişme dinamiği yakaladı.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her yıl yayımlanan ve Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunu sıralayan 2009 yılı İSO 500 çalışması, hükümet yandaşı-İslamcı sermayenin çarpıcı biçimde yükselişine tanıklık etti.
Listeye 2009’da İslamcı Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) üyelerine ait 31 firma girdi. Dernekten verilen bilgiye göre derneğin ilk kurulduğu yıl olan 1990’da bu sayı 8, 2007’de ise 23 idi.
Öte yandan, Fethullah Gülen cemaatinin sermaye kuruluşu Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON), 2009 listesinde 45 şirketiyle yer aldı. 2005 yılında kurulan derneğin kısa sürede bu ağırlığa erişmesi, cemaatin Afrika ve Ortadoğu’ya yönelik hükümet destekli girişimlerle kazandığı gücü gösteriyor.
Bir başka örnek ise İslami sermayenin amiral gemisi olan Ülker Grubu’ndan verilebilir. “En zengin 100 Türk” araştırmasına bu yıl 3. sıradan giren Ülker’in ismi en son otoyolları ve köprülerin özelleştirilmesinde Koç holdingle yaptığı ortaklıkla anıldı.

AKP'li yıllarda emekçi düşmanı saldırının bilançosu

Bugün 10 yılını tamamlayan AKP iktidarı neo-liberal dönüşüm sürecinde birçok önemli adım atarken iş kanunundan, sosyal güvenliğe, sendikalar kanunundan ulusal istihdam stratejisine kadar birçok emekçi düşmanı yasal düzenlemenin altına da imza attı.
12 Eylül askeri cuntasının ardından hayata geçirilen 24 Ocak kararlarıyla başlayan neo-liberal dönüşüm bugün onuncu yılı dolduran AKP iktidarıyla ciddi bir gelişme çizgisi yakaladı. Sermaye sınıfının önemli temsilcilerinden Halit Narin’in “20 yıldır işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde” şeklinde özetlediği sosyo-ekonomik ve ideolojik dönüşüm neo-liberalizm çerçevesinde sirayet etti.
1980’lerde hızlı başlamakla birlikte 90’lı yıllarda sekteye uğrayan dönüşüm, İslamcı/muhafazakâr AKP hükümetinin tarih sahnesine çıkmasıyla 2000’li yıllarda hızla ilerlemiştir. Sermayenin özünde ise mali sermayenin işçi sınıfı üzerinde hegemonyasını arttırmasına dayalı olan neo-liberal öğreti AKP’li yıllarda toplumsal yaşamın tümünü yeniden biçimlendirdi.
Otoriter, gerici ve piyasacı nitelikleriyle ön plana çıkan hegemonik iktidar bloğunu temsilcisi AKP, emek-sermaye ilişkisine ve çalışma yaşamına ise esneklik paradigmasıyla müdahale ediyor.
10 yıllık iktidarı boyunca işçi sınıfının sahip olduğu yasal ve sosyal korumaları önemli ölçüde azaltarak fiilen uygulanmakta olan taşeron, geçici ve güvencesiz çalışma biçimlerini kurumsallaştıracak adımlar attı/atıyor.
4–C: Devlet eliyle kölelik
Emekçi düşmanı AKP’yi iktidarı boyunca belki de en çok sarsmış olan Tekel direnişinin temel konusuydu 4-C. 4C’ye karşı mücadele eden ve aylarca Ankara’nın ortasında çadırlarda kalarak haklarını savunan işçilere toplumun her kesiminden çok geniş destek verilmişti. Peki neydi bu 4-C?
AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda yaptığı düzenlemelerden biri 4-C. 2004 yılından 7898 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan esaslar çerçevesinde, kamu kurum ve kuruluşlarındaki geçici mahiyette işleri yürütmek üzere, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun değişik 4 üncü maddesinin (C) fıkrasına göre geçici personel çalıştırılması düzenlendi.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesi, kamu çalışanlarını 4-A, 4-B, 4-C ve 4-D olmak üzere farklı statülerde tanımlıyor. 4-C statüsünde çalışanlar, ‘bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet görenler’ olarak tanımlanıyor.
4-C statüsünde çalışanların, çalışma saat ve sürelerinin belirlenmesinde; devlet memurları için tespit edilen çalışma saat ve süreleri dikkate alınırken, çalışanın kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırma zorunluluğu bulunuyor. Esnekleştirme, 4-C ile kamuda hayata geçiyor.
4-C’de istihdam edilen çalışanlar mevsimlik işçi olarak tanımlandığından, memur statüsüne dâhil edilmiyor ve 4-C maddesinde yer alan ‘…sözleşme ile çalışan ve işçi sayılmayan kişilerdir’ ifadesinden ötürü de, ne işçi ne de memur sendikalarından birine örgütlenemiyor ve hakları için mücadele edemiyorlar.
4-C çalışanlarına, istihdam edildikleri süre boyunca kazanç getirici herhangi bir işte çalışmama şartı getirilirken, ikramiye, prim ve yardım gibi ek ödemeler de yapılmıyor. Dört ayda iki günden fazla sağlık raporu alamayan ve mazeret izni kullanamayan 4-C çalışanları, aynı zamanda emeklilik ikramiyesi de alamıyorlar. Sözleşmenin feshi hâlinde tazminat hakkı yoktur. Hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez. Sendikaya üye olamazlar.
Tekel direnişinin hatırlattığı bir diğer önemli başlık ise özelleştirme çetesi oldu. Bilindiği gibi 24 Ocak kararlarının mimarı Özal’lı yıllardan bu yana kamu işletmeleri ve kamu varlıkları, özelleştirme politikaları doğrultusunda yağmalanıyor. Yağma süreci zaman zaman kesintiye uğramış, ancak AKP hükümeti ile birlikte baş döndürücü bir tempoya kavuştu. Türkiye’de Özal döneminde tohumları atılan özeleştirme yağmasının asıl ürünleri AKP’li yıllarda toplandı.
Sermayeye kriz sürecinde önemli bir rant kapısı açacak olan özelleştirmeler ile AKP hükümeti, bütçede daha fazla genişletilemeyeceği açığın finansmanını sağlamaya çalışacak. Hem sermaye hem de AKP hükümeti kazanacak. AKP’li yıllarda (2003-2011) özelleştirme çalışmaları yoğunlaşmış ve bu dönemde yaklaşık 35 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde edilmişti.
