11 Eylül 2011 Pazar

Tecavüzü eş affetti, adalet affetmedi



Eşine silah zoruyla tecavüz eden koca, eşinin şikayetinden vazgeçmesine rağmen mahkeme tarafından ''kadının ruh sağlığı bozulduğu'' gerekçesiyle ''nitelikli cinsel saldırı'' suçundan hapse mahkum edildi.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, Gaziantep'de yaşanan olayda bir koca birliktelik teklifini kabul etmeyen karısına silah zoruyla tecavüz etti. Mağdur kadının şikayeti üzerine tutuklanan koca, Gaziantep 3. Ağır Ceza Mahkemesinde ''nitelikli cinsel saldırı'' suçlamasıyla yargılanmaya başlandı.Yargılama esnasında koca, karısını ikna ederek şikayetini geri çekmesini sağladı, ancak mahkeme, mağdur kadının ''ruh sağlığının bozulduğuna'' ve bu durumda sanık kocanın üzerine atılın suçun ''şikayete bağlı olmayan suçlardan'' olduğunu kabul ederek, yargılamaya devam etti.

Gaziantep 3. Ağır Ceza Mahkemesi yargılama sonunda, eşine silah zoruyla tecavüz eden kocayı, Türk Ceza Kanunu'nun ''Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar'' başlığı altındaki 102. maddesi hükümleri uyarınca hapis cezasına çarptırdı. Yerel mahkemenin verdiği karar sanık koca tarafından temyiz edilerek, kararın bozulması talep edildi.Temyiz incelemesini yapan Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Gaziantep 3. Ağır Ceza Mahkemesinin sanık koca hakkında verdiği mahkumiyet kararını hukuka uygun bularak, oy birliğiyle onadı. Daire, olayın oluşu ve eylemin silahla gerçekleşmesinin sabit olduğuna işaret ederek, sanık hakkında verilen cezanın yerinde olduğuna karar verdi.

Yargıtay 5. Ceza Dairesinin kararında, ''Mağdur eş, dava açıldıktan sonra şikayetten vazgeçtiği halde ruh sağlığı bozulduğu için suçun şikayete bağlı olmaktan çıktığı kabul edilmiş ve bu durum Yargıtay tarafından kabul edilmiştir'' ifadesi kullanıldı.

Eşinin tecavüz ettiği kadın: Ben eşya değilim

Genç kadının kocasına tecavüzden 7 yıl 4 ay hapis cezası verildi.
İzmirli koca V.K’nin tecavüz ettiği eşi Y.K, 'Umarım verilen bu örnek karar, yatak odalarında kadınların üzerinde uygulanan cinsel baskıları durdurur' dedi
Kocası V.K.'nin kendisine tecavüz ettiği için 7 yıl 4 ay hapis cezasına mahkum olmasını sağlayan kadın, mahkenin bu örnek kararının eşlerine zorla sahip olmak isteyen tüm erkeklere ders olması gerektiğini söyledi.

İzmir'deki kocası V.K'yi, kendisine 'cinsel saldırıda bulunmak'suçundan hapis cezasına çarptırtan ve şu anda İzmir dışında bir kentte yaşayan Y.K, avukatı aracılığıyla konuştu.
YeniAsır'dan Ali Eyçe'nin haberine göre, V.K'yle arasındaki boşanma davası süren Y.K, "Evlendiğim gün nikah masasında 'Evet' derken 'Eş' olmayı kabul ettim, 'Eşya' olmayı değil" diye konuştu.

V.K'yi benzeri davranışları yüzünden daha önce de birçok kez şikayet etmeyi düşündüğünü ama her seferinde çocuğunu düşünerek vazgeçtiğini ifade eden tekstil işçisi Y.K., "Umarım bu karar, kimsenin giremediği yatak odalarında, evli kadınların üzerinde uygulanan cinsel baskıları durdurur. Umarım bu ceza, bu durumu yaşatan erkeklere ders, yaşayan kadınlara da kurtuluş yolu olur" diye konuştu.

"YILLARCA SUSTUM"
"Türkiye'de benim durumumda olan çok kadın olduğunu biliyorum. Ben de, onlar gibi yıllarca susanlardan oldum" diyen Y.K., "Benim gibi imkansızlıklar nedeniyle çevremde aynı sorunu yaşayıp da, susan komşularımı ve akrabalarımı da biliyorum. Ben yaşananlar dayanılmayacak hal alınca ailemle konuşup bu durumu anlattım. Ailem bana her türlü desteği verdi. O güçle şikayette bulunup, çocuğumu alarak evi terk ettim" dedi. O dönemlerde yaşadıklarını hatırlamak dahi istemediğini, bugün hiç düşünmediği şekilde basının gündeminde olduğunu ve herkesin kendisini bulmaya çalıştığını ifade eden Y.K, şunları söyledi:

"Avukatıma davayı ve kararı gazetecilere iletmesi konusunda belirli şartlarda izin verdim. Haberde fotoğraf ve adımız olmayacaktı. Burada bizlerin yüzleri değil, kadın ve erkek olarak yaşadıklarımız ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yargı kararı önemliydi. Türkiye'de erkeklerin kadınların üzerindeki bu cinsel baskı ve hak iddialarına son verilmeliydi. Bu karar da son veren bir karar oldu. Nikah masasında eş olmayı kabul ettik, eşya olmayı değil. Kadınlar da, yüreği olan, duyguları olan, sevmeyi bilen ve sevilmeyi bekleyen erkek gibi Allah tarafından yaratıldılar. Umarım bu karar, kimsenin giremediği yatak odalarında, evli kadınların üzerinde uygulanan cinsel baskıları durdurur. Umarım bu ceza, bu durumu yaşatan erkeklere ders, yaşayan kadınlara da kurtuluş yolu olur."

"ÇOCUĞUM İÇİN"
"Davamda haklıyım ama ortaya çıkıp, cezaevindeki babayı ve kendimi de teşhir ederek çocuğumun geleceğini mahvetmeyi düşünmüyorum" diyen Y.K, "Çocuğum, babasını yurtdışında biliyor. Şimdilerde, bir yandan çalışarak çocuğumla kendime yeni bir gelecek kurmaya çabalıyorum, diğer yandan halen devam eden boşanma davasıyla mücadele ediyorum. Kocamın avukatının verilen kararı temyiz ettiğini duydum. Avukatım, ceza davasının onaylanmasıyla boşanma davasının da bitebileceğini söyledi" dedi. Mahkemenin eşine tecavüz eden kocaya verdiği 7 yıl 4 aylık hapis cezasına kadın kuruluşlarından da tam destek geldi.

İslami model: Yoksul kadınlar eve, zengin kadınlar lüks tatile!



İçinde bulunduğumuz Eylül ayı itibariyle 3. sayısını yayınlayan “Ala Güzel Yaşam Dergisi”, gerici İkinci Cumhuriyetin popüler kadın dergisi olmaya aday. Üst-orta sınıf muhafazakar kadınlara hitap eden dergi, yoksul muhafazakar kadınlara hitap eden islamcı dergilerden biraz farklı...

Geçtiğimiz Temmuz ayında yayın hayatına başlayan Âlâ dergisi, kendisini “konusunda bir ilk” olarak niteliyor. Geçmişten günümüze Türkiye’de yayınlanan İslami kadın dergileri düşünüldüğünde Âlâ, gerçekten de “Türkiye’de bir ilk” sıfatını hak ediyor. Dergi “kadınların vazgeçilmez tutkusu olan modayı beklenen bakış açısıyla” ikinci cumhuriyetin İslamcı üst-orta sınıflarına sunuyor. Dergi, islamcıların lüks düşkünlüğünü açık biçimde gösterirken, Gülen Cemaati'ne ait Kimse Yok Mu? derneğinin düzenlediği yardım kampanyalarının haberleri de ihmal edilmiyor.

“D&R’larda birinciyiz”
Âlâ dergisi aylık olarak yayınlanıyor. Tanıtım bültenindeki ifadelerle “Âlâ Dergi, muhafazakar giyiminin incelikleri başta olmak üzere âlâ olan her şeyi okuyucuları ile paylaşıyor. Konusunda dünyada bir ilk olan Âlâ Dergi; kadınların vazgeçilmez tutkusu olan modayı, beklenen bakış açısıyla hedef kitlesine sunuyor. Kişisel bakımdan sağlığa, çocuk gelişiminden dekorasyona uzanan dolu dolu bir içerik ile okurlarıyla buluşuyor. Kıymetli köşe yazarları, özel röportajlar, özel mekan önerileri, kültür sanat ajandası, gezi rotaları ve daha birçok konu Âlâ'da hayat buluyor.”

Editör Esra Seziş derginin ikinci sayısında, okurlara seslendiği yazısında facebook sayfasında 50 bini aşan takipçiye ulaştıklarını ve D&R’larda satış yüzdesi olarak birinci olduklarını belirtiyor.

Derginin bir de “yeşil topuklar” isimli blog sitesi bulunuyor.

