3 Kasım 2012 Cumartesi

10 yılda ekonomi: Neo-liberal dönüşümün iktisadi bilançosu

AKP iktidarı 10. yılını doldururken, Türkiye'nin 12 Eylül ile birlikte girdiği neoliberal iktisadi dönüşüm de ekonominin tüm noktalarına nüfuz ederek mantıksal sonuçlarına ulaştı. AKP iktidarı özelleştirme ve piyasalaşma ile birlikte kurulurken, işsizlikteki artış ve yoksullaşma dikkat çekici unsurlardı.
Kasım 2002 genel seçimlerinde yüzde 34 oy alarak tek başına iktidara gelen ve 2007 ile 2011 genel seçimlerinde oylarını arttıran AKP, bugün onuncu yılını tamamlamış oldu. AKP iktidara geliş süreci itibarıyla iktisadi, siyasi, sınıfsal, bölgesel ve uluslararası dinamiklerin bir araya geldiği özel bir konjonktürün ürünü olarak değerlendiriliyor.
“Milli görüş gömleğini” çıkaran AKP kendini siyaset bilimi literatürüne getirdiği “muhafazakâr demokrasi” kavramıyla ifade etti. Buna göre, AKP temel hedefini “toplumda derin kökleri bulunan yerel değerleri muhafazakâr gelenekle” yeniden üretmek olarak tanımlandı.
AKP’yi “biricikleştiren” temel unsurun, tarihsel olarak AKP’nin varlığının ülkede 1980’li yıllarda Özal iktidarı ile başlayan ancak 1990’lı yıllarda yavaşlayan neo-liberal dönüşüm ile emperyalizmin Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme projesi ile üst üste gelmesi olduğu söylenebilir. Bu özgün durum 2000’li yıllarda, çok geniş bir yelpazede kurulan yeni bir ittifak ilişkisinin AKP’de cisimleşmesine yol açtı.
Türkiye siyasal tarihinde ilk kez İstanbul merkezli geleneksel sermaye ve onun temsilcisi TÜSİAD ve liberaller yanı sıra Anadolu sermayesi ve onun örgütü MÜSİAD, TUSKON, Gülen ve Nakşibendî cemaatleri gibi irili ufaklı birçok cemaat AKP tarafından temsil edilirken, aynı AKP hem küresel sermayenin hem de Petro-dolar zengini Arap sermayesinin de desteğini arkasına alabildi.
AKP= neo-liberalizm + İslam
Söz konusu neo-liberal dönüşüm siyasi bir özne olarak AKP’nin ideolojik dönüşümüyle çakışmış, böylelikle AKP’nin ekonomiyi, siyaseti, toplumu ve tabi ki dini yeniden tanımlayıp kendini dünya ölçeğindeki değişimle uyumlu olarak tekrardan var etmesine olanak sağlamıştır. Bu nedenledir ki AKP’nin sadece din daha özelde İslam ile demokrasiyi değil, aynı zamanda İslam ile neo-liberalizmi bir araya getirdiğinin altını çizmek gerekir.
En genel ifadesiyle neo-liberalizm, içinden geçtiğimiz dönemde krizde olduğunu hatırlatmakla beraber dünya tarihinin son otuz yılına damgasını vuran, sermaye birikiminin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasına ve ülke ekonomilerinin küresel piyasa ile mali ve ticari serbestleşme temelinde yeni bir entegrasyona tabi olması ve ülkelerin hukuki ve siyasi yapılarını buna uygun olarak yeniden inşa etmesine dayanır.
Otoriter devlet yapısının devamı olan AKP iktidarı neo-liberal dönüşümün öncüsü
Bu bağlamda neo-liberal politikaların tüm kurum ve kurallarıyla hayata geçirilmesi hegemonik iktidar bloğunu temsil eden AKP iktidarının temel misyonu olarak nitelendirilebilir.
İslami restorasyonun öncüsü olan AKP hükümeti, bir kopuştan çok sürekliliğe dayanan baskıcı devlet yapısı ile otoriter popülizm anlayışını İslamcı-muhafazakâr bir model üzerinden yeniden kurgulayan bir iktidar pratiğine sahip. Bu çerçevede 24 Ocak kararlarıyla Turgut Özal öncülüğünde başlayan ancak 1990’larda sekteye uğrayan neo-liberal dönüşüm AKP’li yıllarda ciddi bir ivme kazandı.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gücünü mali sermayeden alan neo-liberal dönüşümün ekonomik krizlerden beslenerek önemli bir ivme kazandığı görülür. 2001 finansal krizinin ardından "kurtarıcı" olarak Amerika'dan gönderilen Kemal Derviş öncülüğünde “15 günde 15 yasa” çıkarılarak IMF ve Dünya Bankası’nın ülke ekonomisinin iplerini eline alma süreci, AKP iktidarıyla hız kazandı. AKP eliyle devam ettirilen neo-liberal kurumsallaşma sürecinde başta eğitim, sağlık olmak üzere birçok alanın piyasaya açılması, bir “yük” olarak tanımlanan kamu kaynaklarının hızla elden çıkarılması, emeğin kazanımlarının bir bir tasfiye edilmesi gerçekleştirildi.
AKP iktidarının ilk 5 yılı
AKP hükümetleri Kemal Derviş’in öncülüğünde ve IMF direktifleriyle hazırlanan ekonomi politikalarını otoriter devlet anlayışına yaslanarak harfiyen uyguladı. AKP, 2002-2007 yılları arasını kapsayan ilk beş yıl boyunca dünya ekonomisindeki olumlu havayı arkasına alarak 2001 krizinin etkisiyle yıkıma uğramış olan ülkede belirli bir çıkış elde etmesi şaşırtıcı olmadı. 1995 yılında olduğu gibi 2001 krizinin ardından toparlanma yüksek büyüme hızlarıyla sonuçlandı.
Kriz sonrası toparlanma özellikle milli gelir artışı ile başladı. 2001 krizi sonrasında hem sermaye hareketleri hem de dış talep bakımından hareketlenen dünya ekonomisi Türkiye’deki büyüme hızını da yukarıya çekti. Buna göre 1998-2002 yılları arasında ortalama -0,5 olan büyüme hızı, 2003-2007 yılları arasında ortalama yüzde 7 olarak gerçekleşmişti. AKP’li yıllardaki yüksek büyüme hızları, neredeyse her yıl kesintisiz olarak artan dış kaynak hareketleri ile bağlantılı oldu. AKP iktidarında özellikle ilk yıllarda çok önemli bir yer sahip olan sıcak para girişlerinin 2007 yılı sonunda 108 milyar dolara ulaştığı ifade ediliyor. 2005’te yabancı kökenli net sermaye girişlerinin yüzde 40’ı sıcak para öğesinden oluşur.
Dolaysız yabancı sermaye yatırımları (DYY) da hızla artmış, 2005’te 10 milyar dolar, 2006’da 20, 2007’de 22 milyar dolara ulaşmıştı. İktisadi büyümeye karşılık AKP’nin ilk yıllarında 116 milyar dolara ulaşarak ekonominin kırılgan öğesi olarak ortaya çıktı. Dış borçlardaki hızlı artış ise bir başka dikkat çekici öğe olarak karşımıza çıkıyor. 2002 yılında Türkiye’nin dış borç stoku 130 milyar dolarken bu rakam AKP iktidarının ilk beş yılında 247 milyar dolara ulaşmıştı.
Özel sektörün dış borçlarının toplam içindeki payı sürekli olarak yükselerek 2008’in ortalarında 200 milyar dolara yükseldi. Ekim 2008-Ekim 2009 arasında ise sıcak para kaçışları ve dış borç anapara ödemeleri nedeniyle, yabancı sermaye net çıkış göstermiş; bu olgu ekonomiyi bunalıma sürüklemişti. Belli bir büyüme hızı ise, giderek artan oranlarda cari açık yaratmış, 2005 ve 2011’de cari işlem açığının milli gelire oranı yüzde 4,6’dan yüzde 10’a çıkmıştı.
Diğer taraftan bölüşüm göstergelerine bakıldığında beş yıllık AKP iktidarı boyunca 2001 krizinin emekçi sınıflar için yarattığı tahribat aşılamamış. Reel ücretler, katma değerde ücret payı, istihdam gibi göstergeler bakıldığında ise emek lehine bir telafinin gerçekleşmediği söylenebilir.
2007-2012 krizli yıllar
2007 yılında baş gösteren kapitalizmin yeni krizinin Türkiye ekonomisinde de yıkıcı etkiler yaratması bekleniyor. Kapitalizmin krizine kadar hızla büyüyen ekonomi, 2008’de durgunlaştı; krizden etkilenerek 2009’da küçüldü. Ardından iki yıllık tekrar hızlı bir büyüme sürecine girmesine karşın 2012’nin ilk altı ayının iktisadi verileri ekonominin yeniden durgunlaştığını ortaya koydu.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, 10 yıllık süreçte ülke ekonomisi en yüksek büyümeyi, yüzde 9,4 ile 2004 yılında yaşadı. 2007'de yüzde 4,7 büyüme gösteren ülke ekonomisinde, küresel krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2008'in son çeyreğinde bozulma işaretleri gözlendi ve yıl toplamında büyüme yüzde 0,7'de kaldı. 2009 yılında ekonomideki toplam daralma ise yüzde 4,7 oldu.
10 yıllık dönemde Gayrisafi Yurtiçi Hâsıla gelişme hızları, sabit fiyatlarla sektörler bazında incelendiğinde ise şunlar söylenebilir:
İnşaat sektörü, 2001 krizinde yüzde 17,4 daralma gösterdikten sonra büyüme sürecine girdi ve dalgalı bir seyir izledi. Sektör, 2002'de yüzde 13,9, büyüyen sektörde, 2009 yılı küçülme oranı yüzde 16,3'ü buldu.
Toptan ve perakende ticarette de benzer bir seyir meydana geldi. Bu sektörde de 2001'de yüzde 16,1'lik keskin düşüş gözlendi. 2002'de büyüme trendine giren sektör, yine en yüksek büyüme oranını yüzde 13,8 ile 2004'te kaydetti. 6 yıllık büyümenin ardından bu sektörde de 2008'de yüzde 1,5 daralma gözledi ve daralma oranı 2009 yılı toplamında yüzde 10,4'e ulaştı.
İmalatta da seyir, farklılık göstermedi. Sektör, 2001'de yüzde 7,6 küçüldü. 2002'de yüzde 2,9, büyüme kaydeden imalat sektörü, 2009'da yüzde 7,2 daraldı.
2008-2009 arasında ise sıcak para kaçışları nedeniyle, yabancı sermaye net çıkış göstermiş; bu olgu ekonominin tıkanmasına yol açtı. 2009 krizi öncesinde, büyüme etkisi yaratan yabancı sermaye girişlerinin yüzde 50-60’ı dış borç yaratan öğelerden oluşuyordu. Kriz sonrasında bu oran tırmanmış; 2012’nin ilk altı ayında yüzde 73’ü aşmış; toplamda 318 milyar dolara ulaşmış oldu. Özel sektörün tasarruf açığını kısa vadeli dış borçlanmayla aşmaya çalışmakta.
Ayrıca sermaye hareketlerinin serbestleşmesi yabancı sermaye girişlerini artıracağı, ulusal tasarruflardaki yetersizliği telâfi edeceği ve böylece sermaye birikimini arttıracağı yönündeki neo-liberal beklenti Türkiye’de gerçekleşmemiş, 1998 ile 2011 arasında sermaye birikim oranı ise yüzde 22,9’dan yüzde 21,7’ye düşmüştür.
İslamcı sermayenin AKP ile altın yılları
Turgut Özal’ın başlattığı neo-liberal dönüşümün 21. yüzyıldaki taşıyıcısı olan İslamcı/muhafazakâr AKP, 10 yıllık iktidarı boyunca burjuvazinin tüm kesimlerini çatısı altında birleştirebilmekle beraber var oluşunun temel dayanaklarından biri olan İslamcı sermayenin daha da güçlenmesine yol açtı.
Özal döneminde ilk gelişme ivmesini sağlayan İslamcı sermaye 1990’larda hem işletme ölçekleri hem de sermaye birikimlerini oluşturmaları açısından bir farklılık yaşadı. Özellikle MÜSİAD üyelerinin önemli bir kısmı 1980’lerde Arap finans kurumlarınca fonlanan, Vakıflar Yasası’ndaki değişiklikle kentsel rantlardan daha çok yararlanabilen cemaatlerin oluşturduğu çerçevede şekillendi.
Geleneksel küçük burjuvazi içinden gelip, organize sanayi bölgelerinde sağlanan ayrıcalık ve teşviklerle gelişen KOBİ sahipleriyle, belediyeye iş yapan ticaret ve inşaat sektörü temsilcilerinin bu sermayenin en dinamik unsurları olduğu biliniyor. Ayrıca emek-sermaye ilişkisi içinde değerlendirildiğinde İslamcı sermayenin, sendikal hak ve özgürlükleri devre dışı bırakarak emek maliyetlerini asgari düzeyde tutmayı sağladığı ve kişisel ilişkilere dayalı, otoriter bir ilişki biçimini hâkim kıldığı söylenebilir.
1980’lerde görünür hale gelen İslamcı sermaye AKP’li yıllarda ise büyük kâr oranlarıyla ciddi bir gelişme dinamiği yakaladı.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her yıl yayımlanan ve Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunu sıralayan 2009 yılı İSO 500 çalışması, hükümet yandaşı-İslamcı sermayenin çarpıcı biçimde yükselişine tanıklık etti.
Listeye 2009’da İslamcı Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) üyelerine ait 31 firma girdi. Dernekten verilen bilgiye göre derneğin ilk kurulduğu yıl olan 1990’da bu sayı 8, 2007’de ise 23 idi.
Öte yandan, Fethullah Gülen cemaatinin sermaye kuruluşu Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON), 2009 listesinde 45 şirketiyle yer aldı. 2005 yılında kurulan derneğin kısa sürede bu ağırlığa erişmesi, cemaatin Afrika ve Ortadoğu’ya yönelik hükümet destekli girişimlerle kazandığı gücü gösteriyor.
Bir başka örnek ise İslami sermayenin amiral gemisi olan Ülker Grubu’ndan verilebilir. “En zengin 100 Türk” araştırmasına bu yıl 3. sıradan giren Ülker’in ismi en son otoyolları ve köprülerin özelleştirilmesinde Koç holdingle yaptığı ortaklıkla anıldı.