Milli Piyango’dan, köprü ve otoyollara, elektrik dağıtım işletmelrinden İGDAŞ’a, Başkent Doğal Gaz’dan Tüpraş’a, Halkbankası’ndan Türk Telekom’a, Petkim'den İdo’ya kadar bir hayli kalabalık AKP’nin özelleştirme listesi.
2003 yılında Seka Balıkesir İşletmesi, Petkim Standart Kimya Şirketi, Seka Aksu İşletmesi, Kuşadası limanı, TCDD İzmir Limanı, 2004’de EBK Manisa Et ve Tavuk Kombinası, Kütahya Şeker Fabrikası, THY'deki kamu hisselerinin %23'ü, ETİ Gümüş, Sümerbank Diyarbakır İşletmesi, Tekel Alkollü İçkiler Sanayi, 2005’te Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura, Seka İzmit İşletmeleri, Türk Telekom, Tüpraş, Eti Seydişehir Alüminyum , 2006’da Tüpraş, Erdemir, TCDD Derince Limanı, 2008’de Pektim, TCDD Bandırma ve Samsun Limanları, Ankara Doğalgaz Üretim'ne ait 9 santral, Tekel Sigara Sanayi İşletmeleri, 2009’da Başkent Elektrik Dağıtım, Kastamonu, Kırşehir, Turhal, Yozgat, Çorum ve Çarşamba şeker fabrikaları satılan kurum ve kuruluşlardan bazıları.
Önce iş kanunu sermayenin ihtiyaçlarına göre değişti
Birinciden farklı değerlere, zihniyete, paradigmaya sahip olan ve yeni rejimin kurucu metni olan yeni bir Anayasa hazırlığı içindeki AKP, gerici ve sınıfsal karakterine uygun olarak birçok alanda hukuki dayanaklarını oluşturmaya devam ediyor.
AKP iktidarı 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu ile bireysel iş ilişkileri alanını kısmen de olsa “güvencesiz, esnek ve taşeron” çalışma biçimine göre yeniden düzendi.
2000 ve sonrasında bir yandan piyasada yaygınlaşmış bulunan güvencesizlik yasal düzenlemeye bağlanırken, öte yandan sendikal hareketi baskı altında tutan engelleme ve yasaklar da sürdürüldü. 2003 yılında çıkarılan 4857 sayılı yeni İş Yasası AKP iktidarının 24 Ocak kararları ve 12 Eylül düzeninin bir devamı olarak sermaye yanlısı politikalarla varlığını sürdüreceğini açıkça ortaya koydu. Bu iş yasası ile iş güvencesi geriletilmiş, işçilerin çalışma koşulları güvencesiz hale getirilmiş, esnek çalışma biçimleri düzenlenmiş ve birçok kazanılmış hak yok edildi.
Sonra yeni yasayla sosyal güvenlik tasfiye edildi
İşçi düşmanı AKP hükümeti yalnızca İş Kanunu’na değil, sosyal güvenliği de piyasaya açtı. 1 Ekim 2008'de yürürlüğe giren 5510 sayılı Kanun’la emeklilik yaşı 65'e yükseltilirken, bu yasaya tabi olanlar emekli olduklarında ücretli bir işte çalıştıkları takdirde maaşı kesilecek. Ayrıca emekli maaşı da kademeli olarak düşürüldü.
2008 yılında yürürlüğe konulan Sosyal Güvenlik Yasası ile sağlık ve emeklilik alanında hak kayıplarına yol açan ve ücret dışı işgücü maliyetlerini azaltma hedefiyle uyumlu yeni bir sosyal güvenlik düzeni oluşturuldu. 2011 yılında yürürlüğe konulan 6111 sayılı Torba Yasa ile işsizlik sigortası fonunda birikmiş kaynaklara el koymanın yolu açılmış, tarihin en büyük sürgünü yaşatılarak kamu çalışanlarının güvenceleri geriletilmiş, yerel yönetimlerde taşeronlaşmayı daha fazla yaygınlaştıracak tasfiyeler düzenlenmiş ve bazı esnek çalışma türlerini yasalaştırma amaçlandı.
AKP bir an önce "mezarda emeklilik" istiyor
Geçtiğimiz ağustos ayında yapılmış olan Bakanlar Kurulu'nda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, bütçenin "kara deliği" olarak tanımladığı sosyal güvenlik açıklarının neden kapanmadığı konusunu gündeme getirmişti. Bakanlık, bütçe açığına çare olarak ise emeklilik yaşının biran önce yükseltilmesini görüştüklerini bildirmişti.
Emeklilik sisteminde özel şirketlerin yer alacağı, işveren katkısı gözetmeden tüm primlerin çalışan tarafından karşılanacağı Bireysel Emeklilik Sistemiyle, sosyal güvenliğin özelleştirilmesinde önemli bir adım atan AKP hükümeti, şimdi de zaten 65 olan emeklilik yaşının tarihini öne çekmeye hazırlanıyor.
Mevcut düzenlemeye göre, 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu ile emeklilik yaşı kadınlar için 58 erkekler için 60 olmasına karşın AKP hükümeti, 2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanun ile 2035’ten itibaren kademeli artış ile birlikte 2048 yılında hem kadın hem de erkeklerin 65 yaşında emekli olmasına neden olmuştu.
Kademeli artış ile ancak 2048’de uygulamaya geçecek olan yüksek emeklilik yaşını geç bulan AKP, şimdi de bu tarihi öne çekmek için kolları sıvamış durumda.
Ve daha sonra sendikalar ve toplu iş ilişkileri yasası sermayeye göre düzenlendi
Öncelikle bireysel iş ilişkileri alanını kısmen de olsa “güvencesiz, esnek ve taşeron” çalışma biçimine göre yeniden biçimlendiren AKP, son olarak söz konusu ilkeler çerçevesinde sendikal alana ve toplu iş ilişkilerine müdahale etti
Buna göre AKP iktidarının toplu iş ilişkileri yasası 18 Ekim 2012 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Meclis’te kabul edilerek Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu (STİSK), neo-liberal emek rejiminin yasal dayanaklarından biri olarak kabul edilmelidir.