80’li yılların doğurduğu popüler kadın dergileri
80’lerde Türkiye’de siyasal ve ekonomik atmosfer önemli ölçüde değişti. 12 Eylül darbesiyle solun önemli ölçüde siyasal ve toplumsal alandan tasfiyesi ve 24 Ocak kararlarıyla ekonomik alanda yürürlüğe konulan neo-liberal politikalarla beraber, ülkenin çehresi büyük bir değişime uğradı. Türkiye artık pek çok yabancı markanın, özellikle de Amerikan markalarının pazarıydı. Döviz transferlerinde denetimin kalkması, kredi kartlarının gündelik yaşama girmesi, ülkenin daha fazla marka için pazar haline gelmesi topluma da yeni bir yaşam tarzı benimsetilmesini gerektiriyordu. Nitekim 80’li yıllar Türkiye’de, tüketim kültürünün yaygınlaştığı, zengin olma/köşeyi dönme özlemlerinin her yanı sardığı bir dönem oldu. Artık basında “Türkiye’nin en zenginleri” türünden haberlerle karşılaşılıyordu. Örneğin Nokta Dergisi ilk kez 1985 yılında “Türkiye’nin en zengin yüz ailesi” araştırmasını yayınlamaya başladı. Bu dönüşüm diğer kesimlerle beraber (iş adamları, gençlik vb), önemli bir “pazar” olarak kadınlara da yeni bir dünya çizilmesini gerektiriyordu. Yeni bir kadın tanımı yapılması gerekiyordu ve bu konuda başrolü kadın dergileri aldı. 1980-1990 yılları arasında Kadınca, Marie Claire, Elele gibi 44 kadın dergisi yayın hayatına başladı. Dergilerin içeriği güzellik, kişisel bakım, cinsellik, çalışma hayatı gibi konulardan oluşuyordu. Bu dergilerde kadınlara buyurgan ifadelerle daha güzel ve çekici görünmeleri empoze ediliyordu. Örneğin Cosmopolitan dergisi, yazı işleri müdürü tarafından “değişen dünyaya ayak uyduran kadını yansıtacağız” sözleriyle tanıtılıyordu. Derginin kadın tanımı ise şöyle: “Feminist değil, feminen yani kadınsı. Para kazanan, hiç kimseye bağımlı olmayan, bakımlı, dış görünümüne önem veren ama kafasına da önem verilmesini isteyen kadın bu.”(Ayşe Arman, Aktüel, 1992, sayı 37)
Ülkemizde tüketimin ve köşe dönmeciliğin yüceltildiği ve yerleştirilmeye çalışıldığı bir dönem olarak 80’li ve 90’lı yılların popüler kadın dergileri yukarıda örneklenen çizgideydi. 100 TL’lik türbanlar...
Dergi sayfalarının neredeyse yarısı, pahalı giyim markalarının sergilenmesine ayrılmış. Bu sayfalarda pahalı İslami kıyafetlerle “modayı beklenen bakış açısıyla” ele alan kadınların üzerlerindeki giysilerin markaları tanıtılıyor. Pierre Cardin, İpek Evi, Nihan, Tuğba dergide yer alan markalardan bir kaçı. Söz konusu markaların fiyat skalasını incelediğinizde 100 TL’lik türbanlarla karşılaşıyorsunuz.

Diğer sayfalarda ise röportajlara yer verilmiş. Röportajlar genellikle İslami yaşam tarzını benimsemiş, bununla beraber “iş yaşamına atılmış”, bakımlı, kıyafet ve aksesuarlarını pahalı ve “şık” markalardan seçen, dergi sayfalarını süsleyen 100 TL’lik türbanları takan kadınlarla yapılmış. Örneğin Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ın modacısı Cemile Gül, Tuğba markasının tasarımcılarından Feray Sucu, Samanyolu TV’de görev alan, aynı zamanda şirket yöneticiliği yapan Özlem Yeprem…

Âlâ dergisinin çizdiği yaşam tarzı, islamcı burjuva ve üst orta sınıf kadınlara hitap ediyor.

5 haftalık tatil 150 bin euro!
Derginin hangi kesimlere hitap ettiğini belki de en iyi anlatan sayfalardan biri “Âlâ İstirahat”. İkinci sayıda, bu sayfada “bütün mürettebatı kadınlardan oluşan tatil” sözleriyle Quattro Marine firmasının “yat devre mülk sistemi” övülüyor. Firmanın sistemi, lüks yatları 5 yıllığına kiraya vermek üzerine kurulu. 5 yıllığına yat kiralayanlar, her yıl 1 haftalığına kiraladıkları yatı kullanabiliyorlar. Kaptan ve personeli firma sağlıyor.

“Bütün mürettebatın kadınlardan oluşması” meselesi ile birlikte, elbette yatların kira bedelleri derginin hedef kitlesini açığa çıkarıyor. Toplamda 5 haftalık bu tatilin bedeli, 75 bin euro ile 150 bin euro arasında değişiyor!

“Örtünmek Güzeldir!”
Âlâ, yeni elitlere yeni bir kadın dünyası sunarken, gençliğin özgürlükçü ve isyancı damarlarını, aykırı olma isteklerini dahi gericiliğe yontmaktan geri durmuyor.

Dergi “Örtünmek güzeldir! Benim yolum, benim tercihim, benim hayatım, benim doğrum, benim hakkım!” sloganıyla bir yazı yarışması düzenlemiş. Yarışmanın sloganı gerçekten dikkat çekici. Bu sloganla genç kadınlara, türban takarak isyan ettikleri, özgürleştikleri, kendi tercihlerini belirledikleri fikri veriliyor. Yarışmaya gönderilen yazılar da bu yönde. İşte birkaç örnek:

“ Zaferdir örtü… Yaşadığın zulme karşı semaya kaldırıp başını, yanaklarından süzülen bir damla yaşla Hakk’ı selamlamaktır yürekten bir tebessümle.”

“ Bir serüvendir örtü… Bilinmeyene kanat çırpmaktır kimi zaman, bir devrin kapanması, yepyeni bir hayata göz kırpmaktır; kimi zaman şen kimi zaman buruk edalarla.”

“ Gururdur örtü… Başı dik tutmaktır böcek ezer gibi bakan gözlerin karşısında, üniversite koridorlarında, hatta çoğu zaman hayata karıştığın her alanda.”

Zengin kadın 150 bin TL'lik tatile çıksın, yoksul kadın eve kapansın!
Türkiye’de yayınlanmış ve hala da yayınlanmaya devam eden birçok İslami kadın dergisi bulunuyor. Kadın ve Aile (1985-1998) , Bizim Aile(1987-…), Şebnem Dergisi(2002-…), Turuncu Dergisi(2003-…) bunlardan bazıları. Söz konusu dergiler kadına biçtikleri roller ve çizdikleri kadın dünyası ile Âlâ dergisinden ayrışıyorlar. Bu dergilerde kadınların ev içi rolleri, eşlerine karşı sorumlulukları, çocuk bakımı-eğitimi ve elbette dinsel kimlikleri ön plana çıkarılıyor. Kadın ağırlıklı olarak anne ve eş rolünde. Bu dergilerde yer alan türbanlı kadınların kıyafetleri, Âlâ dergisindekilerden farklı olarak gelir düzeyi yüksek kesimlere hitap etmiyor. Özellikle giyim tarzı konusunda “Batı karşıtlığı” yine bu dergilerin Âlâ’dan ayrıştıkları nokta. Örnek olarak İskender Paşa Cemaati'nin dergisi Kadın ve Aile’nin ilk sayısında, cemaatin o dönemki lideri Mahmut Esad Coşan hitap edecekleri kitleyi ve kadına biçtikleri rolü şöyle tanımlıyor:

“Sizler bizim nazarımızda ya, beyaz oyalı namaz başörtülü, eli tesbihli, ağzı dualı hacı anne ve teyzeler; veya eşine, yuvasına sadık, ciddi, şefkatli ve fedakar ev hanımları; ya da cici, temiz, cıvıl cıvıl, hünerli küçük ablalarsınız… Çocukları sağlıklı olarak siz yetiştirir; aile görgü ve terbiyesini ona siz verirsiniz… Erkekler sizin sayenizde mutlu ve başarılı olur.”

Oysa Âlâ dergisi AKP iktidarıyla zenginleşerek Türkiye burjuvazisi içerisindeki yerini önemli ölçüde genişleten, dinci-liberal ittifakın bir sonucu olarak “Batılılaşan” ve “kentlileşen” İslamcı kesime hitap ediyor. Söz konusu İslamcı kesimin yaşam tarzını ve kapitalizmle ilişkilerini göz önüne sererek, iddia ettikleri gibi “halk çocuğu”, “elitizm düşmanı”, “din kardeşi” falan olmadıklarını bir kez daha kanıtlıyor. Bunun da ötesinde benzeri zor bulunur bir görgüsüzlük ve zevksizlik örneği sergiliyor.

10 Eylül 2011 Cumartesi

"Dinin etkileyici cevapları var"

Kitabını anadilinden önce ilk kez Türkçe'de yayımlatan popüler filozof Alain de Botton, ilk söyleşiyi de HABERTURK.COM'dan Kürşad Oğuz'a verdi.
KÜRŞAD OĞUZ / koguz@haberturk.com

Dini ve dindışı yaşam dünyada hâlâ netameli konu. Bu konuda söylenen sözlerle kimseyi tam memnun etmek mümkün değil. Peki hiç konuşmayacak, tartışmayacak mıyız? Elbette hayır.
"Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir," "Aşk Üzerine," "Romantik Hareket," "Öp ve Anlat" gibi kitapları vesilesiyle Türkiye'de belli bir kesim tarafından çok sevilen, bir kesimininse "böyle filozof mu olur" diye -hadi açık söyleyelim- küçümsediği Alain de Botton bu tartışmayı "Ateistler İçin Din" (Sel Yayıncılık) kitabında lâyıkıyla yapıyor.
Din ve ateizmi usturupluca, ufuk açacak şekilde, akıllarda yüzlerce soru uyandırarak tartışıyor. Ama hemen söyleyelim, kitapta İslamiyet'ten tek kelime bahsedilmiyor. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Budizm'le seküler yaşam ve ateizmi karşılaştırıyor Botton.