AKP'li yıllarda emekçi düşmanı saldırının bilançosu

Bugün 10 yılını tamamlayan AKP iktidarı neo-liberal dönüşüm sürecinde birçok önemli adım atarken iş kanunundan, sosyal güvenliğe, sendikalar kanunundan ulusal istihdam stratejisine kadar birçok emekçi düşmanı yasal düzenlemenin altına da imza attı.
12 Eylül askeri cuntasının ardından hayata geçirilen 24 Ocak kararlarıyla başlayan neo-liberal dönüşüm bugün onuncu yılı dolduran AKP iktidarıyla ciddi bir gelişme çizgisi yakaladı. Sermaye sınıfının önemli temsilcilerinden Halit Narin’in “20 yıldır işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde” şeklinde özetlediği sosyo-ekonomik ve ideolojik dönüşüm neo-liberalizm çerçevesinde sirayet etti.
1980’lerde hızlı başlamakla birlikte 90’lı yıllarda sekteye uğrayan dönüşüm, İslamcı/muhafazakâr AKP hükümetinin tarih sahnesine çıkmasıyla 2000’li yıllarda hızla ilerlemiştir. Sermayenin özünde ise mali sermayenin işçi sınıfı üzerinde hegemonyasını arttırmasına dayalı olan neo-liberal öğreti AKP’li yıllarda toplumsal yaşamın tümünü yeniden biçimlendirdi.
Otoriter, gerici ve piyasacı nitelikleriyle ön plana çıkan hegemonik iktidar bloğunu temsilcisi AKP, emek-sermaye ilişkisine ve çalışma yaşamına ise esneklik paradigmasıyla müdahale ediyor.
10 yıllık iktidarı boyunca işçi sınıfının sahip olduğu yasal ve sosyal korumaları önemli ölçüde azaltarak fiilen uygulanmakta olan taşeron, geçici ve güvencesiz çalışma biçimlerini kurumsallaştıracak adımlar attı/atıyor.
4–C: Devlet eliyle kölelik
Emekçi düşmanı AKP’yi iktidarı boyunca belki de en çok sarsmış olan Tekel direnişinin temel konusuydu 4-C. 4C’ye karşı mücadele eden ve aylarca Ankara’nın ortasında çadırlarda kalarak haklarını savunan işçilere toplumun her kesiminden çok geniş destek verilmişti. Peki neydi bu 4-C?
AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda yaptığı düzenlemelerden biri 4-C. 2004 yılından 7898 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan esaslar çerçevesinde, kamu kurum ve kuruluşlarındaki geçici mahiyette işleri yürütmek üzere, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun değişik 4 üncü maddesinin (C) fıkrasına göre geçici personel çalıştırılması düzenlendi.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesi, kamu çalışanlarını 4-A, 4-B, 4-C ve 4-D olmak üzere farklı statülerde tanımlıyor. 4-C statüsünde çalışanlar, ‘bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet görenler’ olarak tanımlanıyor.
4-C statüsünde çalışanların, çalışma saat ve sürelerinin belirlenmesinde; devlet memurları için tespit edilen çalışma saat ve süreleri dikkate alınırken, çalışanın kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırma zorunluluğu bulunuyor. Esnekleştirme, 4-C ile kamuda hayata geçiyor.
4-C’de istihdam edilen çalışanlar mevsimlik işçi olarak tanımlandığından, memur statüsüne dâhil edilmiyor ve 4-C maddesinde yer alan ‘…sözleşme ile çalışan ve işçi sayılmayan kişilerdir’ ifadesinden ötürü de, ne işçi ne de memur sendikalarından birine örgütlenemiyor ve hakları için mücadele edemiyorlar.
4-C çalışanlarına, istihdam edildikleri süre boyunca kazanç getirici herhangi bir işte çalışmama şartı getirilirken, ikramiye, prim ve yardım gibi ek ödemeler de yapılmıyor. Dört ayda iki günden fazla sağlık raporu alamayan ve mazeret izni kullanamayan 4-C çalışanları, aynı zamanda emeklilik ikramiyesi de alamıyorlar. Sözleşmenin feshi hâlinde tazminat hakkı yoktur. Hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez. Sendikaya üye olamazlar.
Tekel direnişinin hatırlattığı bir diğer önemli başlık ise özelleştirme çetesi oldu. Bilindiği gibi 24 Ocak kararlarının mimarı Özal’lı yıllardan bu yana kamu işletmeleri ve kamu varlıkları, özelleştirme politikaları doğrultusunda yağmalanıyor. Yağma süreci zaman zaman kesintiye uğramış, ancak AKP hükümeti ile birlikte baş döndürücü bir tempoya kavuştu. Türkiye’de Özal döneminde tohumları atılan özeleştirme yağmasının asıl ürünleri AKP’li yıllarda toplandı.
Sermayeye kriz sürecinde önemli bir rant kapısı açacak olan özelleştirmeler ile AKP hükümeti, bütçede daha fazla genişletilemeyeceği açığın finansmanını sağlamaya çalışacak. Hem sermaye hem de AKP hükümeti kazanacak. AKP’li yıllarda (2003-2011) özelleştirme çalışmaları yoğunlaşmış ve bu dönemde yaklaşık 35 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde edilmişti.
Milli Piyango’dan, köprü ve otoyollara, elektrik dağıtım işletmelrinden İGDAŞ’a, Başkent Doğal Gaz’dan Tüpraş’a, Halkbankası’ndan Türk Telekom’a, Petkim'den İdo’ya kadar bir hayli kalabalık AKP’nin özelleştirme listesi.
2003 yılında Seka Balıkesir İşletmesi, Petkim Standart Kimya Şirketi, Seka Aksu İşletmesi, Kuşadası limanı, TCDD İzmir Limanı, 2004’de EBK Manisa Et ve Tavuk Kombinası, Kütahya Şeker Fabrikası, THY'deki kamu hisselerinin %23'ü, ETİ Gümüş, Sümerbank Diyarbakır İşletmesi, Tekel Alkollü İçkiler Sanayi, 2005’te Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura, Seka İzmit İşletmeleri, Türk Telekom, Tüpraş, Eti Seydişehir Alüminyum , 2006’da Tüpraş, Erdemir, TCDD Derince Limanı, 2008’de Pektim, TCDD Bandırma ve Samsun Limanları, Ankara Doğalgaz Üretim'ne ait 9 santral, Tekel Sigara Sanayi İşletmeleri, 2009’da Başkent Elektrik Dağıtım, Kastamonu, Kırşehir, Turhal, Yozgat, Çorum ve Çarşamba şeker fabrikaları satılan kurum ve kuruluşlardan bazıları.
Önce iş kanunu sermayenin ihtiyaçlarına göre değişti
Birinciden farklı değerlere, zihniyete, paradigmaya sahip olan ve yeni rejimin kurucu metni olan yeni bir Anayasa hazırlığı içindeki AKP, gerici ve sınıfsal karakterine uygun olarak birçok alanda hukuki dayanaklarını oluşturmaya devam ediyor.
AKP iktidarı 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu ile bireysel iş ilişkileri alanını kısmen de olsa “güvencesiz, esnek ve taşeron” çalışma biçimine göre yeniden düzendi.
2000 ve sonrasında bir yandan piyasada yaygınlaşmış bulunan güvencesizlik yasal düzenlemeye bağlanırken, öte yandan sendikal hareketi baskı altında tutan engelleme ve yasaklar da sürdürüldü. 2003 yılında çıkarılan 4857 sayılı yeni İş Yasası AKP iktidarının 24 Ocak kararları ve 12 Eylül düzeninin bir devamı olarak sermaye yanlısı politikalarla varlığını sürdüreceğini açıkça ortaya koydu. Bu iş yasası ile iş güvencesi geriletilmiş, işçilerin çalışma koşulları güvencesiz hale getirilmiş, esnek çalışma biçimleri düzenlenmiş ve birçok kazanılmış hak yok edildi.
Sonra yeni yasayla sosyal güvenlik tasfiye edildi
İşçi düşmanı AKP hükümeti yalnızca İş Kanunu’na değil, sosyal güvenliği de piyasaya açtı. 1 Ekim 2008'de yürürlüğe giren 5510 sayılı Kanun’la emeklilik yaşı 65'e yükseltilirken, bu yasaya tabi olanlar emekli olduklarında ücretli bir işte çalıştıkları takdirde maaşı kesilecek. Ayrıca emekli maaşı da kademeli olarak düşürüldü.
2008 yılında yürürlüğe konulan Sosyal Güvenlik Yasası ile sağlık ve emeklilik alanında hak kayıplarına yol açan ve ücret dışı işgücü maliyetlerini azaltma hedefiyle uyumlu yeni bir sosyal güvenlik düzeni oluşturuldu. 2011 yılında yürürlüğe konulan 6111 sayılı Torba Yasa ile işsizlik sigortası fonunda birikmiş kaynaklara el koymanın yolu açılmış, tarihin en büyük sürgünü yaşatılarak kamu çalışanlarının güvenceleri geriletilmiş, yerel yönetimlerde taşeronlaşmayı daha fazla yaygınlaştıracak tasfiyeler düzenlenmiş ve bazı esnek çalışma türlerini yasalaştırma amaçlandı.
AKP bir an önce "mezarda emeklilik" istiyor
Geçtiğimiz ağustos ayında yapılmış olan Bakanlar Kurulu'nda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, bütçenin "kara deliği" olarak tanımladığı sosyal güvenlik açıklarının neden kapanmadığı konusunu gündeme getirmişti. Bakanlık, bütçe açığına çare olarak ise emeklilik yaşının biran önce yükseltilmesini görüştüklerini bildirmişti.
Emeklilik sisteminde özel şirketlerin yer alacağı, işveren katkısı gözetmeden tüm primlerin çalışan tarafından karşılanacağı Bireysel Emeklilik Sistemiyle, sosyal güvenliğin özelleştirilmesinde önemli bir adım atan AKP hükümeti, şimdi de zaten 65 olan emeklilik yaşının tarihini öne çekmeye hazırlanıyor.
Mevcut düzenlemeye göre, 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu ile emeklilik yaşı kadınlar için 58 erkekler için 60 olmasına karşın AKP hükümeti, 2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanun ile 2035’ten itibaren kademeli artış ile birlikte 2048 yılında hem kadın hem de erkeklerin 65 yaşında emekli olmasına neden olmuştu.
Kademeli artış ile ancak 2048’de uygulamaya geçecek olan yüksek emeklilik yaşını geç bulan AKP, şimdi de bu tarihi öne çekmek için kolları sıvamış durumda.
Ve daha sonra sendikalar ve toplu iş ilişkileri yasası sermayeye göre düzenlendi
Öncelikle bireysel iş ilişkileri alanını kısmen de olsa “güvencesiz, esnek ve taşeron” çalışma biçimine göre yeniden biçimlendiren AKP, son olarak söz konusu ilkeler çerçevesinde sendikal alana ve toplu iş ilişkilerine müdahale etti
Buna göre AKP iktidarının toplu iş ilişkileri yasası 18 Ekim 2012 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Meclis’te kabul edilerek Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu (STİSK), neo-liberal emek rejiminin yasal dayanaklarından biri olarak kabul edilmelidir.
Bu bağlamda, devlet ve sermaye arasındaki bütünleşmenin ciddi bir sıçrama yaşadığı AKP’li yıllarda egemenlik alanını genişleten ve sağlamlaştıran sermaye sınıfının, toplu iş ilişkileri alanını da esneklik paradigması çerçevesinde biçimlendirdiği söylenebilir. Böylece toplu iş ilişkilerinin de Türkiye’deki çalışma ilişkilerinin bir gerçeği olan ve fiilen uygulandığı bilinen taşeron, güvencesiz, esnek ve geçici çalışma biçimine dayalı olan esneklik paradigması doğrultusunda yeni bir yasal düzenlemeye tabi kılındığı rahatlıkla ifade edilebilir.
Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapmak için sahip olmaları gereken ehliyet ve yetki barajları 6356 sayılı yeni yasadaki en tartışmalı başlıklarda biri olarak karşımıza çıkıyor. AKP hükümetinin kamuoyunu yanlış yönlendirerek yüzde 10’dan yüzde 3’e düşürdüğünü iddia ettiği iş kolu barajı kademeli olarak arttırıldı. İşkolundaki yüzde 3 barajının yanı sıra, iş yerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının (İşyeri barajı %50+1,), işletmede ise yüzde 40'ının kendi üyesi bulunması şartını arayacak.
Böylece 12 Eylül yasalarının gerisine düşülerek emekçilerin en önemli tarihsel kazanımlarından biri olan Toplu İş Sözleşmesi (TİS) hakkı artık hayal oldu.
Ucuz, güvencesiz istihdam stratejisi
Son olarak AKP hükümeti tarafından gündeme getirilen Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı yukarıda kısaca özetlenen saldırıların devamı olarak gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ekonomik gelişmenin sağlanması ve işsizliğin geriletilmesi emekçilerin güvenceleri zayıflatılarak ve kazanılmış haklar yok edilerek gerçekleştirilmeye çalışılmakta.
Strateji belgesinde yer alan; belirli süreli sözleşmeler sürekli hale getiren, taşeronluk sistemini tüm işlere yaymayı amaçlayan, özel istihdam bürolarıyla işçilerin her türlü güvencesini yok eden, asgari ücreti bölgelere göre farklılaştırmaya yönelik ve işletmelerin maliyetlerini azaltmak amacıyla kıdem tazminatının fona devrini öngören tüm düzenlemeler bu durumun açık örnekleri niteliğinde.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2009 yılından bu yana hazırlıklarını sürdürdüğü "Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı 2012-2023" ismiyle 08.02.2012 tarihinde taraflara sunuldu. Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) temel olarak büyüme ile istihdam arasındaki bağın koptuğu günümüz kapitalizminde, derinleşen işsizlik sorununa verilmiş neo-liberal bir cevap. Amacı ise fiiliyatta uygulanan taşeron, güvencesiz, esnek ve geçici çalışma biçimine hukuki dayanak kazandırmak.
UİS belgesiyle mevzuatta yer alan kısmi süreli çalışma, belirli süreli çalışma ve çağrı üzerine çalışmaya ek olarak geçici istihdam büroları aracılığıyla geçici süreli çalışma, uzaktan çalışma, iş paylaşımı ve esnek zaman modeli gibi yeni çalışma biçimlerinin uygulanması planlanıyor.
Ayrıca kamuoyunda “modern kölelik” olarak bilinen bu uygulamaya göreyse, özel istihdam büroları iş bulmaya aracılık etmekten ziyade bizzat kendileri işveren olacak ve kendilerine üye işçileri başka şirketlere kiralayabilecekler.
Diğer taraftan UİS belgesinde sermaye üzerinde, işçilik maliyetinden kaynaklanan mali “yükleri” azaltmak ve işverenin rekabet edebilirliğini arttırmak için bölgesel asgari ücret uygulamasına geçileceği beyan ediliyor. Mevcut uygulamaya göre tespit edilen asgari ücret zaten açlık ve yoksulluk sınırının altında kalıp, işçinin geçimini sağlamaktan uzakken; asgari ücretin bölgesel olarak belirlenmesi ise söz konusu sefaleti daha da derinleştirecek.
Ve tabi kıdem tazminatı. Sermayenin ve AKP’nin göz diktiği kıdem tazminatının fona devredilmesi isteniyor. Bu fon emekçilerin kazanılmış haklarını gasp edecek bir uygulama. Çünkü işçinin birikmiş emeğinin bedeli olmasının yanı sıra iş güvencesinin teminatı olan kıdem tazminatının fona devredilmesi işçinin kolaylıkla işten çıkarılmasına neden olacak.