Bu bağlamda, devlet ve sermaye arasındaki bütünleşmenin ciddi bir sıçrama yaşadığı AKP’li yıllarda egemenlik alanını genişleten ve sağlamlaştıran sermaye sınıfının, toplu iş ilişkileri alanını da esneklik paradigması çerçevesinde biçimlendirdiği söylenebilir. Böylece toplu iş ilişkilerinin de Türkiye’deki çalışma ilişkilerinin bir gerçeği olan ve fiilen uygulandığı bilinen taşeron, güvencesiz, esnek ve geçici çalışma biçimine dayalı olan esneklik paradigması doğrultusunda yeni bir yasal düzenlemeye tabi kılındığı rahatlıkla ifade edilebilir.
Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapmak için sahip olmaları gereken ehliyet ve yetki barajları 6356 sayılı yeni yasadaki en tartışmalı başlıklarda biri olarak karşımıza çıkıyor. AKP hükümetinin kamuoyunu yanlış yönlendirerek yüzde 10’dan yüzde 3’e düşürdüğünü iddia ettiği iş kolu barajı kademeli olarak arttırıldı. İşkolundaki yüzde 3 barajının yanı sıra, iş yerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının (İşyeri barajı %50+1,), işletmede ise yüzde 40'ının kendi üyesi bulunması şartını arayacak.
Böylece 12 Eylül yasalarının gerisine düşülerek emekçilerin en önemli tarihsel kazanımlarından biri olan Toplu İş Sözleşmesi (TİS) hakkı artık hayal oldu.
Ucuz, güvencesiz istihdam stratejisi
Son olarak AKP hükümeti tarafından gündeme getirilen Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı yukarıda kısaca özetlenen saldırıların devamı olarak gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ekonomik gelişmenin sağlanması ve işsizliğin geriletilmesi emekçilerin güvenceleri zayıflatılarak ve kazanılmış haklar yok edilerek gerçekleştirilmeye çalışılmakta.
Strateji belgesinde yer alan; belirli süreli sözleşmeler sürekli hale getiren, taşeronluk sistemini tüm işlere yaymayı amaçlayan, özel istihdam bürolarıyla işçilerin her türlü güvencesini yok eden, asgari ücreti bölgelere göre farklılaştırmaya yönelik ve işletmelerin maliyetlerini azaltmak amacıyla kıdem tazminatının fona devrini öngören tüm düzenlemeler bu durumun açık örnekleri niteliğinde.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2009 yılından bu yana hazırlıklarını sürdürdüğü "Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı 2012-2023" ismiyle 08.02.2012 tarihinde taraflara sunuldu. Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) temel olarak büyüme ile istihdam arasındaki bağın koptuğu günümüz kapitalizminde, derinleşen işsizlik sorununa verilmiş neo-liberal bir cevap. Amacı ise fiiliyatta uygulanan taşeron, güvencesiz, esnek ve geçici çalışma biçimine hukuki dayanak kazandırmak.
UİS belgesiyle mevzuatta yer alan kısmi süreli çalışma, belirli süreli çalışma ve çağrı üzerine çalışmaya ek olarak geçici istihdam büroları aracılığıyla geçici süreli çalışma, uzaktan çalışma, iş paylaşımı ve esnek zaman modeli gibi yeni çalışma biçimlerinin uygulanması planlanıyor.
Ayrıca kamuoyunda “modern kölelik” olarak bilinen bu uygulamaya göreyse, özel istihdam büroları iş bulmaya aracılık etmekten ziyade bizzat kendileri işveren olacak ve kendilerine üye işçileri başka şirketlere kiralayabilecekler.
Diğer taraftan UİS belgesinde sermaye üzerinde, işçilik maliyetinden kaynaklanan mali “yükleri” azaltmak ve işverenin rekabet edebilirliğini arttırmak için bölgesel asgari ücret uygulamasına geçileceği beyan ediliyor. Mevcut uygulamaya göre tespit edilen asgari ücret zaten açlık ve yoksulluk sınırının altında kalıp, işçinin geçimini sağlamaktan uzakken; asgari ücretin bölgesel olarak belirlenmesi ise söz konusu sefaleti daha da derinleştirecek.
Ve tabi kıdem tazminatı. Sermayenin ve AKP’nin göz diktiği kıdem tazminatının fona devredilmesi isteniyor. Bu fon emekçilerin kazanılmış haklarını gasp edecek bir uygulama. Çünkü işçinin birikmiş emeğinin bedeli olmasının yanı sıra iş güvencesinin teminatı olan kıdem tazminatının fona devredilmesi işçinin kolaylıkla işten çıkarılmasına neden olacak.

Eğitimde 10 yıllık bilanço: Kindar, dindar, mutsuz nesil

3 Kasım 2012 itibariyle iktidardaki 10. yılını dolduran AKP’nin topyekûn saldırdığı alanlardan biri de eğitim sistemi oldu. 10 yılın panoramasına bakıldığında bilanço ağır.
10 yıllık iktidarı boyunca eğitim alanına özel bir önem atfeden AKP, yeni düzenin temellerini dinselleştirdiği, piyasalaştırdığı eğitim sistemiyle, dindarlaştırıp, kindarlaştırdığı genç nesillerle sağlamlaştırmayı planlıyor.
Hayata ve üretime dönük, parasız, eşitlikçi, laik, bilimsel bir eğitimi sistemini düzenlemekle mükellef olan Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’li yıllarda maruz kalınan dört bakanın (Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Çubukçu, Ömer Dinçer) ve başbakanlarının "vizyon"u eşliğinde KHK’larla, türlü hukuk ihlalleri eşliğinde çıkarılan yasalarla, temel olarak anayasaya aykırı bir biçimde yeniden şekillendirildi.