SEKÜLER YAŞAMIN FALSOLARI VAR AMA...
Kitapla ilgili çarşamba günü Hürriyet'te Sefa Kaplan bazı değerlendirmelerde bulundu. Kaplan, Botton'un bu kışkırtıcı kitapta “Sekülarizmin (dünyevilik) kitlelerin afyonu olduğunu” söylemek istediğini, sekülerlere kıyasla inananların daha hoşgörülü olduğunu belirttiğini yazdı.
Ben kitabı okudum; evet Botton, seküler yaşamın giderek artan falsolarından, inançsızlığın insanı insanlıktan uzaklaştıran etkilerinden, ateizmin çelişkilerinden bahsediyor. Ama Botton'un kendisi de inançsız biri yani ateist, dolayısıyla iğne – çuvaldız ikilisinden diğerini unutması, dini ve inananları eleştirmemesi de mümkün değil.
Üstelik Kaplan'ın iddiasının aksine Botton'un kitabında “Neden seküler kültürün bir St. Paul’u, bir Tac Mahal’i, bir Ayasofyası veya Sultanahmet’i yok” diye bir cümlesi de yok.
Gördüğümüz her zaman gerçek değildir diye düşünürüm. O yüzden kitabıyla ilgili aklıma takılan soruları, hiç bahsetmediği İslamiyet'le ilgili düşüncelerini doğrudan Botton'a sormak istedim. Londra'da yaşayan İsviçreli, Yahudi kökenli ateist yazarla mail üzerinden bir söyleşi yaptım.
İşte, kitabının anadilinden önce Türkçe'de yayımlanmasına izin veren Botton'un HABERTURK.COM'a özel açıklamaları...



"ATEİSTLER İÇİN DİN GEREKLİ, DEMEDİM"
"Ateistler İçin Din," inananlar ve inanmayanlar arasında bir orta yol bulma çabası mı?
Bu kitapta, ateistleri din konusunda çok daha fazla meraklı olmaları ve dinden daha etkin bir biçimde 'tırtıklamaları' konusunda cesaretlendirmek istedim. Çoğu zaman insanlar dindeki belirli dogmalardan korktukları için ve bu korkularının onları din konusunda düşünmekten bile alıkoyması sonucunda ateist oluyorlar. Sadece, “Dindar değilim. Ve hikâyenin sonu” bu diyorlar. Aksine, bu tam da hikâyenin başladığı nokta. Laik toplumun yetersiz/eksik olduğuna inanıyorum, çok fazla boşluk var ve siz hiç inanmıyor olsanız da, inanmaya niyetiniz olmasa da, dini tamamıyla sıkıcı, aptalca bulsanız da dinin bu boşluklar için etkileyici cevapları var. Kitabımın tartıştığı şey bu. Ben, dinin bize hayat hakkında, tek bir kelimesine bile inanmasak da tatmin edici birçok ipucu verdiğine inanan bir ateistim.

Kitabı yazarken en çok ateistlerden mi, yoksa inananlardan mı tepki göreceğinizi düşündünüz?
Ateistlerden çok daha düşmanca tepkiler alacağımı düşündüm. “Hey, senin bizim tarafımızda olman gerekirdi, neden diğer tarafa zeytin dalı uzatıyorsun” diye düşünmüş olabilirler. Her şey bir tarafa, genelde hep din değiştirenler/dönekler eleştirilir, ben de ateist bir döneğim! Fakat gerçekten, dostça bir şeyler olsun istedim. Her iki tarafın da ne kadar çok ortak noktası olduğunu göstermek istedim.

Kitap ilk aşamada Türkiye'de "ateistler için din gerekli" dediğiniz şeklinde yorumlandı. Böyle mi söylemek istediniz?
Hayır, ateistler için cevabın dine dönmek olduğuna inanmıyorum. Bu imkânsız ve gereksiz. Sadece, içinde yaşadığım laik dünyanın dini yok sayamayacağını ve bir “çılgınlık” olarak değerlendiremeyeceğini tartışmak istedim. Ateistlerin de dine bakmaları ve bir rehber yardımıyla öğrenmeleri gerekir. İhtiyacımız olan tek şey yol gösterme/rehberlik. Modern laik dünyanın iki tanrısı olan aşkın ve paranın sahibi olmak tek başına yeterli değil. Bu tanrılar bizi hayalkırıklığına uğratır, çok karmaşık ve zalimdirler. Nasıl bir arada yaşayabileceğimiz, birbirimizin beklentilerini nasıl karşılayabileceğimizi öğrenme konusunda yardıma ihtiyacımız var. Kapitalist sistemin sunduğunun dışında, karşılaşıp tanışabileceğimiz yerlere ihtiyacımız var. Bizleri düşündürtmesi ya da akıllı olduğumuzu hissettirmesinden ziyade hayal gücü ve teselli için sanata ihtiyacımız var. Dinden de insanlara ilham verecek fikirler öğrenmeliyiz. Sadece entelektüel takılmakla olmaz bu. Ateistlerin de, insanların nasıl motive edileceği, nasıl ilham alınabileceği konusunda dinden öğrenebileceği şeyler var.



"İSLAM'I GELECEK KİTABIMDA İNCELEYECEĞİM"
Neden kitabın önce Türkiye'de yayımlanmasını istediniz?
Türkiye'deki yayıncım çok sıradışı biri. Kitabı dünyadaki herkesten önce yayımlamak istedi ve bunu çok hızlı bir şekilde yapmayı başardı. Daha da derine inecek olursak; bu iş için, her an laiklik - din çatışmasının yaşandığı bir ülke olarak, Türkiye'den daha iyi bir ülke olduğunu düşünmedim.

Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm... Kitabınızda neden İslam yok?
Kitabımda çok fazla sayıda dine yer vermedim çünkü bu belirli bir din üzerine yazılmış bir kitap değil, din ve laiklik üzerine bir kitap. Dinleri karşılaştırmıyorum; dinleri ateizmle karşılaştırıyorum. İslam'ı gelecek kitabımda derinlemesine incelemeyi umuyorum.

İnsanlığın temel sorunu inanmak mı, inanmamak mı?
Asıl problem, laikleşen dünyanın yanlış bir biçimde laikleşmesi. Dinden yeteri kadar şey öğrenilmedi. Her şey çok çabuk ve çok fazla unutuldu, çok fazla reddedildi.



NASIL İNSAN KALABİLİRİZ?
Topluluk ruhumuzu, yardımlaşmayı, dayanışmayı 'dinsizlik' mi yok etti? Modern yabancılaşmanın nedeni bu mu? Solun dayanışmacı ve devrimci ruhu neden dinin işlevinin yerini alamadı.
Evet, ateizm bir anlamda dayanışmayı ortadan kaldırdı. Ve sol aradığımız cevap değil çünkü sol politik ve finansal dayanışma ile ilgilenir. Bu önemli olabilir ancak, arkadaşlık ve cemaat duygusu ile hiçbir ilgisi yoktur –politik karşıtlıklarla fazlasıyla ilgilidir. Din ise kalpte, insanlar arasında arkadaşlıklar kurmakla ilgilidir ve bu, modern seküler dünyanın ifade etmekte veya onurlandırmakta çok güçlük çektiği bir amaçtır.

İnsanların birbirleriyle tanıştıkları yerler tren, havaalanı gibi garip yerler, komşularımızla aramızda bağ yok, diyorsunuz. Çıkardığım sonuç şu: Modernleştikçe yabanileşiyor muyuz? Yok olacak kadar fazla mı birey olduk?
Modernitenin sorunu şu ki, 20 milyon insanın bir şehirde yaşamasını mümkün kıldı. Bu nasıl olabilir? Bu şekilde nasıl insan kalabiliriz? Cevap: Hayalgücüyle. Sürekli olarak ötekinin, yabancının, düşmanın, aslında insan, aslında sana benzeyen biri olduğunu hayal etmeye çabalayarak. Kini önlemek, yabancıya kardeşin muamelesi yapmak için tüm dinlerde uyarılar vardır. Biz bunu unutuyoruz. Seküler dünyanın bu ideali merkezine yerleştirmesi gerekiyor.

Dinler bu yalnızlığımızda bizi yeniden mi kavrıyor? Yerine bir şey koyamıyor muyuz?
Yalnızlığın modern dünyada bir sorun olduğunu düşünmek garip kaçıyor. Nasıl olabilir ki? Facebook var! Evet, elbette ancak, hepimizin arzuladığı şey, tüm yabancılar arasında bir bağ olması (sadece bilgisayar ekranıyla aramızda değil): İnsanlığımızın gösterildiği ve zayıflıklarımızın ortaya çıkarıldığı bir forum.