Eğitimde 10 yıllık bilanço: Kindar, dindar, mutsuz nesil

3 Kasım 2012 itibariyle iktidardaki 10. yılını dolduran AKP’nin topyekûn saldırdığı alanlardan biri de eğitim sistemi oldu. 10 yılın panoramasına bakıldığında bilanço ağır.
10 yıllık iktidarı boyunca eğitim alanına özel bir önem atfeden AKP, yeni düzenin temellerini dinselleştirdiği, piyasalaştırdığı eğitim sistemiyle, dindarlaştırıp, kindarlaştırdığı genç nesillerle sağlamlaştırmayı planlıyor.
Hayata ve üretime dönük, parasız, eşitlikçi, laik, bilimsel bir eğitimi sistemini düzenlemekle mükellef olan Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’li yıllarda maruz kalınan dört bakanın (Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Çubukçu, Ömer Dinçer) ve başbakanlarının "vizyon"u eşliğinde KHK’larla, türlü hukuk ihlalleri eşliğinde çıkarılan yasalarla, temel olarak anayasaya aykırı bir biçimde yeniden şekillendirildi.

Topyekün gericileşme…

AKP’nin eğitim alanında attığı adımlardan, yaratılan fiili durumlar dolayımıyla en yoğun olarak bilineni, sistemin boşluk bırakılmayacak şekilde dinselleştirilmesi oldu. İktidara geldiği dönemde, imam hatip lisesi öğrencilerinin katsayı mağduriyeti ve üniversitelerdeki türban yasağı üzerinden görünürde “defansif” bir siyasi tutum takınan hükümetin, kimseye danışmadan hızlıca attığı son adım 2012’de hızla yasalaştırdığı 4+4+4 eğitim modeli oldu.
İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri’nin kız ve erkek öğrenciler için 'Cinsel istismar vb. durumlarla karşılaşılmaması için mesafe 1 metreden az olmayacaktır' şeklinde kararlar aldığı, İstanbul gibi metropollerde bile kız ve erkek öğrencilerin teneffüste aynı bahçeye çıkamadığı, kız çocuklarının eğitimi engellenmesin biçiminde pazarlanan karma eğitim önerilerini, 4+4+4 sistemi takip etti. İşini şansa bırakmayan hükümet, anayasasına göre laik demokratik ve sosyal hukuk devleti olan bir ülkede, anayasayı da ihlal etmek suretiyle 2012 Mart ayında eğitimi dinselleştirmenin “yasasını” çıkardı.
Evrimi anlatan biyoloji öğretmeni ile, “Çanakkale Savaşları gökten inen yeşil cüppelilerce kazanılmadı” diyen tarih öğretmenine ceza verilirken, Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkın” diyen öğrenciyi üniversiteden atan rektör, TÜBA üyeliğiyle onurlandırıldı.
Zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirildiği, öğrenim çağındaki çocuğun okula gitmesi zorunluluğunu ortadan kaldıran sistem, kız çocuklarının ailelerinin tercihleri doğrultusunda eğitimle ilişkisinin kesilmesini, okumalarını kolaylaştıracağını iddia edip “demokratik bir çaba sarfediyoruz” kılıfıyla sundu.
Seçmeli dersler, Diyanet...
Seçmeli olarak sunulan Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler ve Arapça dersleri ise, pek çok okul yönetimi tarafından seçmeli formatından çıkarılıp dayatma suretiyle zorunlu ders haline getirildi. Bu şekilde,10 yaşında bir çocuğun, beşinci sınıftayken haftada 10 saat din temelli ders alması mümkün kılındı. Aynı yaş grubunda ve imam hatip ortaokullarında okuyacak olan öğrenciler içinse 11 saat olan din dersleri sayısı düşünüldüğünde, bu tabloda, AKP’nin müfredatıyla tüm okulların imam hatipleştiriliyor olduğu açıkça görülüyor.
Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün öne çıkarılmasıyla ilgili adımı ise AKP’nin "kendini aştığı" bir konu oldu. 652 sayılı KHK ile kapatılan Okul İçi Beden Eğitimi, Spor ve İzcilik Dairesi Başkanlığı’nın okul içi beden eğitimi, spor ve izcilik işlerini yürütme görevi, gerici bir hamleyle DÖGM’nin sorumluluğuna verildi. Bu uygulama ile yapılan futbol, tenis, basketbol federasyonlarının Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmasıyla aynı anlamı taşıyacak kadar “yaratıcı” bir AKP hamlesi oldu.
Evrimi anlatan biyoloji öğretmeni ile, “Çanakkale Savaşları gökten inen yeşil cüppelilerce kazanılmadı” diyen tarih öğretmenine ceza verilirken, Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkın” diyen öğrenciyi üniversiteden atan rektör, TÜBA üyeliğiyle onurlandırıldı.
AKP iktidarında anadilde eğitimi savunduğu için Eğitim-Sen hakkında kapatma davası açıldı. "Kürt açılımı" ile birlikte anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılacağına dair bir umut yaratıldı, ancak gelinen noktada anadilde eğitimin "şeytana uymak" olduğu üst düzey AKP'liler tarafından dile getirilmeye başlandı.
Ömer Dinçer'in marifetleri
Bahsi geçen uygulamaların uygulayıcısı Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu an görevde bulunan bakanı Ömer Dinçer’in 1995 yılında yaptığı bir açıklama şöyle:
“Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiğini ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanısını taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin, daha katılımcı, daha ademi merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanı geldiğine inanıyorum.”
Para, şike, intihal…
1924’te bilimsel, parasız ve karma eğitime geçen Türkiye’de AKP’li yıllar ilk ve orta öğretimde öğrenciden katkı payı almanın kural, üniversitede parasız eğitim talebinde bulunmanın ise aylarca tutuklu kalmaya yetecek bir suç sayıldığı dönem oldu. Parasız, kamusal, özerk ve bilimsel eğitim talebiyle yapılan öğrenci eylemleri, polisin en büyük ilgisine mazhar olan eylemler haline geldi.
Zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirildiği, öğrenim çağındaki çocuğun okula gitmesi zorunluluğunu ortadan kaldıran sistem, kız çocuklarının ailelerinin tercihleri doğrultusunda eğitimle ilişkisinin kesilmesini, okumalarını kolaylaştıracağını iddia edip “demokratik bir çaba sarfediyoruz” kılıfıyla sundu.
Eğitim kurumları serbest piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda temellendirilirken, “işgücü piyasası ihtiyaç analizleri” yapıldı, mesleki ve teknik eğitim patronların hizmeti için yapılandırıldı. 4+4+4 eğitim modelinin en çok tartışılan yanlarından biri de, patronların hizmetine girecek çocuk işçiliğini yaygın ve meşru kılması oldu.
Bologna Süreci ile, üniversitelerin ticarileşmesi, mütevelli heyetlerin kurulması, akademisyenliğin performansa göre ve de esnek istihdamı isteyen kuruluşlar haline gelmesi için adımlar atıldı. 2011’de düzenlenen “Uluslararası Yükseköğretim Kongresi: Yeni Yönelişler ve Sorunlar” toplantısında Cumhurbaşkanı, “Devlet üniversiteleri arasındaki rekabeti elastik bir yapıya kavuşturduğumuzda, performansları açık ölçüldüğünde ve ilan edildiğinde bu rekabet başlayacaktır” açıklamasıyla şirket üniversite modelini izah etti. Öte yandan aynı toplantıda yükseköğretimin finansmanı için Amerikancı bir model olan, öğrencinin üniversite bedelini ödemesini savunan davetli konuşmacı, kısa bir süre sonra TÜBİTAK başkanlığına getirilerek, bilim üretmesi gereken bir kurumun piyasacı ruhu tasdik edildi.
TÜBA gibi kuruluş nedenlerinden biri Türkiye’deki bilim karşıtlığı ile mücadele etmek olarak tanımlanan bir kurum Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlandı, ilgili bakanın ifadesiyle “yüksek nitelikteki bilim adamlarının yer aldığı, özel çalışmaların yapıldığı bir mekana dönüştürmenin hedeflendiği” bir yapıya evriltildi.
TÜBİTAK, Darwin’li dergi kapağına sansür uygulayan, Feza Gürsoy Enstitüsü ise temel niteliği yok edilen kurumlar haline geldi.
Üniversitelerde yapılan rektör seçimlerinde ilk sırada yer alan adayların değil, AKP'ye yakınlığı bilinen isimlerin atanması "sıradan" bir durum olurken, 23 yeni üniversite kuran AKP, “türbana özgürlük” imzacılarını rektörlükle ödüllendirmeyi de gelenek haline getirdi.
AKP’nin ÖSYM’si ise seri skandal üretimi yapan bir kurum oldu. 2010’da şifre skandalıyla KPSS’yi iptal eden ÖSYM, 2011 YGS’de de soruları cemaate servis etmekten kendini alıkoyamadı. Mod medyan şifre yöntemiyle doğru yanıtların paylaşıldığı pek çok uzman tarafından doğrulanırken, sınav öncesinde internette mod ve medyan konularını tıklayanların sayısının tavan yaptığı ve sınav sonrası bu sayının hemen düştüğü tespit edildi ancak ÖSYM skandalı inkar etti. Başbakan Tayyip Erdoğan eleştirenleri şerefsizlikle suçlasa da ÖSYM Başkanı Ali Demir’in tek skandalı bu değildi. Ali Demir, Alman Peter Latzke'nin yazdığı makaleleri 1990 yılında Teknik ve Tekstil adlı dergide dokuz bölüm süren bir yazı dizisinde kendi yazmış gibi göstermiş ve intihalin fark edilmesi üzerine 'özür' yazısı yayımlamıştı.
Bologna Süreci ile, üniversitelerin ticarileşmesi, mütevelli heyetlerin kurulması, akademisyenliğin performansa göre ve de esnek istihdamı isteyen kuruluşlar haline gelmesi için adımlar atıldı.
Elbette söz konusu intihal, şike olduğunda AKP kadroları son derece iddialı durdular. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de intihal suçu işleyen ve yargılanan bir “eğitim bakanı” olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Bilimsel sahtekarlık olarak da adlandırılan intihal olayı, bilim açısından en ağır suçlardan biri olsa da bu suçu işlediği kesinleşmiş ve YÖK tarafından öğretim üyeliği mesleğinden çıkarılmış bir kimse, Türkiye’de Milli Eğitim Bakanı olabiliyor.
AKP’nin eğitim sistemi neye mal oldu…
Dinselleşme,rekabet ve piyasalaşma hem birbirini besleyen hem de bilimsel, eşitlikçi ve kamusal eğitimi yok eden bir model olarak sistemleşirken, Başbakan’ın vizyonunu tartışması söz konusu bile edilmeyecek genç nesiller, Türkiye’nin geleceğini körleştirmenin kadroları ilan edildi. Türk-Eğitim-Sen’in bir araştırmasına göre, öğretmenlerin yüzde 75'i okulunda şiddet uygulayan öğrenci olduğunu ve yüzde 43'ü öğrencinin kesici alet taşıdığını, yüzde 23'ü de öğrencisi tarafından cinsel, fiziksel, psikolojik ve sözlü tacize maruz kaldığını belirtiyor, Meclis Araştırma Komisyonu öğrencilerin %7.7’sinin çete üyesi olduğunu söylüyor.
Antalya’da lise öğrencileri arasında yapılan bir çalışmada, öğrencilerin % 80’inden çoğunun Apollon Tapınağı’nı bilmediği, Kenan Evren’i tanımadığı ortaya çıktı.
Sonuç olarak, bilimsel anlayışla bağdaşmayan, bilim karşıtlığını pekiştiren AKP’nin elinde Türkiye, on bin kişiden sadece birinin kitap okuduğu, evrim kuramını kabul etmeyen öğretim üyelerinin oranının yüzde 29'u, öğrenci ve personelin oranının ise yüzde 55'i bulduğu, AKP'nin atadığı lise müdürünün, "okulun üzerindeki karabulutları ve kötü şansı dağıtmak için" kurşun döktürdüğü, 135 bin öğretmen açığının olduğu ancak öğretmenlerin ataması yapılmadığı için intihar ettikleri bir ülke olurken yeni nesil ise mutsuz, kindar ve başka bir ülkede yaşamanın hayalini kuran gençler haline getirildi.

AKP'nin 10 yıllık iktidarında kritik süreçler: Davalar!