Topyekün gericileşme…

AKP’nin eğitim alanında attığı adımlardan, yaratılan fiili durumlar dolayımıyla en yoğun olarak bilineni, sistemin boşluk bırakılmayacak şekilde dinselleştirilmesi oldu. İktidara geldiği dönemde, imam hatip lisesi öğrencilerinin katsayı mağduriyeti ve üniversitelerdeki türban yasağı üzerinden görünürde “defansif” bir siyasi tutum takınan hükümetin, kimseye danışmadan hızlıca attığı son adım 2012’de hızla yasalaştırdığı 4+4+4 eğitim modeli oldu.
İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri’nin kız ve erkek öğrenciler için 'Cinsel istismar vb. durumlarla karşılaşılmaması için mesafe 1 metreden az olmayacaktır' şeklinde kararlar aldığı, İstanbul gibi metropollerde bile kız ve erkek öğrencilerin teneffüste aynı bahçeye çıkamadığı, kız çocuklarının eğitimi engellenmesin biçiminde pazarlanan karma eğitim önerilerini, 4+4+4 sistemi takip etti. İşini şansa bırakmayan hükümet, anayasasına göre laik demokratik ve sosyal hukuk devleti olan bir ülkede, anayasayı da ihlal etmek suretiyle 2012 Mart ayında eğitimi dinselleştirmenin “yasasını” çıkardı.
Evrimi anlatan biyoloji öğretmeni ile, “Çanakkale Savaşları gökten inen yeşil cüppelilerce kazanılmadı” diyen tarih öğretmenine ceza verilirken, Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkın” diyen öğrenciyi üniversiteden atan rektör, TÜBA üyeliğiyle onurlandırıldı.
Zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirildiği, öğrenim çağındaki çocuğun okula gitmesi zorunluluğunu ortadan kaldıran sistem, kız çocuklarının ailelerinin tercihleri doğrultusunda eğitimle ilişkisinin kesilmesini, okumalarını kolaylaştıracağını iddia edip “demokratik bir çaba sarfediyoruz” kılıfıyla sundu.
Seçmeli dersler, Diyanet...
Seçmeli olarak sunulan Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler ve Arapça dersleri ise, pek çok okul yönetimi tarafından seçmeli formatından çıkarılıp dayatma suretiyle zorunlu ders haline getirildi. Bu şekilde,10 yaşında bir çocuğun, beşinci sınıftayken haftada 10 saat din temelli ders alması mümkün kılındı. Aynı yaş grubunda ve imam hatip ortaokullarında okuyacak olan öğrenciler içinse 11 saat olan din dersleri sayısı düşünüldüğünde, bu tabloda, AKP’nin müfredatıyla tüm okulların imam hatipleştiriliyor olduğu açıkça görülüyor.
Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün öne çıkarılmasıyla ilgili adımı ise AKP’nin "kendini aştığı" bir konu oldu. 652 sayılı KHK ile kapatılan Okul İçi Beden Eğitimi, Spor ve İzcilik Dairesi Başkanlığı’nın okul içi beden eğitimi, spor ve izcilik işlerini yürütme görevi, gerici bir hamleyle DÖGM’nin sorumluluğuna verildi. Bu uygulama ile yapılan futbol, tenis, basketbol federasyonlarının Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmasıyla aynı anlamı taşıyacak kadar “yaratıcı” bir AKP hamlesi oldu.
Evrimi anlatan biyoloji öğretmeni ile, “Çanakkale Savaşları gökten inen yeşil cüppelilerce kazanılmadı” diyen tarih öğretmenine ceza verilirken, Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkın” diyen öğrenciyi üniversiteden atan rektör, TÜBA üyeliğiyle onurlandırıldı.
AKP iktidarında anadilde eğitimi savunduğu için Eğitim-Sen hakkında kapatma davası açıldı. "Kürt açılımı" ile birlikte anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılacağına dair bir umut yaratıldı, ancak gelinen noktada anadilde eğitimin "şeytana uymak" olduğu üst düzey AKP'liler tarafından dile getirilmeye başlandı.
Ömer Dinçer'in marifetleri
Bahsi geçen uygulamaların uygulayıcısı Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu an görevde bulunan bakanı Ömer Dinçer’in 1995 yılında yaptığı bir açıklama şöyle:
“Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiğini ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanısını taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin, daha katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanı geldiğine inanıyorum.”
Para, şike, intihal…
1924’te bilimsel, parasız ve karma eğitime geçen Türkiye’de AKP’li yıllar ilk ve orta öğretimde öğrenciden katkı payı almanın kural, üniversitede parasız eğitim talebinde bulunmanın ise aylarca tutuklu kalmaya yetecek bir suç sayıldığı dönem oldu. Parasız, kamusal, özerk ve bilimsel eğitim talebiyle yapılan öğrenci eylemleri, polisin en büyük ilgisine mazhar olan eylemler haline geldi.
Zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirildiği, öğrenim çağındaki çocuğun okula gitmesi zorunluluğunu ortadan kaldıran sistem, kız çocuklarının ailelerinin tercihleri doğrultusunda eğitimle ilişkisinin kesilmesini, okumalarını kolaylaştıracağını iddia edip “demokratik bir çaba sarfediyoruz” kılıfıyla sundu.
Eğitim kurumları serbest piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda temellendirilirken, “işgücü piyasası ihtiyaç analizleri” yapıldı, mesleki ve teknik eğitim patronların hizmeti için yapılandırıldı. 4+4+4 eğitim modelinin en çok tartışılan yanlarından biri de, patronların hizmetine girecek çocuk işçiliğini yaygın ve meşru kılması oldu.
Bologna Süreci ile, üniversitelerin ticarileşmesi, mütevelli heyetlerin kurulması, akademisyenliğin performansa göre ve de esnek istihdamı isteyen kuruluşlar haline gelmesi için adımlar atıldı. 2011’de düzenlenen “Uluslararası Yükseköğretim Kongresi: Yeni Yönelişler ve Sorunlar” toplantısında Cumhurbaşkanı, “Devlet üniversiteleri arasındaki rekabeti elastik bir yapıya kavuşturduğumuzda, performansları açık ölçüldüğünde ve ilan edildiğinde bu rekabet başlayacaktır” açıklamasıyla şirket üniversite modelini izah etti. Öte yandan aynı toplantıda yükseköğretimin finansmanı için Amerikancı bir model olan, öğrencinin üniversite bedelini ödemesini savunan davetli konuşmacı, kısa bir süre sonra TÜBİTAK başkanlığına getirilerek, bilim üretmesi gereken bir kurumun piyasacı ruhu tasdik edildi.