"ÖZGÜRLÜK'TEN KASIT 'YALNIZ BIRAKILMAMAK'"
"Gelişmiş toplumların çoğunda özgürlük sorunu diye bir şey yoktur. Atalarımızın son üç yüzyıl boyunca çabalayıp elde ettikleri özgürlükle ne yapacağımızı bilemiyor oluşumuz asıl tehlikeyi yaratıyor bugün" diyorsunuz. Özgürlüğü abarttık mı? Seküler hayatta kendimizi özgür sanırken, aslında değil miyiz?
Özgürlük birçok anlamda politik bir klişedir. İnsanların istediği şey 'özgür olmak'tan ziyade 'yalnız bırakılmamak'tır: Biz dayanışma, sıcaklık, saygı, hemşehrilik istiyoruz. Özgür olmak tehlikeli bir kavram olabilir, terk edilmekle bağdaştırılabilir. Amerikan sağının 'özgürlükten' ne anladığına bakın. Onlar için özgürlük, Alaska'yı yok etme, yoksullar için sağlık yardımını kesme, varlıklıların daha az vergi vermelerini sağlama, silah taşıma özgürlüğü. Tüm özgürlüklerin kötü olduğunu söylemiyorum, tabii ki değil, ben sadece okurlarımı, özgürlük fikrinin sorunsal haline geldiği anlara dair uyarmak istiyorum.

Ateistin de bir inanma ihtiyacı var mı?
Hiçbir şeye inanmaya ihtiyacım yok. Acaba daha büyük bir güç vb. var mıdır diye düşündüğüm hiç olmadı.Yıldızlardan çok etkilenirim, ama beni mistik bir hale sokmazlar. Yani hayır, bir ateist doğaüstü bir şeye inanmaya ihtiyaç duymaz.

İnananlar inanmayanlardan daha mı iyimser?
Hayır, maalesef değiller. Dindarlar genelde harikulâde bir şekilde pesimistler. Pascal gibi bir ilahiyatçının yazdığı, bize insanların ne kadar kötücül, günahkâr ve yozlaşmış olabileceğini hatırlattığı bütün o güzel pasajları düşünün. Ateistler buna genelde çok şaşırır. Pascal neden bu kadar olumsuzdur? Biraz neşelenemez mi? Tabii eğer bir Apple iPhone'u olsaydı bu denli huysuz olmazdı. Ama hayır, Pascal pesimizminde harikulâdedir. Eğer bir paradoksla ifade etmek gerekirse, karanlığından neşelenir.



DİNSİZ AHLÂK MÜMKÜN MÜ?
İnsandaki psikolojik rahatsızlıklar da inancın azalmasının sonucu mu?
Hayır, psikolojik rahatsızlıklar hep vardı. Fakat şimdi, bu rahatsızlıklara neyin neden olduğuna dair çok iyi bir fikrimiz var. Ancak insanları nasıl düzgün eğiteceğimizi bilemiyoruz. Ve bunu yapmıyoruz çünkü insanlara yol göstermekten, nasıl yaşayacaklarını öğretmekten korkuyoruz. Bu çok dindarcaymış gibi geliyor. Ben hiç öyle düşünmüyorum. Bizler yardıma ve bizlere cevabı gösterecek birine ihtiyaç duyan küçük çocuklarız.

Vicdanlarımıza veya ahlâkımıza yasa koyabilir miyiz? Hayırsa nasıl düzenleyeceğiz bunları?
Birçoğumuz neyin doğru neyin yanlış olduğunu çok iyi biliyoruz ancak sadece bazen unutuyoruz. Bu yüzden hatırlatılmasına ihtiyacımız var. Bu hatırlatmalar, işyerinde çirkin, evde kaba, veya yabancılara karşı sert olmak zorunda değil... Çocuklar gibi, sürekli gözetime ihtiyaç duyuyoruz. Dinler bunu yapıyor, seküler dünyanın da bunu yapmaması için bir neden yok.

Dinsiz ahlâk mümkün mü?
Elbette. Sonuçta ahlâkı Tanrı değil insanlar yarattı. Bugün niye mümkün olmasın?



"DİN ÇATIŞMASINI KİMSE SAVUNAMAZ"
Peki dinlerin birbirlerine tahammülsüzlüğü ne olacak?
Tabii ki korkunç bu. Dini suçlamalara karşı savunma yapmak benim işim değil.

Şu an dünyayı en çok tehdit eden şeyin dinden kaynaklanan terör olduğu söyleniyor?
Tekrar sölüyorum, dini veya dinsel suistimalleri savunamam, onlarla ilgili konuşamam. Böyle çok fazlası var. Dinin korkunç yanları benim için belirgin, çok üzücü ve bahsedemeyecek kadar çok.

İslamiyet'te Kilise gibi bir kurumun olmaması bir sıkıntı yaratıyor mu?
Kurumlar fikirleri koordine etmek için önemli gibi gözüküyor. Seküler dünya, politika dışında, bu türden bir koordinasyon sorunu yaşıyor. İşte bu yüzden dinler, kitap yazan, film çeken insanlardan çok daha fazla etkiye sahip olmaya devam ediyor.



"İSLAM'IN AVANTAJI, MÜKEMMELLİKTEN BAHSETMEMESİ"
"Yahudi-Hıristiyan düşünce geleneği, daha iyi bir insan olmak için kendimizi değiştirmemizin önündeki en önemli engelin, artık kurtarılması mümkün olmayan, çok kötü insanlar olduğumuzu düşündüğümüz için kendimizi içinde bulduğumuz suçluluk duygusuyla bezenmiş o yalnızlık hali olduğunu dönem dönem özellikle vurgulamıştır. Bu iki din, hiçbir istisna olmadan hepimizin rahatsız edici hatalar yapmış insanlar olduğumuzu büyük bir soğukkanlılıkla yineleyip durmuştur" diyorsunuz. Acaba İslamiyet bu noktada mı ayrılıyor diğer ikisinden? Yani İslam'a göre dünyaya günahkâr olarak geliyor olmamak bu dinin bir avantajı mıdır?
Bence İslam'ın, kimsenin mükemmel olmayışından, herkesin kusurlu oluşundan bahsetmesi büyük bir avantaj. Mükemmeliyet fikri dünyada değil, cennette mümkün. Ben bu ayrımı seviyorum. Mükemmelliğe erişmeyi modern dünyada çok sık deniyoruz ama ulaşamıyoruz. Bizler tanrılar olarak yaratılmadık, tanrısal varlıkları hayal edebiliriz ancak, kaderimiz basbayağı kusurlu olmak.



"ELBETTE DİNİN BOL BOL SUİSTİMALİ VAR"
17 Eylül'de Avrupa'da bir 'laiklik yürüyüşü' yapılacak. Dini ayrıcalıkları ve dinin devlet tarafından finanse edilmesine karşı olanlar. Avrupa'da dine karşı bir isyan mıdır bu? Nasıl yorumlamalıyız?
İnsanlara hayatın bazı alanlarında, dinin korkunç etkileri varmış gibi gelmeye devam ediyor. Bu mümkün. Ama benim kitabımda ilgilendiğim konu bu değil. Benim ilgimi dinde neyin ilginç/güzel/hoş olabileceği çekiyor. Yoksa, dinin bol bol suistimali var.

Bütün bu tartışmalar çerçevesinde, Türkiye'yi nereye oturtursunuz?
Benim için ideal Türkiye dindar toplumu olan seküler bir devlettir. Bunun her zaman hatta sıklıkla böyle gerçekleşmediğini biliyorum. Ama bence diğer İslami uluslarla kıyaslandığında, din siyasete karıştırılmadığında bu Türkiye için en güzeli olacaktır.

8 Eylül 2011 Perşembe

FB’YE AKP “HAYRANI” BAŞKAN ADAYI

AKP’ye yakınlığıyla bilinen işadamı Hamdi Akın’ın Fenerbahçe Başkanlığı’na aday olacağı iddia ediliyor. Ulusal Kanal'dan Can Özçelik'in haberine göre; Hamdi Akın, Fethullah Gülen Cemaatine yakın Zaman gazetesine verdiği röportajda Aziz Yıldırım’a “başkanlığı bırak” çağrısı yapmıştı.

Fenerbahçe yönetimi 18 Eylül'de yapacağı Genel Kurul'da üyeleriyle görüş alışverişi yapacak. Ancak tüm gözler 2012 Mayıs'ın da yapılacak Seçimli Olağan Genel Kurul'a çevrilmiş durumda. Fenerbahçe kulislerinde Seçimli Olağan Genel Kurul'da Başkanlığa adaylığını koyacağı ifade edilen kişi ise Tayyip Erdoğan'a yakınlığıyla bilinen Fenerbahçe eski Asbaşkanı iş adamı Hamdi Akın.

SON İHALESİ İDO

Son olarak AKP'li İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden İDO ihalesini alan Akın, Fethullahçılara yakın Zaman gazetesine verdiği röportajda da Yıldırım'ın Başkanlığı bırakması gerektiğini Tayyip Erdoğan'lı bir örnekle şöyle ifade etmişti: “Bana kalırsa kendisinin bırakması lazım. Yeter artık. Tepedeyken bırakmak en iyi. Bak Başbakan Erdoğan bile üçüncü döneminde bırakıyor.”