AKP’nin 10 yıllık iktidarı binlerce insanı kapsayan operasyonel davalar, soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar barındırıyor. Gizli tanıklar, isimsiz ihbarlar, dijital deliller, üretilmiş deliller eliyle binlerce “terörist” yaratan AKP, 12 Eylül’le hesaplaşmak bir yana sürdürücüsü ve mirasçısı olduğunu ortaya koyuyor.
3 Kasım 2002’de kuruluşunu ilan eden AKP’nin 10 yıllık sicili gizli tanıklar, isimsiz ihbarlar, sahte dijital veriler, üretilmiş deliller eliyle yaratılmış davalar ve binlerce tutsak barındırıyor. AKP iktidarının hedef aldığı kesimler Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh, KCK gibi devasa operasyonel davaların sanığı haline getirildi. Ev baskınları, gece yarısı sorguları, üretilen deliller, telefon dinlemeleri, yapılan “sehvenler” ile hukuk, adil yargılanma yerle bir edilerek binlerce kişi “terör örgütü üyesi” haline getirildi.
Devletin içindeki eski kontrgerilla unsurları ile siyasetçileri, aydınları ve gazetecileri aynı torbaya doldurarak kamuoyu önüne çıkartan AKP ve yargı, yandaş medyanın da büyük desteğiyle bütün davaları ve bu davaların temsil ettiği toplumsal kesimleri birbirlerine karşı kullanmayı başardı. Örneğin; Devrimci Karargâh ve Oda TV davasında yargılanan eski polis şefi Hanefi Avcı'nın işkenceciliği ortaya atılırken, Balyoz'cuların darbeciliği, Ergenekon'cuların ulusalcılığı ve Kürt düşmanlığı, KCK'lilerin "bölücülüğü" öne sürüldü.
Metin Lokumcu’nun katledilmesi sonucu yapılan protesto eylemlerinden ötürü devrimciler “terörist” suçlamasıyla yargılandı. AKP’nin 10 yıllık iktidarı binlerce öğrenciyi, gazeteciyi, aydını, akademisyeni, yazarı, siyasetçiyi tutsak ederek, “dışarıyı” baskı altına alarak ülkeyi cezaevine çevirirken “darbeyle hesaplaşma” iddiasında olduğu 12 Eylül davasıyla da 12 Eylül’ü akladı, 12 Eylül’ün sürdürücüsü ve mirasçısı olduğunu ilan etti.
Siyasi manipülasyon aracı olarak kullanılan davalar, Türkiye'de 1. Cumhuriyet'ten 2. Cumhuriyet'e geçişin en önemli dayanak noktaları olarak varlığını koruyor.
Ergenekon davası
Ergenekon davası “isimsiz gelen ihbarlar” davası olarak AKP’nin en kapsamlı operasyonel davalarından biri oldu. Ümraniye bombası, Kafes, Poyrazköy, Amirallere suikast, Islak İmza, ÇYDD baskını gibi sarsıcı müdahalelerin yapıldığı Ergenekon operasyonları 12 Temmuz 2006’da yeni kurulan “aloihbar” adlı bir siteye “Piyade Kurmay Yarbay” adıyla bir e-posta gönderilmesiyle başladı.
29 Ekim 1999 tarihinde hazırlandığı belirtilen “Ergenekon çatısı altındaki lobinin belgesi” başlıklı “çok gizli” ibareli yazıda “Ergenekon” adı gizli bir örgütten bahsedildi. Askerin kontrol altında tutacağı birimler yapılandırılmasını hedeflediği iddia edilen davanın temelini Tuncay Güney adında mesleği, kişiliği, ne olduğu tartışmalı olan birinin emniyetteki anlatımları oluşturdu. Ayrıca 12 Mayıs 2001’de Aksiyon dergisinde yayınlanan “Yeniden yapılanmanın aktörü: Ergenekon…” isimli bir lobi belgesi de davanın temelini oluşturdu.
MİT Kontrterör Dairesi eski başkanı Mehmet Eymür’ün Ergenekon soruşturmasına yardım ettiği resmi belgelere de geçti. İddianameye dayanak yapılan ifadelerin sahibi Tuncay Güney ise davanın ne sanığı, ne tanığı, ne müştekisi ne de mağduru oldu.
12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduda çatı arasında, üzerinde askeri mühimmat istif kartı bile yapıştırılmış bir sandık bomba bulundu. Bombalar bir telefon ihbarıyla ele geçirildi. İhbarı değerlendiren Ümraniye Asayiş Büro ve İstanbul Terörle Mücadele Birimi Şubesi polisleri, Ümraniye Savcılığı’nın 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nden aldığı arama kararıyla gecekonduyu bastı. İhbarda belirtildiği gibi tahta sandıkta savunma ve taaruz tipi el bombaları bulundu. Evde bombalara ilişkin tutanak düzenlenmedi, karakolda düzenlenen tutanakların sanki gecekonduda düzenlenmiş gibi gösterildiği ortaya çıktı.
Ergenekon’u başlatan Ümraniye bombalarının bulunduğu gecekonduda hiçbir olay yeri incelemesi yapılmadı. Olay yeri tespit tutanağı, krokisi yoktu. Aramayı gösteren tek bir kare fotoğraf veya video da yoktu. Olay yeri inceleme ekibi gecekonduya sokulmadı, parmak izi incelemeleri için bulunan malzemeler istenildi ve verilmedi. Bombalar karakolda videoya kaydedildi ve ses kaydı yapıldığından haberdar olmayan polislerin aralarında daha Ergenekon soruşturması başlamadan, “Soruşturma Ergenekon olduğu zaman…” gibi cümleler kurdukları ortaya çıktı.
Ardından Ergenekon operasyonları dalga dalga yürütülmeye başladı. Tutuklamalar, baskınlar, aramalar, gözaltılar ile operasyonlar adeta ülkenin gündemine oturdu. Hazırlanan binlerce sayfalık iddianamelerde birçok çarpıklıkların bulunduğu ileri sürüldü, çarpıklıklar defalarca duruşmalarda dile getirildi, gerek hazırlanan bilirkişi raporlarıyla da üretilen delillerin sahteliği belgelendi. “Poyrazköy davası”, “Amirallere Suikast”, “Askeri Casusluk ve şantaj” gibi davalar eliyle de sayısız iddialar üretildi, evlere baskın yapıldı, “delil” diye tanımlanan birçok belgeye el konuldu.
Dilovası, Tükenmez Kalem, Anadolu, Kıskaç, Sokak Lambası gibi gizli tanıklar üretilirken 2008 yılında değiştirilen yönetmelikle gizli tanıklar için kimliğini ortaya çıkaracak soruların sorulması yasaklandı.
Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesinin bomba ve molotof saldırısı davaları ile 1,2,3 olarak süren Ergenekon davaları da birleştirilerek 194 sanıklı 5818 sayfa iddianameli dava devasa bir yargılamaya dönüştü, yargılama halen devam ediyor.
Balyoz Davası
Balyoz davası, AKP dönemindeki Ergenekon, Oda Tv, KCK, Devrimci Karargah benzeri davalardan bir tanesi olarak, siyasi iktidarın yaratmak istediği "yeni Türkiye" açısından önemli dönemeçlerden bir tanesiydi.
20 Ocak 2010 tarihli Taraf gazetesi, "Fatih Camii Bombalanacaktı" manşetiyle çıktı. Buna göre, 2003 tarihli "Çarşaf" ve "Sakal" kodlu eylem planlarında "darbe ortamı yaratmak" amacıyla Fatih ve Beyazıt camilerinin bombalanması hedeflenmişti. Bu planın arkasında, dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan vardı. İddiaya göre planın ana fikri, "kaos ortamı yaratarak" AKP'yi devirmekti.
Bundan bir gün sonra, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Mehmet Berk, Bilal Bayraktar ve Ali Haydar'ı görevlendirerek konu hakkında inceleme başlattı. 30 Ocak'ta ise, Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu, darbe planı iddialarına ilişkin belgeleri bir bavul içerisinde Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne teslim etti.
Savcıların bir aylık incelemesinden sonra 22 Şubat 2010’daki ilk dalgada, aralarında emekli generaller ve muvazzaf subayların da bulunduğu 49 asker gözaltına alındı. Savcılar Mehmet Ergül, Murat Yönder, Süleyman Pehlivan ve Ali Haydar’ın darbe planıyla ilgili hazırladığı iddianameyi İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 9 Temmuz 2010’da kabul etti. Tamamı asker 196 sanık hakkında böylece dava açılmış oldu.
Dava iddianamesindeki tutarsızlıklar küçük bir araştırmayla fark edilebilecek durumda. Savcının iddiasına göre, davanın temel aldığı delil, 12 Aralık 2002 tarihinde oluşturulmuş ve "BALYOZHAREKATPLANI.DOC" ismindeki imzasız bir Word dökümanı. Bu dökümanda, görünürde tek seferde oluşturulmuş bir CD'nin içerisinde yer alıyordu. İddiaya göre CD, 5 Mart 2003'te Çetin Doğan için oluşturulmuştu.
Ancak bu noktada çok mühim bir sahtecilik yapıldı. Balyoz davasına adını veren Balyoz Harekat Planı isimli Word belgesi dahil, cami bombalama planları, çeşitli kişi ve sivil toplum örgütlerini hedef alan planlar, tutuklanacak ve yararlanılacak medya mensupları listeleri, tutuklanacak AKP üyeleri listesi ve diğer Balyoz belgelerinin, ilk defa Microsoft Office 2007 ile kullanılmaya başlanan Calibri ve Cambria yazı karakterlerine ve XML şemalarına referans taşıdığı, Arsenal Consulting ve Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından tespit edildi.
Emniyetin hazırladığı bilirkişi raporlarında da, ilgili sahtecilikleri örtbas etmek için çaba harcandı. 2006 yılında kurulan Türkiye Gençlik Birliği'nin aslında 2003 yılında kurulduğunu kanıtlamaya çalışan emniyet bilirkişileri, 11, 16 ve 17 numaralı CD'lerin diğer CD'lerle farklı programlarda yazılmalarına rağmen, "aynı programda yazıldıklarına" dair rapor verdi. Yine soruşturmanın başında 1. Ordu Askeri Savcılığı tarafından Beşiktaş Adliyesi'ne teslim edilen ve soruşturmaya konu edilen belgelerin 1. Ordu bilgisayarlarında bulunmadığına dair bilirkişi raporu kayıplara karıştı.
Açıklanan kararda, "Türkiye Cumhuriyeti İcra vekili heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs" suçlamasıyla Eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1. Ordu Komutanlarından emekli Orgeneral Çetin Doğan'a 20'şer yıl hapis cezası verildi. Aralarında MHP Milletvekili Engin Alan'ın da bulunduğu sanıklar ise 16 yıl hapis ile cezalandırıldı. Karar Yargıtay aşamasında bekliyor.
Oda TV Davası
Oda TV’den Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Ayhan Bozkurt 14 Şubat 2011 sabahı Ergenekon soruşturması kapsamında ev ve iş yerleri aranarak gözaltına alındılar. Bozkurt’un serbest bırakıldığı operasyondan bir süre sonra 3 Mart 2011’de bir operasyon daha gerçekleşti. Doğan Yurdakul, Ahmet Şık, Nedim Şener, Mümtaz İdil, Müyesser Uğur, Sait Çakır, Coşkun Musluk, Hanefi Avcı, Kaşif Kozinoğlu, İklim Bayraktar’ın gözaltına alındığı operasyonda sadece Mümtaz İdil ve İklim Bayraktar serbest bırakıldı.
Bir süre sonra hazırlanan iddianamede silahlı örgüt kurma, yönetme, üye olma, halkı kin düşmanlığa tahrik gibi birçok suçlama yöneltilerek hapis cezaları istendi. Ancak davanın bel kemiğini oluşturan dijital delillerin varlığıydı ve “Ulusal Medya 2010", "Bilinçlendirme", "teRTEmiz" ve "darbe.doc” gibi akıldışı birçok delilin sahte olduğuna ilişkin dört ayrı kurumdan alınan bilirkişi raporlarına mahkeme heyeti itibar etmedi. TÜBİTAK raporu için aylarca beklendi ve gelen raporda, dijital delillerin bir başka bilgisayardan aktarıldığı yönünde tespitler yapıldı.
Rapora ikna olamayan mahkeme son duruşmada da TÜBİTAK’ın açıklamasını yeterli bulmayarak, “Virüs var mı yok mu onu söylesinler” diyerek sitemde bulundu. İki yıla yakın süre tutuklu kalan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın tahliyesiyle davada tutuklu kalan Yalçın Küçük, Soner Yalçın ve Hanefi Avcı oldu, tüm sanıklar aynı gerekçelerle yargılandıkları halde neden tutuklu kaldıkları bilinmiyor.
Ayrıca Ergenekon davasında, Ergenekon'un yöneticisi olmaktan tutuksuz yargılanan Yalçın Küçük'ün, Oda TV'de ise "üyelik"ten tutuklu yargılanması açıklanmadan ortada duruyor. Bütün bu tuhaflıklar, hukukun işletilmesinden çok, sonucu önceden belli ya da sürekli sona ermesi ertelenen davalarla kamuoyuna şekil verilmeye çalışıldığını gösteriyor.
Hopa davaları
31 Mayıs 2011’de Erdoğan’ın seçim mitingi için gittiği Hopa’da halka polisin saldırısı sonucu emekli öğretmen Metin Lokumcu yaşamını yitirdi. Lokumcu’nun gaz bombasından ötürü yaşamını yitirdiği olaylarda saldırıya uğrayan Hopalılar gözaltına alınarak haklarında “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla dava açıldı.
Erzurum 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nden terör örgütü üyeliği suçlamasıyla 6 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar beraat etti ancak beraat eden 31 kişiden 5 kişiye Hopa Cumhuriyet Savcılığı'nca yeni bir dava açıldı. “Yasa dışı gösteriye katılıp güvenlik güçlerine taş atarak direndikmek" , "TOMA aracına zarar vermek" gerekçeleriyle 2 yıldan 12 yıla kadar hapis istemiyle ikinci bir dava daha açıldı. İddianameye göre, güvenlik güçlerine atıldığı iddia edilen "taş", silah olarak kabul edilip sanıkların cezasında yarı oranında artırıma gidilmesi istendi.
Erzurum’dan "terör örgütü üyeliği" suçlamasından beraat eden 31 kişiden 7 kişi hakkında da üçüncü bir dava için ayrı bir iddianame hazırlandı.
Hopalılara açılan davaların ardı arkasına kesilmezken Lokumcu’nun ölümünü Ankara’da protesto eden üniversite öğrencileri de tutuklu olarak yargılandı. Ankara’daki gösteriye katılan öğrencilerden 28'i 17 yıldan 52 yıla kadar hapis cezaları istemiyle, hem de "terör örgütü üyesi olmak" ya da "terör örgütünün talimatı ile eylem yapmak" gibi ağır bir suçlama ile 7 ay sonra mahkeme karşısına çıktı.
Öğrencilerin davasına destek için Türkiye’nin dört bir yanından gelen siyasi partiler ve kurumların Ankara Adliyesi önünde kitlesel bir dayanışma göstermişti. Duruşmaya katılan tutuklu öğrenciler yaptıkları savunmalarla mahkeme salonunu AKP egemenliğine karşı bir kürsüye çevirmişti. Kendilerinin değil Lokumcu’nun katillerinin yargılanması gerektiğini hatırlatan öğrenciler, savunmalarının ardından ilk duruşmada tahliye edilmişti.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ise ikinci bir dava açtı. İddianamede üçü avukat olmak üzere 48 kişi hakkında 12 yıla kadar hapis cezası istendi. Böylece Ankara’daki Hopa protestosuna katılıp, hakkında dava açılanların sayısı 76’ya yükselmişti. Söz konusu iddianamenin 22 kişinin tahliye edilmesinden sonra hazırlanması ise dikkat çekmişti.
AKP’nin Hopa saldırısıyla beraber devrimcilere karşı tutumu “terör örgütü” tutuklamalarıyla beraber paralellik gösterdi. Erdoğan, Lokumcu’nun yaşamını yitirmesi hakkında, “O arada biri ölmüş” cümlesini sarfetmişti. Ancak Erdoğan’ın saldırgan tutumuna karşı direnen öğrenciler, Hopalılar AKP’ye cevaplarını boyun eğmeyerek verdiler.
12 Eylül davası
"12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak" bahanesiyle başlatılan 12 Eylül davası, bugünün gerici, faşist, sermaye yanlısı ve en önemlisi 12 Eylül darbesinin ardındaki ABD'ye biat eden AKP iktidarının aklanmasının aracına hizmet etti.
3 Ocak 2012’de Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, 12 Eylül darbesine ilişkin soruşturmanın tamamlandığını ve iddianamede şüpheli olarak sadece dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın bulunduğunu açıklamıştı. Savcı Görüşen ayrıca, iki emekli generalin eski Türk Ceza Kanunu'nun 146'ncı ve 80'inci maddeleri gereğince yargılanacaklarını belirtmişti.
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği 80 sayfalık iddianame klasik sağcı - sol düşmanı bir bakış açısının ürünü olarak hazırlanmıştı. Şüpheli olarak yer alan iki isim, halka karşı işledikleri suçlardan, işkenceden, idam kararlarından, hukuksuz gözaltılardan dolayı değil "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek" suçlaması ile yargılanıyor.
12 Eylül ürünü olan AKP zihniyetinin 12 Eylül’ü yargılayamayacağı ise bir hayli doğrulandı. Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen son duruşmada Kenan Evren ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın ifadelerinin sağlık durumları gözetilerek sesli ve görüntülü iletişim tekniği kullanılarak alınmasına karar verdi.
12 Eylül faşist darbesinin suçlusu olarak sadece iki emekli generalin sanık sandalyesine oturtulmasıyla, darbenin arkasındaki asıl güçlerin, ABD, NATO, TÜSİAD, milliyetçi ve İslamcı hareketlerin aklanması girişimi olan 12 Eylül Davası'nın, bir yandan da, AKP iktidarı eliyle yürütülmekte olan 2. Cumhuriyet projesinin Anayasa ayağını sağlama alma girişimi olduğu anlaşılıyor.
Kürt muhalefetine 'KCK'
AKP iktidarında, muhalefetin Kürt bölmesine düşen dava "KCK" oldu. Diyarbakır’daki Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görülen ilk davada tutuklamalar 14 Nisan 2009 tarihinde başladı. Bu tarihten sonra Türkiye'nin hemen hemen her bölgesinde "KCK" adı altında gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleşti ve başta İstanbul olmak üzere birçok kentte başka "KCK" davaları görülmeye başlandı.
Kürt siyasetinden seçilmiş belediye başkanlarının ve milletvekillerinin yanı sıra, gazetecilerin, Abdullah Öcalan'ın avukatlarının ve akademisyenlerin de tutuklandığı KCK iddianamelerinde BDP siyaset akademisinde ders vermek, haber yapmak gibi faaliyetler "suç" olarak değerlendiriliyor. "Gizli tanık" skandallarının bu davalarda da devam ettiği görülürken, davalardaki en önemli başlık anadilde savunma hakkı oldu. Anadilde savunma hakkını reddeden mahkeme, birçok celsede avukatların savunma hakkını da ellerinden aldı. Birçok duruşma avukatsız ve sanıksız görüldü. İstanbul'da görülen KCK davasında, jandarma avukatlara saldırdı.