TÜBA gibi kuruluş nedenlerinden biri Türkiye’deki bilim karşıtlığı ile mücadele etmek olarak tanımlanan bir kurum Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlandı, ilgili bakanın ifadesiyle “yüksek nitelikteki bilim adamlarının yer aldığı, özel çalışmaların yapıldığı bir mekana dönüştürmenin hedeflendiği” bir yapıya evriltildi.
TÜBİTAK, Darwin’li dergi kapağına sansür uygulayan, Feza Gürsoy Enstitüsü ise temel niteliği yok edilen kurumlar haline geldi.
Üniversitelerde yapılan rektör seçimlerinde ilk sırada yer alan adayların değil, AKP'ye yakınlığı bilinen isimlerin atanması "sıradan" bir durum olurken, 23 yeni üniversite kuran AKP, “türbana özgürlük” imzacılarını rektörlükle ödüllendirmeyi de gelenek haline getirdi.
AKP’nin ÖSYM’si ise seri skandal üretimi yapan bir kurum oldu. 2010’da şifre skandalıyla KPSS’yi iptal eden ÖSYM, 2011 YGS’de de soruları cemaate servis etmekten kendini alıkoyamadı. Mod medyan şifre yöntemiyle doğru yanıtların paylaşıldığı pek çok uzman tarafından doğrulanırken, sınav öncesinde internette mod ve medyan konularını tıklayanların sayısının tavan yaptığı ve sınav sonrası bu sayının hemen düştüğü tespit edildi ancak ÖSYM skandalı inkar etti. Başbakan Tayyip Erdoğan eleştirenleri şerefsizlikle suçlasa da ÖSYM Başkanı Ali Demir’in tek skandalı bu değildi. Ali Demir, Alman Peter Latzke'nin yazdığı makaleleri 1990 yılında Teknik ve Tekstil adlı dergide dokuz bölüm süren bir yazı dizisinde kendi yazmış gibi göstermiş ve intihalin fark edilmesi üzerine 'özür' yazısı yayımlamıştı.
Bologna Süreci ile, üniversitelerin ticarileşmesi, mütevelli heyetlerin kurulması, akademisyenliğin performansa göre ve de esnek istihdamı isteyen kuruluşlar haline gelmesi için adımlar atıldı.
Elbette söz konusu intihal, şike olduğunda AKP kadroları son derece iddialı durdular. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de intihal suçu işleyen ve yargılanan bir “eğitim bakanı” olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Bilimsel sahtekarlık olarak da adlandırılan intihal olayı, bilim açısından en ağır suçlardan biri olsa da bu suçu işlediği kesinleşmiş ve YÖK tarafından öğretim üyeliği mesleğinden çıkarılmış bir kimse, Türkiye’de Milli Eğitim Bakanı olabiliyor.
AKP’nin eğitim sistemi neye mal oldu…
Dinselleşme,rekabet ve piyasalaşma hem birbirini besleyen hem de bilimsel, eşitlikçi ve kamusal eğitimi yok eden bir model olarak sistemleşirken, Başbakan’ın vizyonunu tartışması söz konusu bile edilmeyecek genç nesiller, Türkiye’nin geleceğini körleştirmenin kadroları ilan edildi. Türk-Eğitim-Sen’in bir araştırmasına göre, öğretmenlerin yüzde 75'i okulunda şiddet uygulayan öğrenci olduğunu ve yüzde 43'ü öğrencinin kesici alet taşıdığını, yüzde 23'ü de öğrencisi tarafından cinsel, fiziksel, psikolojik ve sözlü tacize maruz kaldığını belirtiyor, Meclis Araştırma Komisyonu öğrencilerin %7.7’sinin çete üyesi olduğunu söylüyor.
Antalya’da lise öğrencileri arasında yapılan bir çalışmada, öğrencilerin % 80’inden çoğunun Apollon Tapınağı’nı bilmediği, Kenan Evren’i tanımadığı ortaya çıktı.
Sonuç olarak, bilimsel anlayışla bağdaşmayan, bilim karşıtlığını pekiştiren AKP’nin elinde Türkiye, on bin kişiden sadece birinin kitap okuduğu, evrim kuramını kabul etmeyen öğretim üyelerinin oranının yüzde 29'u, öğrenci ve personelin oranının ise yüzde 55'i bulduğu, AKP'nin atadığı lise müdürünün, "okulun üzerindeki karabulutları ve kötü şansı dağıtmak için" kurşun döktürdüğü, 135 bin öğretmen açığının olduğu ancak öğretmenlerin ataması yapılmadığı için intihar ettikleri bir ülke olurken yeni nesil ise mutsuz, kindar ve başka bir ülkede yaşamanın hayalini kuran gençler haline getirildi.

AKP'nin 10 yıllık iktidarında kritik süreçler: Davalar!

AKP’nin 10 yıllık iktidarı binlerce insanı kapsayan operasyonel davalar, soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar barındırıyor. Gizli tanıklar, isimsiz ihbarlar, dijital deliller, üretilmiş deliller eliyle binlerce “terörist” yaratan AKP, 12 Eylül’le hesaplaşmak bir yana sürdürücüsü ve mirasçısı olduğunu ortaya koyuyor.
3 Kasım 2002’de kuruluşunu ilan eden AKP’nin 10 yıllık sicili gizli tanıklar, isimsiz ihbarlar, sahte dijital veriler, üretilmiş deliller eliyle yaratılmış davalar ve binlerce tutsak barındırıyor. AKP iktidarının hedef aldığı kesimler Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh, KCK gibi devasa operasyonel davaların sanığı haline getirildi. Ev baskınları, gece yarısı sorguları, üretilen deliller, telefon dinlemeleri, yapılan “sehvenler” ile hukuk, adil yargılanma yerle bir edilerek binlerce kişi “terör örgütü üyesi” haline getirildi.