Tayyip Erdoğan, Ramazan ayı içinde AKP İstanbul İl Teşkilatı’nın iftar yemeğinde de Hamdi Akın’a Somali’ye havaalanı yapılması konusunda talimat vermişti. Akın, Erdoğan’ın isteğine “Sayın Başbakan talimat verdi. Gereğini yapacağız tabii ki” sözleriyle yanıt verdi.

AKIN: HÜKÜMETİN ÇALIŞMALARINA HAYRANIM

AKP Hükümeti ve Erdoğan'a "hayranlığını" her fırsatta dile getiren Akın, "şike" soruşturmasında yaşanan gelişmeleri de "köklü ve pozitif bir dönüşüm için fırsat olmalı" diyerek savunuyor.

YILDIRIM’A HİSSEDARLAR DAVA AÇAR TEHDİDİ

Fenerbahçe hisselerindeki düşüş de Aziz Yıldırım'ın bir diğer sıkıntısı. İddialara göre, Yıldırım'ın Başkanlıktan çekilmesindeki en büyük nedenin "zarar eden hissedarlar dava açar" yönündeki telkinler.

40 BİN FB TARAFTARI: “LİGDEN ÇEKİLMELİYİZ”

Fenerbahçe taraftar sitesi Antucom'un yaptığı anketten dikkat çekici bir sonuç çıktı. 48 bin kişinin katıldığı ankette taraftarların yüzde 81'i Fenerbahçe yönetiminin ligden çekilme tavrına destek verdi.

Ankette, "Yönetimimiz ne karar almalı?" sorusuna 40 bin Fenerbahçe taraftarı "ligden çekilmeliyiz" yanıtını verdi.



Ankette "Aynen devam etmeliyiz" diyenlerin oranı yüzde 11, "Maçlara A2 takımıyla çıkmalıyız" diyen taraftar yüzde 7’de kaldı.

AZİZ YILDIRIM'A CEMAAT NEDEN DÜŞMAN

Fenerbahçe'ye yönelik polis operasyonu başladığında, Odatv'ye Aziz Yıldırım'la ilgili birçok bilgi geldi.
Bunlardan biri şuydu:

“Aziz Yıldırım'a helikopter ihalesine Ahmet Çalık'la girmesi için baskı yapıldı; Aziz Yıldırım kabul etmedi.”
İddia önemliydi. Ancak, Odatv haberi bir türlü doğrulatamadı.
Aradan günler geçti.

Zaman gazetesinde şu başlıklı bir haber çıktı:
“ Aziz Yıldırım TSK ihalelerinde liderliğe oynuyor.” (01.09.2011)
Arife Kabil imzalı haber, satır aralarında ilginç bilgiler veriyordu:
- “Ama bir çoğunun internet sitesi bile olmayan şirketleri ile Fenerbahçe Başkanı, Türkiye'deki iş dünyasında kayda değer bir ağırlığa sahip.”
“Yıldırım'ın girdiği savunma ihaleleri dikkat çekiyor. Fenerbahçe Başkanı'nın yüzde 93 hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine'nin en büyük müşterisinin NATO olduğu biliniyor.”
TAFICS projesini birlikte aldığı Siemens'in Uluslararası ihaleler almak için rüşvet dağıttığı gündeme gelmişti.

Forbes dergisinden derlenen bilgiyle olduğunu belirtmesine rağmen, muhabir imzasıyla haberi veren Zaman gazetesi, yazısını şu soruyla bitiriyor: “Fenerbahçe'nin küme düşmesi ve Aziz Yıldırım'ın önderliğini kaybetmesi halinde Aziz Başkan'ın 'işlerinde' eski gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusu.”
Evet...
Türk sözünü değiştirelim: Bayram ve Zaman gazetesi Aziz Yıldırm'ı niye “öpüyor?”

Odatv şike operasyonunun başından beri, Ergenekon operasyonunu da yürüten aynı ekibe dikkat çekip cemaatle ilişkileri konusunda sorular sormuştu.
Görünen o ki, şike operasyonunun üzerinden sis bulutları yavaş yavaş kalkıyor. 104 yıllık futbolun çınarı Fenerbahçe'nin hangi hesaplar sonucu bu hale getirildiği de ortaya çıkacak.

Cemaatin yüzü aydınlanıyor.
Bakalım cemaat medyası, Aziz Yıldırım'ın savunma sanayi ihaleleriyle ilgili daha ne “haberlere” imza atacak...

İslam Emperyalizmi, Neo-Osmanlıcılık

Bir süredir, ‘İslam barış gücü’ diye bir oluşum öneriliyor. Libya’da NATO müdahalesi ve ardındaki gizlenen kaynak paylaşım savaşlarının ortaya döküldüğü, Suriye’de benzer bir senaryonun nabzının yoklandığı son günlerde, bu kavram veya öneri daha fazla gündeme gelmeye başladı. İlk bakışta, Batı emperyalizmine karşı tepki olarak anlamlı bir girişim gibi duran bu öneri, aslında son derece sorunlu ve ciddi bir tartışmayı gerektiriyor.
Öncelikle, zaten Batılı ülkeler, müslüman ülkelere doğrudan müdahale işine bulaşmaktan artık çekinir oldular. Libya’ya müdahale gündeme geldiğinde, Britanya Başbakan’ı Cameron’ın danışmanının, ‘Keşke Mısır ve Tunus müdahale edebilseydi’ dediğini daha önce yazmıştım. Bu arada, Libya hava sahasını kapatma talebini meşrulaştıran ilk BM kararının çağrısını Arap Ligi’nin yapmasına özen gösterildiğini hatırlayalım. Daha sonra, iş müdahaleye varınca, Arap ülkelerinden sadece BAE ve Katar yola devam etti, gerisi arka plana çekildi. Suriye’de de başrolü Türkiye’nin oynamasının istendiğini biliyoruz.

Nasıl bir güç olacak?
İkincisi, ‘İslam Barış Gücü’ denilen oluşum gündeme gelirse, nasıl bir oluşum ve müdahale gücü olacak? Herhalde bir ‘yardım kuruluşu’ndan bahsetmiyoruz. Müslüman ülkeler nasıl yekvücut biçimde örgütlenecekler, kim, ne adına bir ülkeye müdahale edecek? Bu noktada, ‘Güçlü olan müslüman ülkeler’in başı çekmesi gündeme geliyor. ‘Güçlü müslüman ülke’den kasdedilen herhalde Türkiye. Bu, neo-Osmanlı hayali değilse nedir? Yok o değil, İslam ortak paydasında işbirliği söz konusu olacaksa, bu Batı emperyalizminin yerini müslüman ülkelerin emperyalizminin almasından başka bir şey değil mi? Dış müdahaleleri yapan kim olursa olsun, işin içine bin bir çıkar hesabı girmeyecek mi, girmeyebilir mi? Müdahale edilen ülkelerde, sorunların, kendi toplumlarının demokratik işleyişi içinde çözülmeyip, İslam adına müdahale edenler tarafından çözülmesi nasıl bir anlayıştır? Böyle bir oluşumun, ‘ülkelerin iç işlerinde çıkan anlaşmazlıklar için de devreye girmesi’ni düşünenler bile olduğuna göre, demokrasi tamamen rafa kalkacak demektir. Hangi İslam ülkeleri, hangi meşruiyetle, hangi İslam anlayışı adına birbirlerinin işlerine karışacak?

Militarizmle baş edilebilir mi?
Türkiye’de muhafazakar kesimin militarizmle mücadele ettiği hayaline kapılanların, bu çevrenin, ordunun laiklik eksenli vesayet anlayışından uzaklaşması durumunda, militarizmle sorunları olmadığını görmeleri gerekiyor. Başı secde gören bir Genelkurmay Başkanı ve böylece milletin değerleri ile barışık bir ordunun gücünü desteklemek anlayışı açıkça ifade ediliyor. Zaten emperyal heveslere kapılan bir ülkede, militarizmle baş edilmez. Bir militarist anlayışın yerini bir başkası alır o kadar.

Demokrasinin baş düşmanı
‘Milli çıkarlarımız’ söylemi ile demokrasimiz yeterince yara almışken, şimdi bir de belli ki ‘uluslararası vazifelerimiz’ söylemi ile karşı karşıya kalmamız söz konusu olacak. ‘Zaten etrafımız düşmanlar ile çevrili, birlik ve beraberliğimizi bozmayalım’ söyleminin yerini, ‘müslüman dostlarımıza karşı bunca vazifemiz varken, çatlak ses çıkmasın’ söylemi, ‘milli çıkar’ın yerini ‘tüm İslam aleminin çıkarları’ alacak. Böyle bir durumda, demokrasiden söz etmek hiç mümkün olmaz. Hele işin içine, ‘müslüman dünyada fesat çıkaranlar’ söylemi katılırsa, ki bu çerçevede katılmaması imkansızdır, siyasi muhalefet kısa yoldan ‘fesat’ diye yaftalanıp, kapalı rejim anlayışı alır başını gider. O nedenle, dış politika tasavvurları, aslında iç politika tasavvurlarından bağımsız düşünülmez ve emperyal hevesler demokrasinin baş düşmanlarıdır.