14 Ağustos 2012 Salı

Ligin unvanları Fenerbahçe'de

Fenerbahçe, 54 sezon göz önüne alınarak yapılan değerlendirmede birçok kategoride ilk sırada yer alıyor.
Süper Lig'de 55. sezon için geriye sayım başlarken, 1959 yılında başlayan ligde şimdiye kadar 54 sezonda 67 farklı takım mücadele etti.

Eski adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi, son yıllardaki adıyla Süper Lig'e en çok takım veren il İstanbul oldu. Bugüne dek 16 takımı en üst seviye ligde mücadele eden İstanbul'u, 9 takımla Ankara izliyor.

-Unvanlar Fenerbahçe'de-
Fenerbahçe, geride kalan 54 sezon göz önüne alınarak yapılan değerlendirmede, puan cetvelinde zirveye otururken, en çok puan toplayan, galip gelen ve gol atan takım unvanlarını elinde bulunduruyor.

Sarı-lacivertliler, oynadığı bin 772 lig maçında 3 bin 28 puan toplayarak, ligin en çok puan toplayan ekibi olurken, ezeli rakibi Galatasaray'ın 35 puan önünde yer aldı. Galatasaray ise bin 772 maçta toplam 2 bin 993 puan elde etti.

Puan sıralamasında Beşiktaş 2 bin 890 puanla 3., Trabzonspor ise 2 bin 82 puanla 4. sırada yer aldı.

-En çok galip gelen de Fenerbahçe-
54 yıllık geçmişi bulunan ligde toplam bin 772 maç yapan 2 takımdan Fenerbahçe, aldığı bin 10 galibiyetle, ezeli rakibi Galatasaray'dan 12 galibiyet fazlasıyla ilk sırada bulunuyor.

Galibiyetlerde Galatasaray 998 ile 2., Beşiktaş ise 945 ile 3. sırada yer alıyor.

-En golcüsü Fenerbahçe-

Ligin 54 yıllık geçmişinde en çok gol atan takım unvanına da Fenerbahçe sahip oldu.

Sarı-lacivertliler, toplam 3 bin 123 gol kaydederken, Galatasaray ise 3 bin 71 gol ile ezeli rakibini izledi. Beşiktaş'ın gol sayısı ise 2 bin 816.

-Galatasaray'ın 1000. galibiyetine 2 kaldı-
Galatasaray, lig tarihindeki 1000. galibiyetine 2012-2013 sezonunda ulaşacak.

Ligde 998 galibiyete sahip olan sarı-kırmızılılar, 2 galibiyet alması durumunda 1000. galibiyetine ulaşmış olacak.

Sarı-kırmızılılar ayrıca 7 puan daha kazanmaları halinde toplam puanını da 3000'e ulaştıracak.

-Son 5 sezonda Fenerbahçe farkı-
Süper Lig'in son 5 sezonunda ''3 Büyükler'' arasında yapılan değerlendirmede Fenerbahçe rakiplerine fark atarak birinci sırada yer aldı.
Sarı-lacivertliler, son 5 sezonda yapılan lig maçları göz önüne alındığında 358 puan toplayıp, ezeli rakipleri Galatasaray'ı 31, Beşiktaş'ı ise 41 puan geride bıraktı.

Son 5 sezonda Fenerbahçe 1, Galatasaray 2, Beşiktaş ise 1'er kez şampiyonluğa ulaştı.

Son 5 sezonda 3 büyük takım arasında oluşan puan durumu şöyle:

Takımlar O G B M A Y P
-----------------------------------------------------
1-Fenerbahçe 170 109 31 30 338 170 358
2-Galatasaray 170 98 33 39 292 167 327
3-Beşiktaş 170 92 41 37 268 160 317

-''Üç Büyüklerden'' sonra Ankaragücü-
Eski adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi, son yıllardaki adıyla Süper Lig'e ''Üç Büyükler'' olarak anılan Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın ardından en çok katılan takım geçen sezon küme düşen Ankaragücü oldu.

''Üç Büyükler'', geride kalan 54 sezonda da ligde yer alırken, başkentin köklü ekibi Ankaragücü ise 49 kez ile 4. sırada bulunuyor.

Ankaragücü'nün ardından ise iki sezon önce tarihinde ilk kez şampiyonluğa ulaşan Bursaspor 43 sezonla ligde en fazla mücadele eden 5. takım olarak dikkati çekiyor.

-67 takım mücadele etti-
Lig tarihinde bugüne dek 67 değişik takım mücadele etti.

Lige bu sezon yükselen Kasımpaşa ve Sanica Boru Elazığspor daha önce Süper Lig tecrübesi yaşarken, Akhisar Belediyespor ise ilk kez mücadele edecek. Bu takımın katılımıyla Süper Lig'de mücadele etmiş takım sayısı 68'e yükselecek.

-7 takım artı averajda-

Süper Lig'de geride kalan 54 sezon sonunda 67 takımın sadece 7'sinin artı averajı bulunuyor.

Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor'un yanı sıra Eskişehirspor, Sarıyer ve Sivasspor, lig tarihinde artı averaja sahip takımlar olarak dikkati çekti.

Fenerbahçe artı 1624 averajla başı çekerken, Galatasaray artı 1578, Beşiktaş artı 1373, Trabzonspor artı 824, Eskişehirspor artı 35, Sivasspor artı 10, Sarıyer de artı 2 averaja sahip.

-37 bin 691 gol atıldı-
Ligde geride kalan 54 sezonda toplam 37 bin 691 gol atıldı.

Maçların 8 bin 832'si berabere sonuçlanırken, galibiyet ve mağlubiyet sayıları ise 11 bin 34.

-Ebedi puan cetveli-
54 yıllık geçmişi bulunan ligde, 1959 yılından, 2011-2012 sezonu sonuna dek oluşan puan cetveli şöyle:

Takımlar Katılım O G B M A Y P
-----------------------------------------------------------------
1-Fenerbahçe 54 1772 1010 472 290 3123 1499 3028
2-Galatasaray 54 1772 998 458 316 3071 1493 2993
3-Beşiktaş 54 1770 945 498 327 2816 1443 2890
4-Trabzonspor 38 1262 644 346 272 1960 1136 2082
5-Ankaragücü 49 1592 506 466 620 1831 2096 1751
6-Bursaspor 43 1406 488 409 509 1652 1669 1681
7-Gençlerbirliği 40 1332 447 402 483 1700 1745 1579
8-Altay 41 1326 413 413 500 1415 1608 1372
9-G.Antepspor 26 858 317 227 314 1076 1113 1139
10-Samsunspor 30 986 319 254 413 1093 1305 1090
11-Eskişehirspor 26 842 296 269 277 945 910 947
12-İstanbulspor 23 756 237 229 290 855 945 813
13-Kocaelispor 20 674 225 184 265 858 934 784
14-Göztepe 25 770 238 248 284 802 899 748
15-Denizlispor 19 654 202 174 278 806 932 736
16-Adanaspor 21 670 196 206 268 738 887 667
17-Boluspor 20 638 192 215 231 637 709 654
18-Antalyaspor 17 580 179 152 249 671 836 651
19-Kayserispor 17 560 172 159 229 657 763 643
20-Sarıyer 13 436 148 135 153 553 551 527
21-Karşıyaka 16 528 152 141 235 533 752 510
22-A.Demirspor 17 550 146 157 247 514 773 490
23-Ç.Rizespor 13 444 145 99 200 472 626 485
24-Malatyaspor 11 384 134 102 148 507 544 467
25-Konyaspor 12 398 116 104 178 470 627 452
26-Zonguldakspor 14 454 135 148 171 425 484 424
27-Ank.Demirspor 13 418 116 153 149 447 509 385
28-Sakaryaspor 11 380 114 89 177 452 586 370
29-Vefa 14 422 110 143 169 364 514 363
30-Sivasspor 7 244 96 65 83 337 327 353
31-Mersin İ.Y. 12 370 114 110 146 329 384 348
32-PTT 12 374 93 134 147 340 445 320
33-Diyarbakırspor 11 362 91 84 187 323 554 320
34-İzmirspor 10 326 93 110 123 312 385 296
35-Orduspor 10 318 96 91 131 268 369 293
36-Feriköy 9 292 88 86 118 257 312 262
37-Altınordu 10 322 80 98 144 298 435 258
38-Şekerspor 10 320 73 100 147 309 481 255
39-Kasımpaşa 8 292 68 91 133 257 436 250
40-Beykoz 8 264 72 94 98 262 314 238
41-İBB Spor 5 176 66 37 73 226 245 235
42-Hacettepe 9 286 72 83 131 268 397 232
43-Manisaspor 6 204 58 49 97 242 306 223
44-Ankaraspor 6 204 53 57 94 210 319 216
45-Karabükspor 5 166 50 33 83 185 285 183
46-Karagümrük 6 182 53 51 78 207 236 157
47-Vanspor 5 170 38 39 93 165 298 153
48-Giresunspor 6 180 47 57 76 156 209 151
49-Z.Burnuspor 5 162 36 37 89 159 290 145
50-Ç.Dardanelspor 3 102 28 25 49 107 154 109
51-Bakırköyspor 3 90 28 21 41 131 135 105
52-Aydınspor 3 90 26 27 37 105 140 105
53-Erzurumspor 3 102 25 23 54 116 205 98
54-K.Erciyesspor 2 68 18 23 27 65 96 77
55-Y.Yozgatspor 2 68 19 19 30 101 113 76
56-A.Sebatspor 2 68 14 19 35 85 131 61
57-Elazığspor 2 68 15 14 39 77 138 59
58-Beyoğluspor 2 54 13 17 24 49 72 43
59-Yeşildirek 2 58 13 16 29 51 94 42
60-G.Birliği OFTAŞ 1 34 10 10 14 30 36 40
61-Adalet 2 52 10 15 27 38 69 35
62-Petrolofisi 1 34 8 5 21 38 73 29
63-Bucaspor 1 34 6 8 20 37 65 26
64-Balıkesirspor 1 30 9 7 14 18 39 25
65-Siirtspor 1 34 6 6 22 47 81 24
66-K.Maraşspor 1 36 4 11 21 22 71 23
67-Kırıkkalespor 1 30 5 8 17 21 64 18
------------------------------------------------------------------
Toplam 944 30900 11034 8832 11034 37691 37691 36604

Not: Puanlamada, ligde o sezon için geçerli olan puan sistemi esas alınmıştır.

Not: Takımların, küme düşürülen Ankaraspor karşısındaki 2009-10 sezonundaki hükmen galibiyetleri ve golleri değerlendirmeye alınmıştır.

Not: Geçen sezon oynanan Süper Final Şampiyonluk Grubu ve Avrupa Ligi Grubu maçları değerlendirmeye alınmıştır.