Devletin içindeki eski kontrgerilla unsurları ile siyasetçileri, aydınları ve gazetecileri aynı torbaya doldurarak kamuoyu önüne çıkartan AKP ve yargı, yandaş medyanın da büyük desteğiyle bütün davaları ve bu davaların temsil ettiği toplumsal kesimleri birbirlerine karşı kullanmayı başardı. Örneğin; Devrimci Karargâh ve Oda TV davasında yargılanan eski polis şefi Hanefi Avcı'nın işkenceciliği ortaya atılırken, Balyoz'cuların darbeciliği, Ergenekon'cuların ulusalcılığı ve Kürt düşmanlığı, KCK'lilerin "bölücülüğü" öne sürüldü.
Metin Lokumcu’nun katledilmesi sonucu yapılan protesto eylemlerinden ötürü devrimciler “terörist” suçlamasıyla yargılandı. AKP’nin 10 yıllık iktidarı binlerce öğrenciyi, gazeteciyi, aydını, akademisyeni, yazarı, siyasetçiyi tutsak ederek, “dışarıyı” baskı altına alarak ülkeyi cezaevine çevirirken “darbeyle hesaplaşma” iddiasında olduğu 12 Eylül davasıyla da 12 Eylül’ü akladı, 12 Eylül’ün sürdürücüsü ve mirasçısı olduğunu ilan etti.
Siyasi manipülasyon aracı olarak kullanılan davalar, Türkiye'de 1. Cumhuriyet'ten 2. Cumhuriyet'e geçişin en önemli dayanak noktaları olarak varlığını koruyor.
Ergenekon davası
Ergenekon davası “isimsiz gelen ihbarlar” davası olarak AKP’nin en kapsamlı operasyonel davalarından biri oldu. Ümraniye bombası, Kafes, Poyrazköy, Amirallere suikast, Islak İmza, ÇYDD baskını gibi sarsıcı müdahalelerin yapıldığı Ergenekon operasyonları 12 Temmuz 2006’da yeni kurulan “aloihbar” adlı bir siteye “Piyade Kurmay Yarbay” adıyla bir e-posta gönderilmesiyle başladı.
29 Ekim 1999 tarihinde hazırlandığı belirtilen “Ergenekon çatısı altındaki lobinin belgesi” başlıklı “çok gizli” ibareli yazıda “Ergenekon” adı gizli bir örgütten bahsedildi. Askerin kontrol altında tutacağı birimler yapılandırılmasını hedeflediği iddia edilen davanın temelini Tuncay Güney adında mesleği, kişiliği, ne olduğu tartışmalı olan birinin emniyetteki anlatımları oluşturdu. Ayrıca 12 Mayıs 2001’de Aksiyon dergisinde yayınlanan “Yeniden yapılanmanın aktörü: Ergenekon…” isimli bir lobi belgesi de davanın temelini oluşturdu.
MİT Kontrterör Dairesi eski başkanı Mehmet Eymür’ün Ergenekon soruşturmasına yardım ettiği resmi belgelere de geçti. İddianameye dayanak yapılan ifadelerin sahibi Tuncay Güney ise davanın ne sanığı, ne tanığı, ne müştekisi ne de mağduru oldu.
12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduda çatı arasında, üzerinde askeri mühimmat istif kartı bile yapıştırılmış bir sandık bomba bulundu. Bombalar bir telefon ihbarıyla ele geçirildi. İhbarı değerlendiren Ümraniye Asayiş Büro ve İstanbul Terörle Mücadele Birimi Şubesi polisleri, Ümraniye Savcılığı’nın 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nden aldığı arama kararıyla gecekonduyu bastı. İhbarda belirtildiği gibi tahta sandıkta savunma ve taaruz tipi el bombaları bulundu. Evde bombalara ilişkin tutanak düzenlenmedi, karakolda düzenlenen tutanakların sanki gecekonduda düzenlenmiş gibi gösterildiği ortaya çıktı.
Ergenekon’u başlatan Ümraniye bombalarının bulunduğu gecekonduda hiçbir olay yeri incelemesi yapılmadı. Olay yeri tespit tutanağı, krokisi yoktu. Aramayı gösteren tek bir kare fotoğraf veya video da yoktu. Olay yeri inceleme ekibi gecekonduya sokulmadı, parmak izi incelemeleri için bulunan malzemeler istenildi ve verilmedi. Bombalar karakolda videoya kaydedildi ve ses kaydı yapıldığından haberdar olmayan polislerin aralarında daha Ergenekon soruşturması başlamadan, “Soruşturma Ergenekon olduğu zaman…” gibi cümleler kurdukları ortaya çıktı.
Ardından Ergenekon operasyonları dalga dalga yürütülmeye başladı. Tutuklamalar, baskınlar, aramalar, gözaltılar ile operasyonlar adeta ülkenin gündemine oturdu. Hazırlanan binlerce sayfalık iddianamelerde birçok çarpıklıkların bulunduğu ileri sürüldü, çarpıklıklar defalarca duruşmalarda dile getirildi, gerek hazırlanan bilirkişi raporlarıyla da üretilen delillerin sahteliği belgelendi. “Poyrazköy davası”, “Amirallere Suikast”, “Askeri Casusluk ve şantaj” gibi davalar eliyle de sayısız iddialar üretildi, evlere baskın yapıldı, “delil” diye tanımlanan birçok belgeye el konuldu.
Dilovası, Tükenmez Kalem, Anadolu, Kıskaç, Sokak Lambası gibi gizli tanıklar üretilirken 2008 yılında değiştirilen yönetmelikle gizli tanıklar için kimliğini ortaya çıkaracak soruların sorulması yasaklandı.
Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesinin bomba ve molotof saldırısı davaları ile 1,2,3 olarak süren Ergenekon davaları da birleştirilerek 194 sanıklı 5818 sayfa iddianameli dava devasa bir yargılamaya dönüştü, yargılama halen devam ediyor.
Balyoz Davası
Balyoz davası, AKP dönemindeki Ergenekon, Oda Tv, KCK, Devrimci Karargah benzeri davalardan bir tanesi olarak, siyasi iktidarın yaratmak istediği "yeni Türkiye" açısından önemli dönemeçlerden bir tanesiydi.