‘İslam ve Sosyalizm’

Emek ve Adalet Platformu’ adı altında birleşen bir grup, ramazan boyunca, israfı, gösterişi kınamak üzere, lüks otel iftarlarına karşı, o otellerden bazılarının civarında iftar toplantıları yaptılar. Bu girişimin ilk başarısı, iktidar partisinden lüks iftarlara karşı uyarının ifade edilmesi oldu. Bu kadarı çok büyük, çok önemli bir başarı sayılmayabilir, konu derindir ama, yine de ‘fena mı oldu, bu konuda bir duyarlık gündeme geldi’ demek gerekmez mi?
Tabii destekleyeni de oldu, ama bu kadar halis bir girişim bile birçoklarının, her türden karalamalarına hedef olmaktan kurtulamadı. Bu gençlere, ‘Müslüman Kemalist’ hatta ‘ulusalcı’ diyen mi ararsınız, psikolojik hastalık teşhisi koyan mı, sosyalizm ‘günah’ına bulaşma uyarısı yapan mı, ‘Müslümanları fakir bırakmak istiyorlar’ diyen mi, denmedik şey kalmadı. Kapitalizmle barışık bunca Müslüman varken, sosyalizme gönderme yapan bir girişimin bunca hücuma uğraması anlaşılır gibi değil. Veya bir başka açıdan bakarsak çok anlaşılır bir şey.

Kırmızı görmüş boğa tesiri
Ruhunu kapitalizme teslim edenlerin en korktuğu şey, adaletten, eşitlikten, paylaşımdan, mazlumdan söz edenler, bu değerleri hatırlatanlardır. Kapitalizmin en korktuğu şey, bırakın sosyalizmi, insanı insan yapan değerlerin insanlığın gündemine gelmesidir. Özellikle de ‘eşitlik’ kavramı, kırmızı görmüş boğa tesiri yapar. Çünkü, ‘adalet’ kavramı etrafından dolaşmak, eşitsizliği haklılaştırmak istikametinde ilerleyebilir, ilerlemiştir. Çağdaş liberalizm söylemi eşitliğe karşı adaleti öne çıkarır. Egemenlerin İslam’ı ve egemen Müslümanlar, ısrarla aynı şeyi yapar. Ardından, bir yandan, ‘paylaşma’yı ‘sadaka’ya indirgemenin, diğer yandan, açgözlülüğün, zenginleşmenin, meşrulaştırmanın bir hesabı gelir. Akıllar bu yönde çalışır, diller bu yöne döner.
‘Eşitlik’ kavramı, kuşkusuz sorunlu bir kavramdır ama diğer tüm kavramlar gibi ve sadece diğerleri kadar. Liberalizm ve sosyalizm kuramları, eşitlik, adalet, özgürlük gibi temel kavramların tanımları, imkânları üzerine ilerleyen tartışmalardan ibarettir. İslam referanslı siyasal-kuramsal söylemler ‘eşitlik’ kavramını, baştan es geçmeye eğilimlidir. Bu eğilimin kalkış noktası da sanıldığı gibi teolojik-kuramsal ve derinlikli değil, ‘komünizmle mücadele’ geçmişinin, İslam dünyasının Soğuk Savaş deneyiminin sığ mirasıdır.

Herkesin eşitlendiği an...
Düşüncelerini, tavrını önemsediğim ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, Emek ve Adalet Platformu’na verdiği destek çerçevesinde bir dizi söyleşi yaptı. Bunlardan birinde, ‘iftar’ın, ‘matematiksel eşitliğe’ gönderme yapan anlamından söz etti. ‘Zengin, fakir, okumuş, cahil herkesin eşitlendiği an’a dikkat çekti. Biliyorsunuz, ‘mutlak eşitlik’ vurgusu insanlığın en korktuğu ve hep kaçtığı şeydir. Oysa, çetrefilli bir mesele olmasına, eşitlik yerine adaleti koyarak bu sorundan kaçma çabasına karşın, hayat bizi sıklıkla bu insan gerçeği ile yüzleştirir. Eşitlik ve hatta matematiksel, ‘mutlak eşitlik’ gerçeği, hayatımız boyunca, en sert eşiklerde kendini hatırlatır, bizi uyarır. Nihayetinde hayatın en temel meselesi, Camus’nün hatırlattığı gibi, ‘ölüm’dür ve ölüm en büyük mutlak eşitlik uyarısı, hatırlatıcısıdır. İnsan gerçeğinden kaçışın en uç noktası ölümsüzlüğe yeltenmektir ve en büyük ‘şirk’tir

İsrail ve Kürt meselesi

İsrail ile yaşanan gerginlik, Kürt meselesi ile en kötü biçimde ilişkilendirilmeye başlandı. ‘PPK, İsrail’in taşeronu’ manşetleri, 90’lı yıllarda tedavülde olan, PKK-ASALA ilişkisi kurma mantığının bir benzeri. Hatırlarsanız, geçmişte, milliyetçi çevreler PKK militanlarının aslında ‘Ermeni’ olduğunu ileri sürerlerdi.
O devirde, PKK’ya karşı İsrail ile istihbarat paylaşımı ve nihayetinde Öcalan’ın MOSSAD işbirliği ile teslim edilmesi hiç sorun değildi. Bu ülkede yaşayanlar, PKK sorununu, Kürt meselesinde demokratik adımlar atarak çözmek yerine, ABD, İsrail ittifakları ile ezip, bitirmek yolunu yadırgamıyordu. Şimdi, yine PKK sorunu, bu kez farklı biçimde, bir ‘dış mesele’ olarak görülmeye devam ediyor. Bırakın İsrail’i, İran ve Suriye’nin PKK kartından faydalanması söz konusu oluyor.
Kürt meselesini demokratik yollar ile çözme mantığı yerine, PKK’ya karşı gerek İsrail, gerekse İran ve Suriye ile ittifak edildiği sürece sorun yok. Kendi devletlerinin başka ülkeler ile sindirme ittifaklarına girmesine karşı Kürtler neler hissetti düşünen de yok. PKK militanlarının ‘İranlı’ ve ‘Suriyeli’ olduğu ilan edilirken, PKK’lıların çoğunun Türkiye vatandaşı olduğu unutuluyor. Takdir edersiniz ki, İranlı ve Suriyeli olduğunun altı çizilen militanlar, İranlı veya Suriyeli olarak değil, Kürtlük ortak paydasında hareket ediyor.
Bölgesel çatışmaların tırmanma sürecinde, PKK’nın yeni ittifak ilişkileri kurmaya girişmesi söz konusu olabilir. Ancak ben İran-Suriye ekseninin de, İsrail’in de Türkiye’den intikam almak için, hızlıca PKK destekçisi kesileceğini de, PKK’nın da, bu tür ittifaklara balıklama atlayacağını da düşünmüyorum. Bölgesel denge ve ittifaklar çok daha karmaşık bir çerçevede seyrediyor. Bu iddialar aklı başında analizlerden ziyade fazlasıyla ‘propaganda’ niteliğinde gibi görünüyor.
Bu propaganda dili iki açıdan son derece tehlikeli. Birincisi, Kürt meselesi gibi devasa bir iç sorunu PKK sorununa ve onu da dış dengeler çerçevesine sıkıştırmak gibi, sorunu çözmekten uzağa düşen bir mantığa oturtulması tehlikesi. İkincisi, Türkiye’nin diğer tüm otoriter Ortadoğu ülkeleri gibi her sorunu ‘İsrail karşıtlığı’ parantezine sıkıştırma yoluna girmesi tehlikesi. Aslı Aydıntaşbaş, dünkü yazısında, isabetle bu soruna işaret etti.
Dahası, hepimiz biliyoruz ki, bölgede İsrail karşıtlığı çoktan İsrail’in politikalarına karşıtlıktan ‘anti-semitizm’e savrulmuş vaziyette. Libya’nın muhalif hareketi bile, duvar yazılarında, Kaddafi’yi, ‘Yahudi’ diye nitelendirmeye başlamış vaziyette. Mesele, İsrail’i eleştirmekle sınırlı değil, her taşın altında, Yahudi lobisi, Yahudi komplosu arama anlayışı tüm İslam coğrafyasında son derece yaygın bir anlayış.
Ben öteden beri, Türkiye’de de, anti-semitik bir anlayışın yaygınlaşması tehlikesi olduğu konusunda yazar çizerim. Muhafazakâr sağ çevrenin anti-semitik yaklaşımının tarihi eskidir, bu akıma son zamanlarda ulusalcı çevreler de katılmıştı. Ne yazık ki, bu ülkede, sağcısıyla, solcusuyla, bu konuda duyarlı çok az insan var, çok az ses çıkıyor. Oysa, anti-semitizm, Yahudileri sevmek/sevmemek gibi sıradan bir konu değildir, ‘bizim de Yahudi komşumuz vardı’ diye geçiştirilecek mesele hiç değildir. Anti-semitizm, modern tarih ve siyaseti otoriter okuma biçimlerinin ortak paydalarından biridir ve doğrudan bir demokrasi meselesidir. İsrail’i sonuna kadar eleştirmek başka şey, her sorunu İsrail veya Yahudiliğe bağlamak başka şeydir. Bu anlayışın hâkim olduğu yerde, her sorun ve hatta muhalefet ‘İsrail’in uzantısı’ olmakla itham edilir, kamuoyu nezdinde mahkûm edilmesi kolaylaşır. Böyle bir ortamda demokrasiden söz edilemez.
En kötüsü, Kürt meselesinin çok zor bir döneme girdiği bir ortamda, Kürt meselesini, İsrail/Yahudi karşıtlığı çerçevesine sokma girişimidir. Doğrusu beni kaygılandıran İsrail ile ilişkilerin bozulması değil, bu sürecin iç siyasetteki yansımaları çok daha önemli diye düşünüyorum.