8 Temmuz 2012 Pazar

Gariban İslam'ı

Hayır, "cami çukura yapılır" gibi zırvaları tartışmayacağız. "İslam tevazu demektir" felsefesini tartışacağız.
Daha doğrusu, "İslam eşittir yoksulluk" saplantısını...
Düne kadar böyle bilinirdi. Osmanlı yıkılmıştı ve imparatorluğun çekirdeği olan Türkiye bir türlü kendine gelemiyordu. Arap ülkeleri koyu sefalet içindeydi, İran'ın da pek bayındır olduğu söylenemezdi. Afrika'nın ve Uzakdoğu'nun Müslüman ülkeleri belirleyici olmaktan çok uzaktılar.
Demek ki İslam, gerilik ve gericilik olduğu kadar pislik, bakımsızlık, çapaçulluk, yoksulluk anlamına da geliyordu! Öyleyse ona sırt çevirmek şarttı. Kemalistler bize böyle öğrettiler.
Oysa "Osmanlı" ile "tevazu", birbirinin yakınından bile geçmemiş iki kavramdır! "Osmanlı alçakgönüllüydü" diyen, "ben tarih bilmiyorum" der.
Fakat işe bakın ki, çelişkiye bakın ki, Kemalistler de yoksul olmakla pek övünüyorlar, bundan gizli bir "mazoşist zevk" alıyorlardı!
"Yemeyeceğiz, içmeyeceğiz, kendi yağımızla kavrulacağız" felsefesi günümüzde de "sağ Kemalist" kesimlerde cazibesini korumaktadır. "Gerekirse ekonomik kriz çıksın, yeter ki bu hükümet gitsin" saçmalığı da bunun aşırı uç yansımasıdır.
Bizim de aklımız ermiyordu, "fakiriz diye ağlayacağınıza zenginleştirin öyleyse, yatırım yapın" diyemiyorduk. Zaten bize "sorgulama" eğitimi ve kültürü de verilmemişti. Yaş kemale erince aklımız da başımıza geldi (çoğumuzun henüz gelmedi, çoğumuzun da geleceği meleceği yok.)
Bunun üzerine, sol Kemalistler yani sosyalistler de "yoksullukta eşitlik" özlemine sığındılar. Doğu Bloku'nun çuvallama düzeyini matah bir şey, özlenecek bir hedef sandılar.
Zenginleşmek isteyenler de, ister sağ ister sol her Kemalist'in gözünde "hırsızla" eş tutuldu, tüccar kötü adamdı, yani memur olmayan herkes...
Şu anda Türkiye, azgelişmiş olmaktan orta derecede gelişmiş olma düzeyine çıkmıştır, aklını kullanıp savaşlara bulaşmazsa gelişmiş ülke olma düzeyine de yirmi yıl kadar sonra ulaşacaktır. Burada şaşırtıcı olan, bazı Müslüman fikir adamlarının bundan rahatsızlık duymalarıdır!
Ülke kalkınıyor, ortaya bir "Müslüman burjuva" sınıfı çıkıyor, bu sınıf halkını eskisinden, yani bürokratların yaşattığından daha iyi yaşatıyor, yani daha şimdi şimdi üretilen refahtan ona da pay veriyor. Bunlar beğenmiyorlar.
Başını Mehmet Şevket Eygi'nin çektiği bu harekete başkaları da katıldılar. Müslüman'ın sınıf değiştirmesi onları rahatsız etti.
Bu "garibanizm" tutkusunun, sosyalistlerin ve bürokratların "yoksulluğa övgü" yanlışından ne farkı var?
Yaptıkları, akıntıya kürek çekmek... Çünkü en hakiki mürşit ilim, burada belirleyici olan da ekonomi bilimidir.
Müslüman para kazanınca dört çarpı dört araba da kullanacak, marka da giyinecek, uçağa da binecek, tatil de yapacak, kısacası daha iyi yaşayacaktır. "Görkemli cami" yapmak isterse onu da yapar, Osmanlı anıtlarını aşmak isterse onu da dener.
"İslam garibanizmi" özleyenler de, "Kemalist garibanizm" isteyenlerle "sol garibanizm" sevenlerin gittiği yere giderler: Tarihin dışına.
Peygamber efendimiz "tüccarın piri" değil midir yahu, sizinki ne yaman bir çelişki?               

Devrim yaklaşıyormuş galiba

Başkanlık seçimini Clinton kazanınca "Amerika'da sosyaldemokratlar iktidara geldi" diye sevinmişlerdi... (Obama kazanınca da sevindiler tabii, Amerikan emperyalizmi sona ermişti!)
Kızıl Meydan'da komünistler korsan gösteri yapıp polisten cop yiyince de "Rusya'da sosyalizm geri geliyor" diye heyecana kapıldılar.
Türk eski solcuları...
Böyle bir zümre var.
Bir kısmı düpedüz faşizme kaydı (faşizmin ağababası Mussolini de eski bir sosyalist değil miydi?), bir kısmı "liberal aydın" geçinmeye çalışıyor ama bu onu tam olarak da tatmin etmiyor, içine sinmiyor, bir kısmı Türkiye'yi kurtarmayı bırakmış CHP'yi kurtarmaya çalışıyor. (Bunların reisleri ve gazeteleri de Kürtçü mü olsun, solcu mu olsun, liberal mi olsun, bir türlü karar veremiyor, bir fırt oradan, iki tutam buradan, geçinip gidiyor.)
Solcu oldukları ama iktisat bilmedikleri için, kapitalizmin her periyodik krizini (Kondratieff'i okusunlar), kapitalizmin sonu sanıyorlar.
Ve her seferinde heyecanlanıyorlar, artık tamam, devrim yaklaşıyor galiba!
"Bu seferkinin" farklı olduğunu söylediler ("bize teğet geçecek" diyen başbakanla alay etmeyi de hiç ihmal etmeden.)
Gerçekten teğet geçince de bozuldular, oysa çelişkiler derinleşecek, ne güzel devrim patlayacaktı, şöyle ağız tadıyla bir kriz yaşayamamışlardı...
Altmışlı yılların sonlarında açıkça faşizm bekleyenler de vardı aralarında, çünkü faşizm gelince sınıf çelişkileri daha da belirginleşir, işçi bilinçlenirdi (bu zırvaya dayanarak darbe istediler)...
Türk köylüsü Almanya'ya gidince de umutlandılar, insanımız orada sömürülecek, dolayısıyla bilinçlenecek, Türkiye'ye döndüğünde devrim yapacaktı...
Adalet Ağaoğlu, Almanya'ya giden Türk'e neler olduğunu "Fikrimin İnce Gülü" romanında anlattı, burun kıvırdılar tabii.
Eşkıyanın gerçekte ne olduğunu anlatan Kemal Tahir'in o eşsiz "Rahmet Yolları Kesti" romanına da burun kıvırdıkları gibi. (Onlar, toprak reformu yapan okuma yazma bilmez eşkıya İnce Memed'i seviyorlardı, çünkü kendi okuma yazmaları da kıttı.)
Şimdi de Batı ülkelerinde meydanlara toplaşan işsiz gençlere bakıp bakıp heyecanlanıyorlar. Wall Street ya da Puerta del Sol gösterilerini "kapitalizmin sonu" gibi görmek istiyorlar.
Bu örgütsüz ve rastgele tepkilerin fikir babası Stephane Hessel'i ciddiye alıyorlar. Altmışlı yıllarda da, "işçi sınıfı gevşedi, ondan umut yok, devrimi gençler yapacaklar" diyen Herbert Marcuse'yi çok ciddiye almışlardı.
Marcuse canım, hani şu İlker Başbuğ paşanın çok sevdiği ve demeçlerinde örnekler verdiği "Frankfurt okulu" düşünürlerinden...
Çağdaş takılıyorlar, orak çekiçli eylem yapan "Redhacker" adlı kızıl Internet çetesine sıcak bakıyorlar. Julian Assange desen, zaten ilahları!
Hayatlarını bir vehme kurban etmiş koca bebekler, eğer kurbanlık konumunu sevdiler ve benimsedilerse, bu "illüzyonu" ölünceye kadar sürdürmekte özgürdürler tabii. Bir şey diyemeyiz. Ama kapitalizmin geleneksel ve döngüsel krizleri ayyuka çıkarsa, bunun sonu sosyalist devrim değildir yavrum, arkadan mis gibi faşizm ve savaş gelir. Sana uyarsa bilemem, bana hiç uymaz.

İçeride itibarım 1500 arttı

8 aydır Metris Cezaevi'nde tutuklu bulunan Cübbeli Ahmet Hoca, cezaevi günlerini anlattı, Aziz Yıldırım ve Fethullah Gülen'le ilgili ilginç ifadeler kullandı.Kamuoyunun 'Cüppeli Ahmet' olarak bildiği Ahmet Mahmut Ünlü , Karagümrük Çetesi'ne yapılan operasyondan sonra 'fuhuş' iddiasıyla tutuklanmıştı. Özgün tarzı ile bir 'pop star' kadar ünlenen Cüppeli, 8 aydır cezaevinde. Kendisine büyük bir komplo kurulduğuna inanıyor.

"Her şey jet ski ile başladı" diyen Hoca, 'uluslararası odakları' işaret ediyor. Kendisine komplo kurabilecek ülkeler olarak İsrail , ABD ve İran 'ı gösteriyor. 'Fuhuş' iddiasını da reddeden Cüppeli, "Ben zina yapmadım. İslami ölçüden sapmadım" diyor. Poliste kendisine 'Seni rezil edeceğiz' denildiğini söyleyen Cüppeli'ye göre halk iddialara inanmadı. Cüppeli, "Eskiden sevenlerim vardı, şimdi fanatiklerim oldu. İtibarım da cemaatim de kat kat büyüdü" diyor.

Radikal gazetesinden Ömer Şahin'in haberine; "Beni susturmak istediler" diyen Cüppeli Ahmet Hoca, büyük bir komployla karşı karşıya olduğunu savunuyor. "Bunlar 2-3 polisin yapacağı işler değil, memlekette ajanlar cirit atıyor" dedikten sonra şunları anlattı: " TV programlarım çok tesirli oldu. Türkiye 'yi salladı. Teke-Tek'e çıkmadan iki gün önce bir Başbakan Yardımcısı arayıp engellemek istemiş. Ben Mahmut Efendi'den izin alarak çıktım. Beni kontrol edemezler. Mahmut Efendi'den başkasına biat etmem. Vatanseverliğim, milliyetçiliğim dağdaki çobanı bile etkiledi. Askeriye, samimi miyim, değil miyim öğrenmek için yüz kontrolü yaptırmış. 10 milyon izleyicim oldu. Beni Danıştay üyesi de Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi de izledi. Adnan Hocacılar, Diyalogcular, İrancılar hepsi rahatsızdı. İran Sefiri ülkesine davet etti, gitmedim. Ben kendimi küçük görürüm. Birileri beni büyük görüp oyun oynamak istediler." Cüppeli, kısa sürede tahliye olacağına da ihtimal vermiyor. O yüzden yargı paketine umut bağlamıyor.

Samanyolu TV izliyorCüppeli Ahmet Hoca sağlık sorunundan dolayı Metris'te revirde kalıyor. Kalbine stent takılı. Behçet ve şeker hastalıklarından raporlu. Yoğun ziyaretçisi var. CHP , MHP milletvekilleri gelmiş. AKP 'den gelen milletvekili yok. Siyasi görüş olarak her kesimden ziyarete gelenler olmuş. Solcular, Alevilerden de gelenler olmuş. 28 Şubat sürecinde de cezaevinde yattığı için demir parmaklıkların yabancısı değil. Dini ritüellerini burada da sürdürüyor. Günde 2 saat tarikat dersini ihmal etmiyor. Binlerce mektup gelmiş. Hayranları neler yazmış, neler? Yemeden içmeden kesilenler, tatilini iptal edenler… Vaaz veremiyor, ama her hafta 30 sayfayı bulan mektup yazıyor. Radyoda 'mektuplu vaaz' okunuyor. Hoca, cezaevinde 7 aydır ağzına et ve ürünlerini sürmemiş. "Helal" olup olmadığından, kesim şartlarından şüphe duyuyor. 28 Şubat döneminde de cezaevinin etlerini yememiş. Cüppeli, daha önce "Saman TV " dediği "Dansöz izleyin daha iyi" diye dizilerini eleştirdiği Samanyolu TV 'yi izlemeye başlamış: "Haberleri oradan izliyorum. Mahkemeleri, ÖYM'leri en fazla onlar veriyor." Cüppeli, İsmail Ağa Cemaati lideri olan Mahmut Efendi'ye çok düşkün. "En çok o mübareği özledim" diyor. Cemaatle sohbet etmeyi, TV programlarına çıkmayı sabırsızlıkla beklediği izlenimini de aldım. Tahliye olursa mutlaka TV 'lerde yer alacak. Bu sene Umre'ye gidememiş. Mekke ve Medine'nin gözünde tüttüğünü anlatıyor. Eşinin, şeker hastalığına uygun yaptığı zeytinyağlı yemekleri de özlemiş.#Sayfa#

'Ben takımlar üstüyüm'Cüppeli Ahmet Hoca'nın Metris'te revir komşusu Aziz Yıldırım 'dı. İkilinin dostluğu günlerdir dillerde. Aziz Başkanın Cüppeli'yi FB'li yaptığı, "En büyük Fener" dedirttiği de gazetelere yansıdı. Peki, bütün bunlar doğru mu? Cüppeli ne diyor? Bir defa Cüppeli, Aziz Yıldırım 'ı çok sevmiş. Hürmet ediyor. Birçok iyiliğini gördüğünü söylüyor. Aziz Yıldırım yaşça büyük olduğu için O'na "Baba" diyormuş. Bir ziyaretçisinin yanında "Baba" dediği Aziz Başkan için "O'nun tebaatinden olduk" demiş. Oysa bu söz dışarıya farklı yansımış. "FB tebaati" olarak haber olmuş. Peki, Aziz Yıldırım 'la bu kadar samimi olan Cüppeli, FB'li mi oldu? "En büyük Fener" mi diyor? Cüppeli, medyaya yansıyan haberlere şaşırmış ve üzülmüş. Hiçbir zaman takım tutmadığını söylüyor. "Ben takımlar üstüyüm" diyor. Niye herhangi bir kulübün taraftarı olmadığını da şöyle anlatıyor: "Ben kamuya mal olmuş bir insanım. Galatasaraylı amigo Sebo da, Fenerbahçe amigosu Sefa da benim cemaatim. Her takımdan insanlar sohbetime geliyor. Bu durumda olan insanın takım açıklaması uygun olmaz." Cüppeli Ahmet Hoca, Metris'te "En büyük Fener" dediği şeklindeki habere de tepkili. "Böyle bir şey olabilir mi?"dedikten sonra, "Vaazlarımda ' En büyük Allah' demiş insanım. En büyük Fener diyebilir miyim" diye soruyor. Cüppeli, maç izlemenin 'boş iş' olduğunu ve böyle işlerle vakit kaybetmediğini de belirtiyor.

Cüppeli Ahmet Hoca, FB'nin şampiyonluğu için dua ettiğini ise gizlemiyor. Aziz Yıldırım 'ın kendisinden dua talep ettiğini söyleyen Cüppeli, "Aziz Başkan'ı sevdim, saydım. Çok mahzundu. Diğer başkanlar dışarıda, o tutukluydu. Sevinsin diye dua ettim. Komşuluk hakkı var. Başkan, 'Hocam dua et' derdi, bazen devre arası dua isterdi. Bir seferinde 'Dua et, kale kapansın' dedi, o maç FB gol yemedi, top içeri girmedi. Ben kim isterse dua ederim."

Aziz Yıldırım , Cüppeli'den liglerin bitmesine 3 ay kala dua istemeye başlamış. Lig Şampiyonu Galatasaray olunca Cüppeli ile Yıldırım arasında ilginç bir diyalog yaşanmış. Cüppeli, Aziz Başkan'a söylediği o sözleri gülerek anlatıyor: "Siz benden dua istediğinizde 9 puan fark vardı. O puan farkı kapandı. Yüzde yüz duayla. GS buçuk puanla şampiyon oldu. 104 kitapta buçuklu duanın yeri yok. Keşke benden daha önce dua isteseydiniz."

Gülen'i rüyamda gördümCüppeli Ahmet Hoca'nın Fethullah Gülen grubuyla arasının iyi olmadığı bilinir. Cüppelinin cezaevine girişinden cemaati sorumlu tuttuğu, hatta Kamer Genç 'e "Bana komplo kurdular" dediği basına yansımıştı.