20 Ocak 2010 tarihli Taraf gazetesi, "Fatih Camii Bombalanacaktı" manşetiyle çıktı. Buna göre, 2003 tarihli "Çarşaf" ve "Sakal" kodlu eylem planlarında "darbe ortamı yaratmak" amacıyla Fatih ve Beyazıt camilerinin bombalanması hedeflenmişti. Bu planın arkasında, dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan vardı. İddiaya göre planın ana fikri, "kaos ortamı yaratarak" AKP'yi devirmekti.
Bundan bir gün sonra, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Mehmet Berk, Bilal Bayraktar ve Ali Haydar'ı görevlendirerek konu hakkında inceleme başlattı. 30 Ocak'ta ise, Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu, darbe planı iddialarına ilişkin belgeleri bir bavul içerisinde Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne teslim etti.
Savcıların bir aylık incelemesinden sonra 22 Şubat 2010’daki ilk dalgada, aralarında emekli generaller ve muvazzaf subayların da bulunduğu 49 asker gözaltına alındı. Savcılar Mehmet Ergül, Murat Yönder, Süleyman Pehlivan ve Ali Haydar’ın darbe planıyla ilgili hazırladığı iddianameyi İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 9 Temmuz 2010’da kabul etti. Tamamı asker 196 sanık hakkında böylece dava açılmış oldu.
Dava iddianamesindeki tutarsızlıklar küçük bir araştırmayla fark edilebilecek durumda. Savcının iddiasına göre, davanın temel aldığı delil, 12 Aralık 2002 tarihinde oluşturulmuş ve "BALYOZHAREKATPLANI.DOC" ismindeki imzasız bir Word dökümanı. Bu dökümanda, görünürde tek seferde oluşturulmuş bir CD'nin içerisinde yer alıyordu. İddiaya göre CD, 5 Mart 2003'te Çetin Doğan için oluşturulmuştu.
Ancak bu noktada çok mühim bir sahtecilik yapıldı. Balyoz davasına adını veren Balyoz Harekat Planı isimli Word belgesi dahil, cami bombalama planları, çeşitli kişi ve sivil toplum örgütlerini hedef alan planlar, tutuklanacak ve yararlanılacak medya mensupları listeleri, tutuklanacak AKP üyeleri listesi ve diğer Balyoz belgelerinin, ilk defa Microsoft Office 2007 ile kullanılmaya başlanan Calibri ve Cambria yazı karakterlerine ve XML şemalarına referans taşıdığı, Arsenal Consulting ve Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından tespit edildi.
Emniyetin hazırladığı bilirkişi raporlarında da, ilgili sahtecilikleri örtbas etmek için çaba harcandı. 2006 yılında kurulan Türkiye Gençlik Birliği'nin aslında 2003 yılında kurulduğunu kanıtlamaya çalışan emniyet bilirkişileri, 11, 16 ve 17 numaralı CD'lerin diğer CD'lerle farklı programlarda yazılmalarına rağmen, "aynı programda yazıldıklarına" dair rapor verdi. Yine soruşturmanın başında 1. Ordu Askeri Savcılığı tarafından Beşiktaş Adliyesi'ne teslim edilen ve soruşturmaya konu edilen belgelerin 1. Ordu bilgisayarlarında bulunmadığına dair bilirkişi raporu kayıplara karıştı.
Açıklanan kararda, "Türkiye Cumhuriyeti İcra vekili heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs" suçlamasıyla Eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1. Ordu Komutanlarından emekli Orgeneral Çetin Doğan'a 20'şer yıl hapis cezası verildi. Aralarında MHP Milletvekili Engin Alan'ın da bulunduğu sanıklar ise 16 yıl hapis ile cezalandırıldı. Karar Yargıtay aşamasında bekliyor.
Oda TV Davası
Oda TV’den Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Ayhan Bozkurt 14 Şubat 2011 sabahı Ergenekon soruşturması kapsamında ev ve iş yerleri aranarak gözaltına alındılar. Bozkurt’un serbest bırakıldığı operasyondan bir süre sonra 3 Mart 2011’de bir operasyon daha gerçekleşti. Doğan Yurdakul, Ahmet Şık, Nedim Şener, Mümtaz İdil, Müyesser Uğur, Sait Çakır, Coşkun Musluk, Hanefi Avcı, Kaşif Kozinoğlu, İklim Bayraktar’ın gözaltına alındığı operasyonda sadece Mümtaz İdil ve İklim Bayraktar serbest bırakıldı.
Bir süre sonra hazırlanan iddianamede silahlı örgüt kurma, yönetme, üye olma, halkı kin düşmanlığa tahrik gibi birçok suçlama yöneltilerek hapis cezaları istendi. Ancak davanın bel kemiğini oluşturan dijital delillerin varlığıydı ve “Ulusal Medya 2010", "Bilinçlendirme", "teRTEmiz" ve "darbe.doc” gibi akıldışı birçok delilin sahte olduğuna ilişkin dört ayrı kurumdan alınan bilirkişi raporlarına mahkeme heyeti itibar etmedi. TÜBİTAK raporu için aylarca beklendi ve gelen raporda, dijital delillerin bir başka bilgisayardan aktarıldığı yönünde tespitler yapıldı.
Rapora ikna olamayan mahkeme son duruşmada da TÜBİTAK’ın açıklamasını yeterli bulmayarak, “Virüs var mı yok mu onu söylesinler” diyerek sitemde bulundu. İki yıla yakın süre tutuklu kalan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın tahliyesiyle davada tutuklu kalan Yalçın Küçük, Soner Yalçın ve Hanefi Avcı oldu, tüm sanıklar aynı gerekçelerle yargılandıkları halde neden tutuklu kaldıkları bilinmiyor.
Ayrıca Ergenekon davasında, Ergenekon'un yöneticisi olmaktan tutuksuz yargılanan Yalçın Küçük'ün, Oda TV'de ise "üyelik"ten tutuklu yargılanması açıklanmadan ortada duruyor. Bütün bu tuhaflıklar, hukukun işletilmesinden çok, sonucu önceden belli ya da sürekli sona ermesi ertelenen davalarla kamuoyuna şekil verilmeye çalışıldığını gösteriyor.