Der Spiegel'den şike analizi

Almanya’nın Der Spiegel dergisi internet sitesinde ilginç bir analize yer verdi. Türk futbolunun devlerinden Fenerbahçe’nin şike ve manipülasyonla sarsıldığı belirtilen analizde kulübün geleceğinin büyük bir belirsizliğe sürüklendiği ve tüm bunların arkasında siyasi bir gücün olduğu vurgulandı.İŞTE O YAZI;

Burada sadece futbol oynanmıyor

Türk futbolunu domine eden Fenerbahçe, eşi benzeri görülmemiş şike skandalıyla sarsıldı. Sezonun başlamasına kısa bir süre kala geleceğine dair hiçbir fikri yok. Taraftarları, yaşanan süreci bir komplo olarak görürken, gözlemciler Kulüp başkanının tutuklanmasında siyasi güçlerin etkisi olduğunu düşünüyor.

Bir an için Türk futbolu herşeyi unutup Kazakistan maçında yine kenetlendi. 96 dakika oynanan Avrupa Şampiyonası grup eleme maçında Kazakistan’a karşı 1-1 devam eden karşılaşmayı yine bir zafer öyküsüne dönüştürmek için uğraşan Türkler, aradığı golü son dakikada rakip kaleye 18 metre mesafeden kullandığı atışı gole çeviren orta saha oyuncusu Arda Turan’la buldu.

Türkler bir kez daha başarmıştı. Yazıları yazılan maçı bir kez daha son saniyede çevirmeyi başardılar. Bu gol bir an Euro2008’de son dakika golleriyle dikkat çeken olağanüstü Milli takımı anımsattı. Arda Turan’da bu golüyle Türk futbolu üzerindeki gölgeleri bir anlığına olsa bile araladı.

Ama bu rahatlama sadece birgün sürdü. Gazetelerde yine manşetlerini yine Türk-İsrail anlaşmazlığı, Kürt sorunu gibi meseler kaplarken, futbol yorumcusu Bağış Erten “şike skandalının bulaştığı Türk Futbolunun temizlenmesi yıllarca sürebilir. Türkiye Süper ligi yani Türkiyenin birinci futbol liginde yaşanan şike skandalı.”
Hiçbir kurum Fenerbahçeden büyük değil..

En az 19 maçta hakemlerin ve futbolcuların şike yaptığı iddia ediliyor. Olayların merkezinde ise İstanbul takımı Fenerbahçe ve onun başkanı Aziz Yıldırım.

İnanılması zor bir şekilde Fenerbahçe..Türkiye’de hiçbir kulüp Fenerbahçe’den büyük değil. Türkiye’nin kurucusu Atatürk, bu kulübün taraftarı. Şimdiki başbakan da taraftarı. UEFA’nın Savcı’dan aldığı bilgilere istinaden baskı yaptığı Türkiye Futbol Federasyonu, Fenerbahçe’yi Şampiyonlar Ligi’nden men etti. Kulübün, alınan bu karar ve uygulamaya karşı Uluslararası Spor Mahkemisine dava açmasına rağmen sezonun başlamasına birkaç gün kala geleceği hakkındaki belirsizlik sürüyor.

Kızgın Fenerbahçe taraftarı geçen haftalar içinde İstanbul’da yürüyüşler düzenledi. Boğaz Köprüsünde trafiği felç etti ve ateş yaktı. Haksızlığa uğradığını düşünen taraftarlar, olayların komplo olduğunu düşünüyor. Kendileriyle beraber birçok kulübün hatta ezeli rakipleri Beşiktaş’ın bile suçlandığını ancak sadece Fenerbahçenin cezalandırıldığını düşünüyorlar.

Aziz Yıldırım bunu toplumdaki etkisini arttırmak için kullandı. Yıllar boyunca Türk futbolu içinde dönen yolsuzluk ve rüşvet iddiaları gündemdeydi. 2005 Yılında Türk parlementosu futbolda şike olaylarını ve yasadışı bahis olaylarını araştırması için bir komisyon kurdu. Ahmet Dinçer, Antalyaspor eski Teknik Direktörü’nün “kendisine teklif edilen rüşvet parasında dokuz veya on kulübün dahil olduğu” itirafından yola çıkan komisyonun Başkan yardımcısı Ahmet Ersin’in “Mevcut bilgilere göre futbol mafya için bir cennet” açıklaması dikkat çekici.

Politikacılar bugüne kadar yaşananları kamufle etti. Peki şimdi niye kamufle etmiyor?

Fenerbahçe başkanı Yıldırım herhangi birisi değil. Vefat eden dayısı Faruk Yalçın, Forbes dergisinin dünyaya hükmeden 1000 zengin listesinde yer alıyordu. Yıldırım’da inşaat firması sayesinde özellikle yaptığı askeri üslerle milyonlar kazanıyor. Zengin olmak onu hiçbir zaman hoşnut etmedi. Dayısı özel bir hayvanat bahçesiyle meşgul olurken, Yıldırım güçlü olmayı düşündü. Türkiye’de ise güce giden en kestirme yol futboldu...

1998 yılında Fenerbahçe’ye başkan oldu. Mağazalar zinciri, kulübü borsaya açma, kendi televizyon kanalını kurması ve çalışmalarıyla Fenerbahçe’yi tek başına ayakta duran bir kurum yaptı. Kısa sürede bu kulübe büyük saygınlık kazandırdı. Daha sonra Roberto Carlos gibi oyuncuları, Daum gibi çalıştırıcıları getirdi.
Politika Fenerbahçeyi düşürdü..

Aynı zamanda yasadışı silah kaçakçılığı ve mafya ile olan ilişkileri söylenti olarak yayılan Aziz Yıldırım, tutuklandığı güne kadar Türkiye’de “dokunulamazlar” listesinin başında yer alıyordu. Türkiye’de üç büyük kulübe başkanlık yapanların, bakanlardan ve siyasilerden daha güçlü olduğu söylenir. Aziz Yıldırım’ın tutuklanmasıyla bu savın düşmesi düşündürücüdür.

Gözlemcilere göre skandalın arkasında politik bir güç var. Daha doğrusu bir güç savaşı. Laik askeri kanatla, iktidarda olan muhafazakar islamcı eğilimin savaşı. Yıldırım’ın ailesi aseri kanada yakın. Erdoğan bu yüzden mi tutuklanmasını istedi? Spor gazeticisi Erten’e göre “böyle bir soruşturmanın arkasında siyasilerin olmamasını düşünmek imkansız. Eğer arkanızda hükümet desteği yoksa Aziz Yıldırım gibi isimlerin üzerine gidemezsiniz”. Aynı şekilde AKP milletvekili Şamil Tayyar’ın “burada mesele sadece futbol değil” sözleri ilginç.

Bağış Erten, savcının “temiz kramponlar” diye isimlendirdiği operasyonun her geçen gün sadece bir takım üzerine yoğunlaşmasının Türk futbolunu temizleyeceğine inanmıyor. Ve ekliyor. Bütün bu skandallardan kazançlı çıkan tek takım Trabzonspor. Ligi ikinci bitirmesine rağmen Şampiyonlar Ligi’ne alındı, fakat onlarda bu soruşturma kapsamında şike yaptığı iddiasıyla şüpheli.

Karadeniz kıyılarında yer alan Trabzon’un kulübü, siyasi bağlantılarıyla dikkat çekiyor. 2004 yılındaki yerel seçimlerde bozguna uğrayan Recep Tayyip Erdoğan’ın, yayınlanan Wikileaks belgelerinde bu hezimetten sonra Karadeniz kulübüne kendisine ait devlet kasasından birkaç milyon dolar yardım yaptığı söyleniyor. Bu iş için görevlendirdiği Faruk Özak aracılığıyla bu sezonda yine bu kulübe maddi yardımlar yaptığı söyleniyor.

Baasçılık neydi, ne amaçlamıştı?

Sovyetler Birliği'nin varlığının getirdiği iki kutuplu dünyada kendisine var olma alanı bulan Baas hareketi, bir emekçi iktidarı değil, siyasal pragmatizmi ilke edinmiş bir orta-alt sınıf hareketiydi. Özellikle Sovyetler'in çözülüşünün ardından otoriter eğilimleri daha da güçlenen hareket, liberalleşme ve batıyla barışmanın da yollarını arıyor, fırsat kolluyordu.

Türkiye’de AKP eliyle tamamlanan, geleneksel devlet aygıtını emperyalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyen sürecin bir benzeri Ortadoğu coğrafyasında yaşanıyor. Bu süreç içinde yaşanan ideolojik tartışmaların benzerlerinin Ortadoğu’daki siyasi özneler üzerinden de yürütüldüğü görülüyor. Bu süreçte en çok tartışılan başlıklardan bir tanesi coğrafyada uzun yıllar etkisini sürdüren Baasçılık oldu. Ortadoğu'daki birçok ülkede faaliyet yürüten, Arap birliği amacını güden Baas Partisi'ni, çıkış ülkesi olan Suriye'deki macerası üzerinden inceleyecek olursak ne görüyoruz? Ya da bugün yoğun eleştirilere tutulan Baasçılık neydi, neyi amaçlamıştı?