Cüppeli ile Fethullah Gülen ve camiayı da konuştuk. İşte Cüppeli Ahmet Hoca'nın Fethullah Gülen'le ilgili görüşleri:

"Fethullah Hoca grubu nezih bir cemaat. Hocaefendi'ye saygı duyarım. Mahmut Efendi de kendisini sever, sayar, laf söyletmez. Bunun şahidiyim. Hocaefendi'nin kanunsuz işlere razı olacağını düşünemem. Bu işi onlara konduramam. Belli ki birileri bizi birbirimize düşürmek istedi. Biz bu oyuna gelmedik. Ben 'Cemaat bana komplo kurdu' demedim."

Cüppeli, Fethullah Gülen'i geçtiğimiz günlerde rüyasında görmüş. "Rüyada bana bildirilir, benim rüyam çıkar" diyen Hoca, "Kendisini çok iyi gördüm. Bana dua ediyordu. Üzüldüğünü söylüyordu" dedi.#Sayfa#

Ruhban Okulu'na tepkiliCüppeli Ahmet Hoca, hükümetin bazı politikalarına karşı. Bunlardan birisi 4+4+4 olarak bilinen yeni eğitim modeli. "Bize göre 5 yıl zorunlu olmalı. Ondan sonra isteyen istediği yere gitmeli" diyen Cüppeli, Ruhban Okulu'nun açılmasının çok tehlikeli olacağına inanıyor. Gerekçesi de ulusalcıların bakışını aratmıyor: "Din adamı ihtiyaçları yok. Bunlar ajanlık, misyonerlik yapacaklar. Eğer Yunanlılar işgal etmiş olmasaydı, Batı Trakya 'daki Müslüman Türklere hakları verilseydi o zaman açılabilirdi" diyor. Osmanlı zamanında Ruhban Okulu'nun açık olduğunu hatırlatınca da, "Fatih verdi çünkü Osmanlı güçlüydü. Bugün güçlü değiliz. Tehlikelerle karşı karşıyayız" gerekçesini dile getiriyor.

'İçeri girdim, itibarım 1500 arttı'Cüppeli, "fuhuş" iddialarını "faso fiso" olarak niteliyor. Üstüne basa basa, "Başımdan birkaç nikâh geçti ama İslam 'a aykırı bir şey yapmadım, zina yapmadım" diyor. Karagümrük çetesiyle ilgisi olmadığını, Ergenekon 'u bilmediğini de söylüyor. 'Organize'de gözaltındayken, "Seni Türkiye 'ye rezil edeceğiz" dediklerini aktaran Cüppeli, "Bana büyük, karma bir komplo var ama anlayamadım" diyor. Cüppeli'ye göre halk kendisine yönelik suçlamaları kabul etmedi. Bunun en büyük ispatı olarak halkın ilgisini gösteriyor. Tutuklandıktan sonra itibarını da cemaat sayısını da arttırdığını söylüyor. "7 ayda yeni cemaatler edindim. İtibarım 1500 arttı. Ben tahliye olamadım diye hastalananlar olmuş. Annemin cenazesine 60 bin kişi katıldı." Cüppeli'nin bir de beddua ettikleri var. Onları da açıklıyor: "Annem durumuma çok üzülmüştü. Bu zulme alet olanları annemin katili olarak görüyorum. Komplo kuranlara, bilerek tertip edenlere çok beddua ediyorum."

'Cennette bile cüppeli olmak istiyorum'Cüppeli yıllardır sakalı ve cüppesiyle göz önünde. Cezaevinde de kılık ve kıyafetini değiştirmemiş. Bu cüppeyi ne zaman çıkarmayı düşündüğünü sordum. "Hiçbir zaman" demesini bekliyordum ama Cüppeli daha ötesini söyledi. "Cüppe benimle mezara gidecek. Hatta cennette bile cüppeli olmak istiyorum."

'Her şey Jet Ski ile başladı'Cüppeli'yi kamuoyunda daha geniş kitleye tanıtan Jet-Ski'li görüntülerdi. Hoca, "Her şey Jet Ski ile başladı" derken o görüntülerin kendisini itibarsızlaşmak için kullanıldığını, işin arkasında ABD , İsrail ya da İran 'ın olabileceğini söylüyor. Cüppeli'ye göre Çeçenistan, Doğu Türkistan sorunlarına el atması, dinler arası diyaloga karşı çıkması, İran Şia'sına karşı olması kendisini hedef haline getirdi. Jet-Ski olayından sonra TV programlarına çıkması çok dikkat çekmiş.

12 Haziran 2012 Salı

"Türkiye Ortadoğu'nun Kolombiyası"


Arap Baharı’nın artçı sarsıntıları sürüyor. Mısır’da tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu 16-17 Haziran’da gerçekleşecek. Suriye dünya gündeminin tepesinde duruyor…
Bunları ve Avrupa’nın içinde bulunduğu krizi konuşmak için iyi bir isimdi Samir Amin. Zira “Le Monde arabe dans la longue durée, le printemps arabe?” (Uzun dönemde Arap dünyası, Arap Baharı mı?) adlı kitabı yeni yayımlanmıştı ve 25 yıl önceki “Avrupamerkezcilik” kitabından bu yana bu kıtanın sıkı bir politik takipçisiydi. Üstelik Kahire’de doğmuş, Fransa’da okumuştu; Senegal’in başkenti Dakar’da yaşıyordu ve Üçüncü Dünya Forumu’nun direktörüydü.
Dahası sıkı bir Marksist’ti. Hatta bana Amin’in telefonunu veren dostum onu “çağdaş Marx” olarak adlandırıyordu. Neticede “Çağdaş Marx” ile bu konuları da konuştuk ama söz dönüp dolaşıp Türkiye’ye, AKP’ye ve Başbakan Erdoğan’a geldi. Heyecanlı sohbetin gerilimli anları ise ortalığı kızıştırmak için takındığım müdafi pozisyonundan doğdu…

“PATLAMA ZATEN BEKLENİYORDU”
Arap Baharı nasıl başladı? Sebep ekonomik miydi, sosyal mi, ideolojik mi?..
Mısır başta olmak üzere Tunus, Suriye ve diğer ülkelerde Arap halklarının patlaması bekleniyordu ve hiç sürpriz değildi. Nedeni çok. Birincisi, büyüyen fakirlik, sosyal koşulların bozulması ve artan işsizlik. İkincisi, demokrasi eksikliği ve rejimin giderek daha çok polis rejimine dönüşmesi. Üçüncüsü, ABD ve İsrail’e boyun eğme ve bağımsız milli politikaların terk edilmesi. Bu üçü birleşti ve durum Arap halkları için artık çekilmez hale geldi.
Bu noktaya nasıl gelindi?
Bandoung sürecinden (1955’te Endonezya’nın Bandoung kentinde 29 Afrika ve Asya ülkesinin katıldığı konferans) yaklaşık 1970’e kadar Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı, dönemin Suriye ve Irak’ı, Huari Bumedyen’in Cezayir’i ve sosyalist Güney Yemen gibi bazı Arap rejimleri antiemperyalistti ve ilerici sosyal hareketin öncüleriydi. Sosyalist demiyorum, ilerici sosyal politikalardan bahsediyorum. Bunlar elbette demokratik değildi çünkü tek parti rejimleriydi. Ama halklarının gözünde meşru rejimlerdi. Çünkü üretim ekonomisini göreceli olarak dışarıdan bağımsız ve etkili biçimde gerçekleştiriyorlar, bu da olumlu sosyal sonuçlar doğuruyordu. O dönemde neredeyse herkes iş sahibiydi, şaşırtıcı bir eğitim veriliyordu, sağlık, ulaştırma ve konut sistemi çok düzelmişti. Ayrıca eğitim sayesinde özellikle alt sınıflardan orta sınıfa doğru sosyal hareketlilik sağlanmıştı.
Bu durum ne kadar sürdü?
Mısır’da 1954’ten 1970’e, Nasır’ın ölümüme kadar. Cezayir’de 1962’den Bumedyen’in ölümüne kadar. BAAS’ın Suriye ve Irak’ında da aynı dönemlerde gerçerliydi.
Bu aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin yükseldiği dönem değil miydi?
Kesinlikle. Bu rejimlere meşruiyetini antiemperyalist oluşları da veriyordu. Onlara “nasyonal popüler” rejimler diyorum ben zaten. Tabii bu rejimlerin bir süre sınırı vardı bu da demokratik olmayan rejimlerin sınırıydı. Diğer yandan emperyalist güçlerin güçlü ve şiddet dolu düşmanlığını kazanmışlardı. Şiddet dolu derken mesela İsrail’in başlattığı bitmeyen savaşları kastediyorum. 1956’da, 1967’de, 1973’te… Sonuç olarak bu rejimlerin soluğu tükendi. Buna dünya çapında yaşanan değişim de eklendi. 1964-80 arasında liberal kapitalizmin saldırısı vardı. Bu rejimler de yerlerinde kalabilmek için neo-liberalizme eklemlendiler. Neo-liberalizmin şartlarına boyun eğmek için antiemperyalist, nasyonal popüler ve bağımsız stratejilerinden vazgeçtiler. Mısır’da Nasır’ın ölümünden sonra Enver Sedat tarafından kaba ve hoyratça yapılan bu boyun eğme Hüsnü Mübarek tarafından sürdürüldü. Cezayir’de de aynı şekilde Bumedyen’in ölümünden sonra (1978) Şadli Bin Cedid hükümeti tarafından gerçekleşti. Suriye’de liberalizm Hafız Esad’la başladı. Bu rejimler yerlerini korumak için kapitalizme teslim oldular. Bütün bunlar, çok kısa sürede sosyal bir felâkete yol açtı. Önceki dönemin bütün kazanımları kaybedildi. İşsizlik, fakirlik, eğitim ve sağlık sistemlerinin çöküşü dönemine geri döndük. Buna emperyalist politikalara boyun eğme eşlik etti. Mısır’da bu Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek’le açık bir şekilde yapıldı. Mesela İsrail’le barış ilan edildi. Diğer Arap ülkelerinde ise yarı gizli gerçekleşti bu boyun eğme. Bu doğal olarak ileride bir patlamaya yol açacaktı tabii…

ARAP BAHARI YOK”
Arap Baharı bu noktadan sonra nereye evrilir? Anti-emperyalist bir dalga yaratır mı peki?
Ben bugüne kadar bir Arap Baharı olduğundan bahsetmedim. Bu yüzden kitabımın adının sonuna soru işareti koydum. Bir patlama ya da hareket var. Bunun farklı bileşenleri var. İşsizlik, fakirlik gibi sosyal meselelere isyan edenler; işçi sendikaları gibi kendi konumlarının iyileşmesi için mücadele edenler; liberalizmin ürünü olan artan kamulaştırma politikalarına direnen çiftçiler; polis rejimine direnen ve demokrasi isteyen orta sınıflar… Ayrıca gerçekten bağımsız ve anti-emperyalist bir rejim isteyen genel bir milli duygu da var. Ama bu bileşenler ülkeden ülkeye değişiyor. Bunlar halihazırda net bir programla, alternatif sunarak, ortak bir stratejik amaçla cephe oluşturabilmiş değiller.
Bu mümkün mü?
Bugüne kadar, reaksiyoner yerel oyuncuların oyunu olarak görülüyor bu hareket. Bunlar ne genel ekonomi ne ABD’ye boyun eğme politikalarını değiştirmek istiyorlar. Sadece daha az polisiye bir rejim talep edebilirler -demokratik değil. Bu gerici güçleri farklı Arap ülkeleri çerçevesinde analiz ettim. Mısır örneğinde, temel gerici güçlerin iki ayağı var. Bir tarafta ordunun komuta kademesi, diğer tarafta Müslüman Kardeşler. Bunlar birbirine düşman değil, müttefik. Aralarında güç rekabeti var ama müttefikler. Ve başta ABD olmak üzere emperyalizm tarafından destekleniyorlar. Amaçları, atasözünde olduğu gibi: Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirmek.
ABD veya Batı’nın Müslüman Kardeşler gibi İslamcı grupları Ortadoğu’da kullandığını mı söylüyorsunuz?
Kesinlikle. Onlar temel müttefikleri. Batı’nın İslamcılar’a karşı bütün o retorikleri, gevezelikleri yalan. Ayrıca bunlar sadece Mısır’da temel müttefikleri değil. Türkiye’de de böyle.
AKP’den mi bahsediyorsunuz.
Evet. Bunu ayrıca konuşuruz isterseniz. Ama bu ittifak bugüne kadar hareketi yönlendirmeyi başardı. Bu yönlendirmeyle gerici hareketler Mısır’da komedi bir seçim organize ettiler. Parlamento seçimlerinden Müslüman Kardeşler ve Selefiler zaferle ayrıldı çünkü Körfez ülkelerinin milyon dolarlarını kullandılar. Ayrıca askeri rejim onlara sınırsız bir özgürlük verirken diğerlerine hiç tolerans göstermedi.
Kime?
Bu hareket içindeki ilerici güçlere. İşçilere, sosyalistlere, demokratik oluşumlara, çiftçi hareketine; eğer buna bir devrim dersek bu devrimi gerçekten yapan insanlara… Şimdi komedi seçimlerin ikincisindeyiz: Cumhurbaşkanlığı seçimleri. İlk etapta üç aday vardı. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi, oyların yüzde 24’ünü aldı. Eski general, Mübarek’in son başbakanı, eski rejimin adamı Ahmed Şefik, yüzde 23 aldı. Ve hareketin gerçek anlamda tek temsilcisi Hamdin Sabbahi yüzde 21 aldı. Ben bu rakamları kabul etmiyorum. Her şeyi Sabbahi ikinci turda olmasın diye düzenlediler. Çünkü ikinci tura kalsaydı büyük ihtimalle zafere ulaşacaktı. Gerçi şimdi de çok karmaşık bir ortam var. Askeri rejim Mursi’yi suçluyor ki haksız da değiller. Mursi çocuklarının Amerikan vatandaşlığına geçmesini kabul etti. Bu da aslında başkanlık seçimlerine katılmasını engelliyor.
Yani Arap Baharı başladığından bu yana Mısır için bir şey değişmedi.
Öyle demiyorum. Gerici güçlerin amacı hiçbir şeyi değiştirmemekti. Amaçlarına ulaşamayacaklarını ve mücadelenin süreceğini düşünüyorum.
Batı’nın pozisyonu da “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi” mi?
Tunus ve Mısır için bütün propagandaları devlet başkanları üzerine yoğunlaşıyordu. Tunus’ta her şey iyiydi ama Bin Ali kötüydü; Mısır’da her şey iyiydi ama Hüsnü Mübarek katildi. Ama mesele sistem, devlet başkanları değil.