Hopa davaları
31 Mayıs 2011’de Erdoğan’ın seçim mitingi için gittiği Hopa’da halka polisin saldırısı sonucu emekli öğretmen Metin Lokumcu yaşamını yitirdi. Lokumcu’nun gaz bombasından ötürü yaşamını yitirdiği olaylarda saldırıya uğrayan Hopalılar gözaltına alınarak haklarında “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla dava açıldı.
Erzurum 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nden terör örgütü üyeliği suçlamasıyla 6 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar beraat etti ancak beraat eden 31 kişiden 5 kişiye Hopa Cumhuriyet Savcılığı'nca yeni bir dava açıldı. “Yasa dışı gösteriye katılıp güvenlik güçlerine taş atarak direndikmek" , "TOMA aracına zarar vermek" gerekçeleriyle 2 yıldan 12 yıla kadar hapis istemiyle ikinci bir dava daha açıldı. İddianameye göre, güvenlik güçlerine atıldığı iddia edilen "taş", silah olarak kabul edilip sanıkların cezasında yarı oranında artırıma gidilmesi istendi.
Erzurum’dan "terör örgütü üyeliği" suçlamasından beraat eden 31 kişiden 7 kişi hakkında da üçüncü bir dava için ayrı bir iddianame hazırlandı.
Hopalılara açılan davaların ardı arkasına kesilmezken Lokumcu’nun ölümünü Ankara’da protesto eden üniversite öğrencileri de tutuklu olarak yargılandı. Ankara’daki gösteriye katılan öğrencilerden 28'i 17 yıldan 52 yıla kadar hapis cezaları istemiyle, hem de "terör örgütü üyesi olmak" ya da "terör örgütünün talimatı ile eylem yapmak" gibi ağır bir suçlama ile 7 ay sonra mahkeme karşısına çıktı.
Öğrencilerin davasına destek için Türkiye’nin dört bir yanından gelen siyasi partiler ve kurumların Ankara Adliyesi önünde kitlesel bir dayanışma göstermişti. Duruşmaya katılan tutuklu öğrenciler yaptıkları savunmalarla mahkeme salonunu AKP egemenliğine karşı bir kürsüye çevirmişti. Kendilerinin değil Lokumcu’nun katillerinin yargılanması gerektiğini hatırlatan öğrenciler, savunmalarının ardından ilk duruşmada tahliye edilmişti.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ise ikinci bir dava açtı. İddianamede üçü avukat olmak üzere 48 kişi hakkında 12 yıla kadar hapis cezası istendi. Böylece Ankara’daki Hopa protestosuna katılıp, hakkında dava açılanların sayısı 76’ya yükselmişti. Söz konusu iddianamenin 22 kişinin tahliye edilmesinden sonra hazırlanması ise dikkat çekmişti.
AKP’nin Hopa saldırısıyla beraber devrimcilere karşı tutumu “terör örgütü” tutuklamalarıyla beraber paralellik gösterdi. Erdoğan, Lokumcu’nun yaşamını yitirmesi hakkında, “O arada biri ölmüş” cümlesini sarfetmişti. Ancak Erdoğan’ın saldırgan tutumuna karşı direnen öğrenciler, Hopalılar AKP’ye cevaplarını boyun eğmeyerek verdiler.
12 Eylül davası
"12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak" bahanesiyle başlatılan 12 Eylül davası, bugünün gerici, faşist, sermaye yanlısı ve en önemlisi 12 Eylül darbesinin ardındaki ABD'ye biat eden AKP iktidarının aklanmasının aracına hizmet etti.
3 Ocak 2012’de Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, 12 Eylül darbesine ilişkin soruşturmanın tamamlandığını ve iddianamede şüpheli olarak sadece dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın bulunduğunu açıklamıştı. Savcı Görüşen ayrıca, iki emekli generalin eski Türk Ceza Kanunu'nun 146'ncı ve 80'inci maddeleri gereğince yargılanacaklarını belirtmişti.
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği 80 sayfalık iddianame klasik sağcı - sol düşmanı bir bakış açısının ürünü olarak hazırlanmıştı. Şüpheli olarak yer alan iki isim, halka karşı işledikleri suçlardan, işkenceden, idam kararlarından, hukuksuz gözaltılardan dolayı değil "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek" suçlaması ile yargılanıyor.
12 Eylül ürünü olan AKP zihniyetinin 12 Eylül’ü yargılayamayacağı ise bir hayli doğrulandı. Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen son duruşmada Kenan Evren ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın ifadelerinin sağlık durumları gözetilerek sesli ve görüntülü iletişim tekniği kullanılarak alınmasına karar verdi.
12 Eylül faşist darbesinin suçlusu olarak sadece iki emekli generalin sanık sandalyesine oturtulmasıyla, darbenin arkasındaki asıl güçlerin, ABD, NATO, TÜSİAD, milliyetçi ve İslamcı hareketlerin aklanması girişimi olan 12 Eylül Davası'nın, bir yandan da, AKP iktidarı eliyle yürütülmekte olan 2. Cumhuriyet projesinin Anayasa ayağını sağlama alma girişimi olduğu anlaşılıyor.
Kürt muhalefetine 'KCK'
AKP iktidarında, muhalefetin Kürt bölmesine düşen dava "KCK" oldu. Diyarbakır’daki Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görülen ilk davada tutuklamalar 14 Nisan 2009 tarihinde başladı. Bu tarihten sonra Türkiye'nin hemen hemen her bölgesinde "KCK" adı altında gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleşti ve başta İstanbul olmak üzere birçok kentte başka "KCK" davaları görülmeye başlandı.
Kürt siyasetinden seçilmiş belediye başkanlarının ve milletvekillerinin yanı sıra, gazetecilerin, Abdullah Öcalan'ın avukatlarının ve akademisyenlerin de tutuklandığı KCK iddianamelerinde BDP siyaset akademisinde ders vermek, haber yapmak gibi faaliyetler "suç" olarak değerlendiriliyor. "Gizli tanık" skandallarının bu davalarda da devam ettiği görülürken, davalardaki en önemli başlık anadilde savunma hakkı oldu. Anadilde savunma hakkını reddeden mahkeme, birçok celsede avukatların savunma hakkını da ellerinden aldı. Birçok duruşma avukatsız ve sanıksız görüldü. İstanbul'da görülen KCK davasında, jandarma avukatlara saldırdı.