Baasçılık - İttihatçılık analojisi
Cumhuriyetin kuruluşunun meşruluğunu sorgulatmak peşinde olan liberal-yandaş kalemler, Jakobenlik ve ittihatçılığı adeta bir küfür gibi kullanırken, kurucu kadroları elitist ve tepeden inmeci olarak suçluyorlar. Kurucu kadroların yarattığını iddia ettikleri siyasi geleneğin de, Türkiye’deki askeri darbelerden, faşist baskılara kadar halka karşı işlenen tüm suçların kaynağı olduğunu iddia ediyorlar.

Aynı kalemler Ortadoğu coğrafyasında yaşanan rejim değişiklerini de devrim olarak selamlarlarken, İttihatçı-Baasçı analojisi kurarak, bu coğrafyadaki diktatörlük geleneğinin suçunu, yıllardır emperyalizmin bölgede sürdürdüğü politikaya değinmeden, bu bölgeye özgü olan ve ilerici bir geçmişi bulunan Baas Partisi üzerinden yürütüyorlar. Cengiz Çandar’ın Türkiye’deki "Ergenekoncu" yapıyı “Türk Baasçılığı” olarak tarif etmesi tesadüf değil. Yine Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Başbakan Erdoğan'ın YAŞ'ta masanın başında tek oturmasının bir reform olduğunu, Türkiye'de Baasçı geleneğin tasfiye edildiğini söylemesi bu çerçevede düşünülebilir.

Ve sonuçta, nasıl ki Türkiye gericiliğinin içinden çıkan "reformcu" ve batı yanlısı bir parti olan AKP "demokrasi bayrağını" eline aldıysa, Ortadoğu’da da, yıllardır gerici ideolojisi ile bilinen “Müslüman kardeşler” gibi özneler, emperyalizm tarafından parlatılarak, "arkaik" rejimleri değiştiren "demokrat" oluşumlar olarak pazarlanıyor.

Arap ulusunun sömürgeleşmeye tepkisi
2. Dünya Savaşı ertesinde, o güne kadar sömürge olarak yaşayan Arap halklarında artan uluslaşma, bağımsızlık gibi fikirler Sovyetler Birliği’nin faşizm karşısında gösterdiği büyük başarı sonrasında dünyada esen sol rüzgârdan da etkilenmiş, üçüncü dünya olarak tarif edilen bu geri kalmış Arap ülkelerinde, tarihe Baasçılık olarak geçen, emperyalizm karşıtı bağımsızlıkçı bir duruş ve Arap birliğini amaçlayan bir görüş olarak kendini ortaya koymuştur.

Geçmişi 1940’lara kadar dayanan Baas Partisi’nin, bilinen anlamıyla kuruluş tarihi 1953’tür. Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak ile Sünni Müslüman Selahattin el-Bitar tarafından Şam’da kurulan parti, 1953 yılında Ekrem El Havrani’nin "Arap Sosyalist Partisi" ile birleşerek "Arap Sosyalist Baas Partisi" adını aldı. İsminde geçen sosyalizm ifadesine rağmen parti, bilimsel sosyalizmin savunuculuğunu yapmadığı gibi, güçlü bir işçi sınıfı tabanına da yaslanmadı. Gelişen sanayi ile ortaya çıkmaya başlayan orta-alt sınıftan destek gördü, feodal düzenin unsurlarına karşı ülke içinde mücadele yürüttü. Baasçılık, temel olarak, sömürülmüş ve geri kalmış Arap ülkelerinde ortaya çıkmış bir ulusal solculuk olarak kendini gösterdi.

1990'lara kadarki süreç
1949 yılının Mart'ında Suriye’de bir darbe ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim, başkanlığı ve meclisi lağvederken, Mısırlı subaylar da 1952’de Kral Faruk’u düşürürler. Bu sırada Brezilya’da olan Eflak, yıldızı yeni parlayan Albay Cemal Abdülnasır’ın icraatlarını izlemektedir. Nasır, 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi ve bir dizi ekonomik ve kültürel dönüşüme imza atması üzerine emperyalizmin saldırısına uğrayacaktır.

Mişel Eflak 1957’de Mısır’a gider ve bir sene sonra, 1 Şubat 1958’de, Suriye ile Mısır bir araya gelerek "Birleşik Arap Cumhuriyeti" adını alır. Bu dönemde Suriye’de Baasçı rejim, toprak reformu ve kısmi millileştirmeler ile geleneksel seçkinlerin nüfuzunu kırarak, ekonominin devletleşmesi yönünde adımlar atmıştır. Bu dönemde devletin öncelikli olarak sanayiye değil, toprak mülkiyetindeki eşitsiz dağılıma müdahale ettiği görülür.

Nasır’ın önderliğinde gelişen bu süreç, Suriye burjuvazisinin, gerici Müslüman Kardeşler örgütü ile işbirliği yaparak 1961’de bir darbe ile iktidarı alıp, Mısır’dan ayrılmasına kadar sürdü.

1963 yılında 8 Mart askeri darbesi ile Baasçılar tekrar iktidara gelir. Bu süreçte kamulaştırmalara hız verilirken, yabancılara ait petrol şirketleri ve bankalar devletleştirilir. 1965’te 115 sanayi şirketini kapsayan büyük bir kamulaştırma hamlesi yapılır. Bu yıllar Suriye’de toprak ağaları ve büyük burjuvazi için zor geçerken, alt gelir grubundaki ekonomik göstergeler olumlu sonuç vermiştir.

Ancak bu yıllar rejimdeki asker ağırlığının da arttığı yıllar olarak tarihe geçer. Baas partisinden kendi grubuyla ayrılan Salih Cedid, 1966 yılında Mişel Eflak ve Selahattin el-Bitar’ı hükümetten atarak, Şii subaylarla birlikte iktidarı ele geçirir. Şam yine Baasçı sloganlarla çınlamaktadır: "Kolektif liderlik", "Halkın Diktatörlüğü"...

1967 yılında Araplar İsrail karşısında tekrar yenilgiye uğrayınca bu sefer Şiiler kendi aralarında bölünürler. 1967 Haziran’ındaki Arap-İsrail Savaşı’nda prestijini yitiren Cedit’in iktidardaki yılları tükenirken, yıldızı parlayan bir başka isim Cedit’in Savunma Bakanı, Hafız Esad’dır. 1966-70 arası geleneksel Baas politikası uygulanmaya devam edilirken ve ekonomik dönüşümler sürerken, üçüncü dünya ülkeleriyle dış siyasette dayanışma içine girilir. Ancak 1970'te Hafız Esad’ın iktidara gelmesi, Suriye için yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

Esad dönemi ve siyasal pragmatizm
1966 darbesini birlikte gerçekleştiren Cedid ve Esad’ın arası bir süre sonra ideolojik olarak açılmıştır. Ekonomik reformların sürdürülmesinden ve dış siyasetin ilerici ülkelerle dayanışmasından geçmesi gerektiğini iddia eden ve iktidardaki sol kanadı temsil eden Cedid, Arap milliyetçiliği başlığının öne çıkarılmasını savunan, pragmatist Hafız Esad karşısında yenik düşer.

Esad yönetimi program olarak Baasçılığı savunsa da, daha esnek ve uluslararası konjonktüre uyan pragmatist bir siyaset izledi. Baas Partisi genel sekreterliğini de üstlenen Esad, öteki Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirerek Suriye'yi Arap dünyası içinde etkin hale getirmeye çalıştı. İsrail ile ilişkilerde, her zaman bu ülkenin karşısında yer alan Esad yönetimi, Ekim 1973'te İsrail'e savaş açan Mısır'ın yanında yer alsa da, savaştan sonra izlenecek politikalar konusunda Mısır yönetimiyle görüş ayrılığına düştü. SSCB ile de ilişkileri geliştiren Esad, Filistin kurtuluş hareketine destek verdi.

1990’larda Sovyetlerin dağılmasının ardından ekonomide liberalleşme ve batı ile ilişkileri geliştirme yönelimine giren Esad yönetimi, 1991’de çıkarılan bir yasa ile kamu sektöründe özel yatırımcıların desteklenmesiyle liberal ekonomiye eklemlenme kararını açıkladı.

Suriye’deki Esad yönetimi yeni dünya düzeninde dış politika başlığında da siyasi açıdan kendini yeniden konumlandırmaya çalışmıştır. Buna göre eskiden sahip olduğu, Ortadoğu’daki batı muhalifi rolünü, Sovyet desteği kesilince sürdürmesi mümkün olmadığı için, batı ile ilişkilerde "normalleşme" yoluna gitmiştir.

Üçüncü yolun sonu
2. Dünya Savaşı ertesinde iki kutuplu dünyanın güç dengelerinde, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulan halkların doğal refleksi ile sola ve Sovyetler Birliği'ne yakınlaşan bu rejimler, Sovyetlerin çözülmesi ertesinde, Ortadoğu coğrafyasına daha fütursuzca saldıran emperyalizm karşısında kendi sürekliliklerini artan bir otoriterlikle tesis etmeye çalıştılar. Baasçılık gerçek anlamda bir işçi sınıfı iktidarı olmadığı için ve değişen dünya politikasına tutunmak üzere bir orta yol bulma çabalarının kaçınılmaz sonucu olarak ayakta kalmayı başaramadı.