“İSLAM DEMOKRASİDE ÇÖZÜNÜR MÜ?”
Müslüman Kardeşler’in Batı tarafından kullanıldığını söylediniz. Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları zaten yeterince Müslüman hatta “İslamcı” değil mi?
Halklar şunu veya bunu istiyor diyemezsiniz; bu karmaşık bir mesele. Halklar şu anda bir karışıklık ve yanılgı içinde. Müslüman Kardeşler’in gücü topluma yerleşmiş (nüfuz etmiş) durumda. AKP’nin Türkiye’ye yerleştiği gibi. Bu, gerçekliği olmayan bir gecekondu partisi değil elbette. Ama onların bu toplumlara yerleşmesinin nedeni giderek artan fakirlik. Emperyalistler tarafından kullanılan liberal gelişme modelinin ve kapitalist sistemin ürünü olan fakirleşme, halk kitlelerini yaşamaları için günlük bağımlılıklara itiyor. Burada İslamcı partiler onların yardımına geliyor. Özellikle Arap ülkeleri ve Mısır’da Körfez sermayesi sayesinde Müslüman Kardeşler topluma nüfuz ediyor. Artan yoksullukla Müslüman Kardeşler’in topluma yerleşme hızı arasında doğrudan bağlantı var.
Neden sol bu işlevi göremedi Arap toplumlarında?
Belki bir gün olur. Kastımız demokratik halk hareketiyse bu anlamda sol güçlü aslında. Bağımsız sendikalar grevler düzenliyor, çiftçinin, işçinin direnişi sürüyor. Ama ilerleyebilmek için bu organizasyonları tolere edecek az da olsa demokratik bir atmosfere ihtiyaçları var. Rejimse özgürlükleri neredeyse sıfıra indirdi. Dolayısıyla bu çok zaman alacak.
Sol ve siyasal İslam yan yana gelir mi?
Elbette Mısır’da sadece Müslüman Kardeşler yok. Sosyalistlere ve halk güçlerine karşı olmayan, aynı zamanda anti-emperyalist olan küçük İslamcı gruplar da var…
Eski bir tartışmadır ama İslam ve demokrasi bir arada olamaz mı?
Ben bu soruyu şöyle soruyorum: İslam demokraside çözünür mü? İslam’dan bu şekilde bahsetmemeliyiz aslında. Çünkü İslam bir din ve çok farklı yorumları olabilir. Biz siyasal İslam’dan bahsediyoruz. Bugün varolduğu haliyle siyasal İslam’dan. Yani Mısır’daki Müslüman Kardeşler’den veya Türkiye’deki AKP’den. Bunlar sadece Müslüman veya İslami partiler değil bana göre. Sosyal ve ekonomik meselelerde geri bir pozisyonları da var. İşçi hareketine, grevlere, küçük çiftçinin direnişine karşılar... Tunus’taki Nahda da böyle. Bu gerici partilerin ilerici bir toplum amacı olamaz.

“HATAY’DAN SİLAHLANDIRIYORLAR”
AKP, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki partiler için bir model mi?..
Bu Batı medyasında çok söylenen bir şey ama AKP o partilerden biri sadece. Özel bir etkisi yok. Türkiye’de büyük etkisi var tabii, o ayrı. Ama dışarıda yok. Müslüman Kardeşler’in AKP’ye ihtiyacı yok. AKP’den önce de varlardı, sonra da olacaklar. Bu yüzden AKP modelinin ihraç edilmesinden bahsedemeyiz. AKP’yi Türkiye’ye, Müslüman Kardeşler’i Mısır’a getirenin benzer sebepler olduğunu söyleyebiliriz sadece.
Arap toplumlarıyla Türk toplumunun aynı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ben Türk toplumuyla ilgili konuşamam. Sosyal, politik ve ideolojik olarak hakkında çok az şey biliyorum. İsterseniz önce Suriye’den konuşalım ardından Türkiye’den bahsederiz.
Peki ama yine Türkiye konusu açılacak çünkü Suriye’yle ilgili bir yazınızda Türkiye’yi “Ortadoğu’nun Kolombiya’sı” olarak tanımlıyorsunuz…
Tamam ama önce Suriye’den konuşalım çünkü bu, Türkiye’nin bölgedeki rolünü anlamamızı sağlayacak.
Siz bu süreçte Libya ve Suriye’yi ayrı bir yere koyuyorsunuz…
Amerikalılar Tunus ve Mısır’daki patlamayı görünce çok şaşırdılar. Bunu beklemiyorlardı. Mübarek’inki gibi otoriter rejimlerin polis gücü ve baskı sayesinde kalıcı olacaklarını düşünüyorlardı. Bu sürprizi yaşadıktan sonra bundan ders çıkardılar ve yeni bir strateji benimsediler: Hareketi önceden sezmek ve hareket olmadan işe koyulmak. Hareket başlamadan onu yapay olarak oluşturuyorlardı. Bu stratejiyi Libya’da uyguladılar. İnisiyatifi kendileri aldılar. Bingazi gibi yerlerde küçük grupları silahlandırdılar. Libya’da başarıya ulaşınca Suriye’de aynı stratejiyi denediler. Şunu da bilelim; Suriye rejimi tıpkı Mısır’daki Nasır rejimi gibi baba Hafız Esad ve ardından oğlu Beşar’la neoliberal politika uyguluyordu. Bu politikanın sonucunda yine işsizlik, fakirlik artmıştı. Yani aslında Suriye’de de rejime karşı demokratik ve sosyal bir halk hareketi vardı. Emperyalistler bu hareketin kendiliğinden gelişmesini beklemediler. Başlangıçta özellikle Hama gibi yerlerde Müslüman Kardeşler’den küçük grupları destekleyerek inisiyatif aldılar. Lübnan’dan ve Hatay’dan bu grupları silahlandırmaya başladılar. İşte Suriye’de gösteri yapanlar bu gruplar. Gerçek demokratik halk hareketi bu gruplarla birlikte olamaz. Tabii Beşar Esad rejimiyle de. Yani büyük bir karmaşa içindeyiz.
Hatay’daki kamplarda yaşayanların sığınmacı olmadıklarını mı düşünüyorsunuz?
Sizin Hatay’a giden bir vatandaşınız var, Bahar Kimyongür (Belçika’da yargılanıp serbest bırakılan DHKP-C üyesi). Syrianna adlı bir kitap yazdı. Bu kitapta bir Türkiye’yle birlikte yürütülen Amerikan planından bahsediyor. Hatay’daki kamplarda elbette sığınmacılar olabilir ama asıl olarak askeri amaçlarla, müdahale için toplanan kişiler ve onları eğiten Türk subaylar varmış.
Bu kamplarda 25 binden fazla sığınmacı var. Bunları mı eğitiyormuş Türk subayları?
Ben kaç kişi olduğunu ve kaçının gerçek sığınmacı olduğunu bilmiyorum.

“TÜRKİYE ORTADOĞU’NUN KOLOMBİYA’SI”
Türkiye Esad’ın devrilmesiyle ne kazanır? Yani bütün bu söylediklerinizi neden yapıyor Türkiye sizce?
Unutmayın ki Türkiye -Türk halkından değil Türkiye hükümetinden bahsediyorum- NATO üyesi. Yani emperyalist Amerika’nın müttefiki, düşmanı değil. Suriye’de de Amerika’nın çıkarlarını korumak için müdahalede bulunuyor. İşte bu yüzden Türkiye’yi “Ortadoğu’nun Kolombiya’sı” olarak adlandırdım. Latin Amerika’da Kolombiya, Chavez’in Venezuela’sına müdahalede bulunan, gerici ve pro-Amerikan hükümetin bulunduğu bir ülke. Türkiye Ortadoğu’da aynı rolü oynuyor.
Batı’nın Suriye’yle derdi ne sizce? Ne bekliyorlar? Enerji mi?
Batı Suriye’yi ortadan kaldırmak istiyor. Dini temeller üzerinde bölmek istiyor: Sünni, Şii, Alevi diye… Böylece Hıristiyanlar katliama maruz kalacak. Eğitimi, sağlığı, ülkeyi yıkmak istiyorlar. Önce Libya’yı yok ettiler şimdi Suriye’yi yıkmak istiyorlar.
Ben de şunu soruyorum. Bir komplodan bahsediyorsunuz ya, Suriye’yi yıkarak kazanacakları şey ne? Üstelik kendi dindaşları da katliama uğrayacakmış böylece…
Suriye potansiyel olarak İsrail’in düşmanı. Suriye’nin ortadan kalkması İsrail’e Filistinliler’in kökünü kazıma planına kolayca devam etme fırsatı verecek.
Burada garip bir durum yok mu? AKP hükümeti ve özellikle Başbakan Erdoğan her fırsatta Filistin’i savunuyor. Ayrıca İsrail’le Türkiye ilişkileri de son dönemde eskiden hiç olmadığı kadar kötüleşti. Mavi Marmara’dan sonra...
Hayır. Bu tartışmalar çok küçük şeyler ve görüntüde olanlar. Esasta Türkiye, NATO üyesi olarak Amerika’nın, dolayısıyla da İsrail’in en temel müttefiki. Tabii bazı zıtlıklar oluyor. Mesela Mavi Marmara’da yaşananlar. Ama bunlar ikincil zıtlıklar.
Yani diyorsunuz ki, sizin tabirinizle “gerici-İslamcı” bir parti Batı’nın yanında ama Ortadoğu’nun düşmanı. Birkaç yıl önce “Türkiye’nin ekseni kaydı” denmişti Batılılar tarafından. Yani Türkiye Batı’ya sırtını dönüp yüzünü Arap dünyasına çevirmekle suçlanmıştı. Bu da ikincil bir zıtlık mı?
Türkiye Batı’yla birlikte olmayı sürdürüyor ama bunu ikiyüzlülükle yapıyor. Mesele bu.
Çin ve Rusya Esad’ı neden destekliyor? İnsani nedenlerle mi?
Çin ve Rusya’nın, Suriye’ye askeri müdahalede bulunulmasına karşı çıkmaları onların hakkı. Batılılar’ın Libya’da yaptıklarına bakın. Libya şimdi onlarca savaş derebeyi tarafından yönetiliyor ve bunların hepsi siyasal İslamcı.
Rusya Suriye’ye silah göndermiyor mu?
Neden Suriye’nin silahlanma hakkı olmasın? Türkiye de Amerika’dan silah almıyor mu?
Suriye’de her gün yüzlerce kişinin öldüğü bir ortamdan bahsediyoruz.
Bu doğru. Peki bu da emperyalist saldırının sonucu değil mi?
Esad, muhalifleri terörist olarak adlandırıyor. Öyle mi sizce?
Ben Esad rejimini savunmuyorum. Esad rejiminin de diğer Arap rejimlerinden farksız olduğunu söylüyorum. Çünkü hepsi neoliberal sistemle halkı fakirleştirdiler ve sonra halk üzerinde polisiye yöntemler uyguladılar. Esad’ı savunmuyorum. Ama onun gerçek düşmanı yerli demokratik halk güçleri; Müslüman Kardeşler ise sahte düşman çünkü emperyalistlerin dışarıdan müdahale aracı onlar.

“NATO’DAN ÇIKMADAN OLMAZ”
Sırada İran mı var?
Bu mümkün çünkü Suriye’nin yıkılmasının istenmesinde temel amaçlardan biri de İran’ı izole etmek ve ona uluslararası müdahalede bulunmak için en elverişli ortamı yaratmaktı.
Yazılarınızda İsrail’in nükleer gücü varken İran’ın buna sahip olmasının engellenmesini eleştiriyorsunuz.
Evet. Bu kabul edilemez. İsrail’in yüz tane atom bombası varken neden İran’a “atom silahı üretmeni kabul edemeyiz” diyoruz? Öyleyse o coğrafyayı nükleer silahlardan arındıralım.
Başbakan Erdoğan da her uluslararası platformda sizin söylediklerinizi söylüyor. O da nükleer konusunda Batı’nın ikiyüzlülüğünden bahsediyor. Bu da görüntü mü sizce?
Politika karmaşık bir şey. Sonuç alamayacağını biliyor ama söylüyordur. Sadece bu. Eğer Türkiye gerçekten bağımsız olmak ve bağımsızlar sırasında oturmak istiyorsa NATO’dan çıkmalı.
“Türkiye’yi emperyalistlere bağımlı kılan” bir parti nasıl oluyor da her seçimde oylarını artırıyor sizce? Halk yanılıyor mu?
Bunu benden daha iyi bilirsiniz. Bence Türkiye’de de Mısır ve diğer ülkelerle aynı durum sözkonusu. Neoliberal politikalar fakirleşmeye yol açtı. Özellikle de Anadolu’da çiftçiler, köylüler fakirleşti. Böylece AKP topluma yayıldı, yerleşti.
Bütün yazılarınızda Washington’un dünyadaki egemenliğinden bahsediyorsunuz. ABD’nin hâlâ tek başına dünyayı yönettiğine inanıyor musunuz?
Bugüne kadar dünyanın hâkimi kalmayı denediler.
Çin, Hindistan, Rusya göreceli bir denge kurmadı mı?
Bu ülkeler ve Brezilya da ABD’nin hâkimiyetinin sorgulanmasını sağladılar. Bölgelere göre durum değişiyor ama Ortadoğu’da hâlâ tek güç ABD.


“KÜRT DİKTATÖRLÜĞÜ VAR”
Irak’a geçelim. Yazılarınızdan birinde “Saddam’ın devrilişinden sonra bir diktatörün gittiğini, üç diktatörün geldiğini” söylüyorsunuz. “Bu diktatörlüklerden biri de Kürt diktatörlüğü” imiş…
Irak’ta bir hükümet var ama gerçekte üç siyasi rejim var. Biri güneydeki Şii hakimiyeti, biri Sünni rejimi, biri de Kürt rejimi. Bu üç rejim de cani, katil ve demokratik olmayan rejimler.
Neden?
Irak’ın bir ülke olarak varlığını ortadan kaldıran bu üç rejimdir. Onların yüzünden siyasi birlik, sosyal ve ekonomik temel yok oldu. Irak’ın teknik ve bilimsel kadrolarını katlettiler. Mühendisleri, profesörleri, bilim adamlarını, doktorları, binlerce kişiyi öldürdüler.
Bu noktada PKK’yı nereye oturtuyorsunuz?
Bu konuda yeteri kadar bilgi sahibi değilim. PKK eskiden Kürt halkını temsil ediyordu, belki hâlâ öyledir. Zira Kürtler Atatürk’ten bu yana yok sayılmışlardı. Çok şey söyleyemem çünkü içlerini bilmiyorum.


“AVRUPA'YA AŞIRI SAĞ YERLEŞECEK”
25 yıl önce yayımlanan “Avrupamerkezcilik” kitabınızda Avrupa’yı emperyalist olmakla suçluyordunuz. Şu anda ekonomik kriz var, hükümetler devriliyor. Avrupa gücünü kaybediyor mu?
Avrupa’daki kriz çok tehlikeli çünkü sadece Euro bölgesini tehdit etmiyor, Avrupa Birliği’nin kendisini de bizzat tehdit ediyor. Bugüne kadar siyasi ve sosyal güçler arasından Avrupa halklarına yeni bir alternatif öneren de çıkmadı.
Ortadoğu ülkelerine çöküşten sonra İslamcılar’ın nüfuz ettiğini söylediniz. Peki Avrupa’ya kim nüfuz edecek?
Aşırı sağ.